Alıntılar

Modernliğin Sapkınlıkları

Atasoy Müftüoğlu

Modern endüstriyel uygarlık, yalnızca son derece yıkıcı, yok edici silahlar üretmekle kalmadı, bu yıkıcı, yok edici silahları, ahlaksızca, merhametsizce, büyük bir zevkle kullanabilecek ırkçı-faşist yığınlar da üretti. İçerisinde yaşadığımız dönemde, silah/savaş/ölüm endüstrisi, ürettiği dehşetengiz yeni silahları Afganistan'da, Irak'ta, Filistin'de-Gazze'de masum insanlar, çocuklar ve kadınlar üzerinde test ediyor. İşgal altında tutulan İslam coğrafyası, aynı zamanda silah laboratuvarı olarak kullanılıyor. İnsanlık hayatını ahlaki değerlerden bağımsız hale getiren, moder uygarlık biçimi, yalanı/ikiyüzlülüğü/ahlaksızlığı zorunlu kılan bir siyaset biçimi de geliştirdi. İslam dünyası toplumları, son iki yüz yıl içerisinde çok kapsamlı bir ideolojik-kültürel entegrasyona tabi tutuldular. İdeolojik entegrasyonun en korkunç ve barbar dayatmalarına biz Türkiyeli Müslümanlar maruz bırakıldık.

Modern uygarlığın takdis ederek evrenselleştirmek istediği Avrupa-merkezci bütün değerlerin Gazze'nin yaşadığı son işgal ve istilalar sırasında bütünüyle iflas ettiğini; Avrupa-merkezci yapıların/siyasetlerin ırkçı-militarist Siyonizmin sınırsız vahşetini/canavarlığını çok sefil ve çok aşağılık sessizlik politikalarıyla nasıl onayladığını gördük. "İnsan hakları" söyleminin ne kadar büyük bir yalan olduğuna bütün bir insanlık tanıklık etti, ediyor. Modern Batı dünyası "demokrasi"yi ve "demokrasi" mücadelelerini yüceltirken, Ortadoğu'daki tek "demokrasi"yi, seçilmiş Hamas yönetimini yalnızlaştırıyor, Hamas karşısında saltanatçı Ortadoğu diktatörlüklerini destekliyor. Hamas'ın başarısının İslam'ın ve Müslümanların başarısı olarak değerlendirilmesinden bütün Batı duyası çok korkuyor. Direniş mücadelelerinin başarıya ulaşmaması için saltanatçı rejimler Amerika ve İsrail'le yardımlaşıyor. Siyasal tercihlerini Amerika ya da Avrupa'nın tercihleri/çıkarları doğrultusunda yapmaya mahkûm olan ülkeler, Filiştin'e/Gazze'ye insani yardımlar yaparken, kesinlikle siyasal yardımda bulunamıyor. Türkiye'de insani yardım kampanyalarına öncülük ederken, siyasal yardım yapma iradesi gösteremeyen ülkeler arasında bulunuyor. Sistematik soykırım ve katliamlar devam ederken, katil siyasetler devam ederken, realpolitik hesaplar maalesef gündemde tutulabiliyor. Filistin ve Gazze mücadelesi Arap dünyası yönetimleri eliyle yalnızlaştırılıyor. Filistin'in ve Filistinlilerin var olma hakları 1948 yılından beri tanınmıyor. Irkçı-militarist Siyonizmin vahşetin son noktasını, canavarlığın son noktasını temsil eden soykırım uygulamalarının insanlık çapında uyandırdığı dehşet ne kadar büyükse; bu vahşet karşısında siyasal dünyanın kayıtsızlığı da bir o kadar dehşet uyandırıcıdır. Günümüzde siyasal dünyanın hangi ölçüde kirlendiği, hangi ölçüde lekelendiği, hangi ölçüde vahşetle bütünleştiği, ırkçı Siyonizm karşısında sergilenen ikiyüzlülüklerle daha somut bir biçimde görülebilir hale gelmiştir. İslam dünyası ülkelerinde sokaklara yansıyan duyarlılık ve sorumluluk duygularıyla, yönetici kadroların tavrı arasında büyük uçurumlar oluştuğunu görmek gerekir. Teatral duygusallıklarla hiç bir politik etki uyandırılamayacağını görmek gerekir. İslam toplumları, İslam ailesi/Ümmeti çok ciddi bir bilinç aşınması/erozyonu/parçalanması yaşadığı için, çok ama çok küçük kimi romantik jestlerle,  teatral duygusallıklarla yönlendirile-biliyor; menkıbeler/kerametler/rüyalar ve hamasetle kalpleri kazanılabiliyor, destekleri alınabiliyor. Aziz İslam ailesinin, çok hayati, çok ağır sorunlarla karşı karşıya bulunduğu bir dönemde, bu sorunları çözümlemek üzere bir dayanışma zemininde bütünleşmek varken; mezhep misyonerliklerine tevessül etmek, ya da mezhep karışıklıkları temelinde olayları yorumlamak, mazur görülebilir, makûl karşılanabilir bir durum değildir. Aynı şekilde, aziz İslam ailesinin büyük bir bunalımla karşı karşıya kaldığı bir dönemde; îslami entelektüel hayatın, somut sorunlarla yüzleşmek ve hesaplaşmak yerine; batıniliğe yönelmesi, batini uğraşları, dili/tarzı/söylemi yeni bir moda gibi algılaması, hiç bir şekilde anlaşılması mümkün olmayan marazi bir durumun adıdır.

İsrail, 1948 yılından beri sık sık İslam dünyasının îslami iradesini ve bilincini test ediyor, bu irade ve bilince meydan okuyor, biz Müslümanların bütün mukaddeslerini açıkça/küstahça istiskal ediyor. Biz Müslümanların bütün mukaddeslerimiz ırkçı-militarