Kürşad Atalar
BÖLÜM 2
Şeriati ve 'Gelenek' Eleştirisi
Kürşad Atalar
Evvela şunu ifade etmek isterim ki, benim burada bulunmaktaki amacım, öncelikli olarak bir 'tebliğ' sunmak değildir. Bilakis bendeniz burada 'şahitlik' görevimi yapmak için bulunuyorum. Neye şahitlik için? 40. vefat yıldönümünü idrak ettiğimiz Ali Şeriati'nin düşünsel mirasının özü itibarıyla doğru olduğuna şahitlik etmek için! İtiraf etmem lazım ki, 2 yıl önce, Aralık 2015'te, Tahran'da düzenlenen I. Uluslararası Şeriati ve Beşeri Bilimlerin Geleceği Semineri'ne de benzer bir amaçla katılmıştım. Orada "Biz ve Şeriati" başlıklı bir bildiri sunmuş ve Şeriati düşüncesinin, İkbal düşüncesi ile, özellikle de hedef ve yönelimler açısından ciddi benzerlikler taşıdığı tezini savunmuştum. O bildiride, her iki 'sembol şahsiyet'in de, 'ıslah' hareketinin değerli temsilcileri olduğunu ve her ikisinin de 'hakikat arayışı'na ve 'aydın sorumluluğu'na sahip 'alim'ler olarak, yaşadıkları çağın sorunlarına karşı duyarlılıkla eğildiklerini ifade etmiştim. Orada, İkbal ve Şeriati'nin, "biz" "Doğulu" "Müslümanlar"ın sömürüden nasıl kurtulabileceğimize dair bir 'öneri'leri olduğunu ifade etmiş ve bu öneriyi şu kısa cümle ile özetleyebileceğimizi söylemiştim: "özümüze dönmeliyiz." Burada bir kez daha ifade etmek istiyorum ki, 'öze dönüş' çağrısı, Ali Şeriati düşüncesinin başat iki boyutundan birini temsil eder. Bendeniz, bugün, merhumun 40. vefat yıldönümü vesilesi ile düzenlenen bu sempozyumda, Şeriati düşüncesinin ikinci başat boyutuna, yani 'gelenek eleştirisi'ne değinmeye çalışacağım. Ama öncelikle, giriş babında, 'öze dönüş' hakkında birkaç hususu hatırlatmak istiyorum.
Evet, Şeriati "özümüze dönmeliyiz" diyordu, ama bu 'öz' nedir? İslam-öncesi çağın kültürü mü, yoksa İslam-sonrası Müslüman kültürü mü? Şeriati'nin bu soruya cevabı çok nettir: İslam-öncesinin kültürünün yaşadığımız çağın sorunlarına çözüm olması mümkün değildir, çünkü bu kültürün bugün artık yeniden 'ihyası' mümkün değildir. Ama İslam-sonrası Müslüman kültürü, kavramsal ve kurumsal açıdan 'köhnemiş' olmasına rağmen, hala, bir kor olarak varlığını sürdürmektedir. Müslüman Dünyası'na 'sömürü'den başka bir şey getirmemiş olan Batılılaşmanın da, çare olmadığı tecrübe edilerek öğrenilmiştir. Müslüman Dünyası'nın 'ihya'sı için, Müslümanların 'öz değerler'ine dönmesi, bu değerleri yeni bir 'ruh' ile yaşatması gerekir. İşte (İkbal ve Müslüman Dünyası'ndaki diğer 'ıslah' davetçileriyle birlikte) Şeriati'nin altını çizdiği husus özetle budur.
Peki, bunu kim ve nasıl yapacaktır?
Şeriati, burada "aşk, derd ve amel" sahibi 'aydın'a (belki daha doğru bir ifade ile 'alim'e) büyük sorumluluk yüklemektedir. Ona göre, halkın sorunlarına duyarlı olmayan kişiye 'aydın' (veya 'alim') denilemez. O nedenledir ki, bilinen anlamıyla Sufizm ile barışık olduğu söylenemeyecek olan Şeriati düşüncesinde Mevlana olumlu bir karakter olarak resmedilirken, felsefi tasavvufun zirvesi kabul edilen Muhyiddin-i Arabi genellikle olumsuz bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Şeriati'ye göre, aydın/alim cehalete ve sömürüye kayıtsız kalamaz; bilakis bunlara karşı 'halk'ın yanında savaşmalıdır. Çünkü onun anlayışında, "toplumsal konularda 'halk' ile 'Allah' eşanlamlı kelimelerdir."
Fakat Şeriati, burada önemli bir ayrım yapmaktadır ki, bu, bugün işleyeceğimiz konu açısından da önemlidir. Şeriati, aydını 'devrim'i hazırlayan gerçek kişi olarak tanımlarken, 'siyasi liderliğe' (dönemin şartları itibarıyla) aynı önemi vermemektedir. Hatta ona göre, "aydın devrimi hazırladıktan sonra, siyasi liderlik otomatikman oluşacaktır." Bu, onun 'düşüncede devrim'i değişimin başat faktörü olarak gördüğünü gösteren tespitlerinden biridir. Bu da şunu gösterir: Şeriati, tipik manada, "etkinlik için yetkinliği şart gören" bir aydındır. Önce 'bilinç' sonra 'amel' diyen biridir. Dikkat ediniz, böyle olduğu için de, Şeriati'nin, Mevdudi veya Hasan el-Benna gibi bir 'örgüt'ü olmamıştır. O, eşi Puran hanımefendi'nin de ifade ettiği gibi, İran'da veya bir başka yerde "düşüncede devrim yapılmadan gerçekleşecek bir siyasal devrimin sonuçsuz kalacağına" inanmaktadır. Kanaatim odur ki, Şeriati'nin (ve onunla benzer bir zihniyete sahip Muhammed İkbal ve Seyyid Kutub gibi mütefekkirlerin) 'yaygın' bir 'siyasi organizasyon'u olmamasının sebebi budur! Çünkü bu kişiler, 'biat'ten önce, 'bilince' önem vermektedirler. Başka bir ifade ile "bilinçsiz biati" değerli bulmamaktadırlar.
İşte tam da bu noktada "gelenek eleştirisi" önem arz etmektedir. Çünkü eğer Müslüman Dünyası'nın kurtuluşu, "düşüncede devrime" bağlı ise, o zaman, bunun gereği yapılmalı; sayısal büyüklüklere öncelik vermek yerine, kitlelerin zihnini bulandıran şüpheleri izale etmeye çalışmalı, kısacası "düşünce ıslah edilmelidir." Düşüncenin ıslahı ise, gelenek eleştirisi olmadan yapılamaz!
Bildiğiniz gibi, Şeriati, Öze Dönüş kitabında "özümüze dönmeliyiz" derken, Biz ve İkbal kitabında açıkça "Batı'yı yenmek için Batı'yı iyi bilmek gerekir" diyor. Bu, iki-yönlü olan Şeriati düşüncesinin ilk boyutunu temsil etmektedir ki, buna 'modernite eleştirisi' diyebiliriz. Diğer boyut, "gelenek eleştirisi"dir. Şeriati düşüncesinde bunun en net örneğini, "Safevi Şiası/Ali Şiası" ayrımında buluruz. O, bu eserinde, dinin sadece siyasal iktidarlar tarafından kullanılmasına itiraz etmekle kalmamakta; ayrıca, bu kullanımın 'hangi araçlarla' yapıldığına da dikkat çekmektedir. Kerbela şehitlerini anma törenlerinde zincirle kan akıtma vb. adetlerin Hıristiyan kültüründen bilinçli bir şekilde ithal edildiğini ve 'gerçek İslam'ın bunlardan arındırılması gerektiğini söyleyen Şeriati, aslında burada, tipik manada, 'geleneğin ıslah' edilmesi çağrısında bulunmaktadır. Hakeza, klasik 'molla' tipolojisine karşı çıkarken de, Şeriati'nin yaptığı farklı değildir. O, İslam'ın 'kutsal' kavramlarının içinin, bu 'mollalar dini' tarafından boşaltıldığını söylerken de aynı noktaya dikkat çekmektedir ki o da şudur: eğer 'sorumlu aydın' Müslüman Dünyası'nda bir başarıya imza atacaksa, bu, sadece siyasi mücadele vererek olmaz. Hatta bundan daha önemlisi, sahici bir "gelenek eleştirisi" yapmaktır; çünkü eğer gelenek "ıslah edilmezse" siyasi başarı uzun vadeli olamayacaktır. Bu tespiti, Şeriati'nin, şu hususun bilincinde olduğunu göstermektedir: bütün kalıcı devrimler, düşüncede gerçekleşen köklü değişimlere dayanır!
Zannımca Şeriati, bu nedenle "sizi rahatsız etmeye geldim" demektedir. O, gelenek eleştirisi yapılmadan verilecek bir siyasi mücadelenin eksik kalacağını, hatta başarısız olacağını vurgulamak için bu sözü söylemiştir. Bu söz, Şeriati düşüncesinin tipik karakteristiklerinden birini temsil eder. Bunun bir kanıtı da, tüm eserlerini Türkçe'ye çeviren Fecr Yayınları'nın bütün kitapların ilk sayfasına bu sözü yerleştirmiş olmasıdır!
Şeriati'nin Şia geleneğinde çok büyük önemi olan imam, şehadet, takiyye, intizar, vb. kavramların anlam içeriğini 'geleneksel' olandan 'çağdaş' olana değiştirme/ıslah etme gayreti de, gelenek eleştirisinin nasıl olması gerektiğini göstermesi bakımından önem arz eder. Bu çaba, kavramlara 'asli' hüviyetini kazandırma gayretidir ve amaca ulaşmak bakımından değerlidir. Bendenize göre de, Müslüman Dünyası'nın kurtuluşu, buna bağlıdır. Eğer kavramlarımızı asli hüviyetine kavuşturabilirsek, işte o zaman, gerçek manada bir 'devrim' yapmış oluruz. Bunu yapamadığımız sürece, Müslüman Dünyası'nın kurtuluşu ümidi boş bir hayal olmaktan öteye geçemez.
Hatta şayet 'düşüncede devrim'i sahici bir şekilde gerçekleştiremezsek, 'siyasal aşırılık' (fundamentalizm) olarak tanımlanabilecek hareketlerin daha fazla gelişeceği ve bunun da 'sahici devrim'in önünde bir engel olacağını dahi söyleyebiliriz. Çünkü bu manada fundamentalizm, 'öze dönmek' değil, "geleneğe dönmek"tir. Gelenek ise, malum, aynısıyla ihya edilemez. Gelenek, ancak kendi çağında olumlu işlev görür. Modern çağda geleneği diriltmeye çalışmak, ister istemez 'aşırılık' üretir, çünkü böylesi bir çaba, 'anakronizm' ve 'vehim'den başka bir şey olmayacaktır. Islah çağrısının ise 'sahici' olması gerekir ve bunun için de, 'çağdaş' sorunlara, 'gerçekçi' cevaplar vermek gerekir. Bu ise, işte bizim tam da "öze dönmek" dediğimiz şeyle mümkün olabilir.
Evet, "özümüze dönmeliyiz." Ama öncelikle, bu 'öz'ü iyi tanımalıyız.
Bizler, öncelikle 'müslüman'ız; o halde önce Kur'an'ı iyi tanımalıyız. Burada bendeniz tarihimizde yer alan bütün düşünce ekollerinin, bütün siyasi ekollerin, (daha teknik bir tabirle, 'mezhepler'in ve 'tasavvuf'un) eleştirisini hayati önemde görüyorum. Bu alanda ciddi bir 'kritik' yapılmadıkça, "öze dönüş" çabasının gerçekçi temellere oturabileceğini sanmıyorum. Bendeniz bu noktada Ali Şeriati'yi, hem İran toplumu için hem de bütün Müslüman Dünyası için bir 'rahmet 'olarak görüyorum. Evet, o geleneği eleştirmiştir, ama onun Şii bir toplum içinden çıkmış olması, Müslüman Dünyası genelinde bu iki önemli alanda 'gelenek eleştirisi'nin güç kazanması açısından özellikle işlevsel olmuştur. Çünkü eğer Şeriati Sünni dünya içerisinden çıksaydı, Şii dünyasında yeterince etkili olamazdı. Şii dünyasından çıkıp Sünni dünyada da görüşlerinin yankı bulması, bu yüzden Ümmet için bir 'rahmet' olmuştur diye düşünüyorum.
Son olarak, 'gelenek eleştirisi' noktasında bazı değinilerde bulunarak sunumumu bitirmek istiyorum. Bilelim ki, gelenek eleştirisi zordur ve bedel ister. Müslüman Dünyası'nın ise bugün artık bu bedeli ödeyecek 'aydın'lara ve 'alim'lere ihtiyacı var. Bu alimlerin yetişmesi için, mutlaka yapılması gereken şey ise, daima 'tabanın bilgi düzeyi'nin artırılmasına çalışmaktır. Çünkü 'yüksek kültür' ancak o zaman bir toplumda kökleşebilir. Bilelim ki, 'kaliteli' alimi, ancak kaliteli bir toplum üretebilir.
Ayriyeten, yine bilelim ki, bu husus, Müslüman Dünyası'nda faaliyet gösteren cemaatlerin 'samimiyeti'ni ölçmek için de bir kriterdir. Eğer bir cemaat, tabanının bilgi düzeyini yükseltecek faaliyetler yapmıyor, bilakis örneğin sadece onların 'oy'larını (veya 'humusları'nı) almak için gayret gösteriyorsa, o cemaatin Müslüman Dünyası'nın 'umud'u olmasına imkan yoktur. Hatta bunu yapanlar, bizatihi "çözümün önündeki engeller" olarak dahi görülebilirler. Çünkü yapıp-ettikleri, çözümü geciktirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Bu nedenle, bendeniz, bu toplantı vesilesi ile şu hususun altını hassaten çizmek istiyorum: evet siyasi mücadele verilmeden başarı yakalanamaz; ancak düşüncede devrim olmadan da, siyasi mücadele verecek devrimciler yetişmez. O yüzden, yaşadığımız şartlarda, dünyadaki bütün Müslümanların asla vazgeçemeyeceği öncelikli hedef, 'düşüncede devrim' olmalıdır!
Selam ile… Teşekkür mi konem.
Şeriati Vakfı'nda yaptığım konuşma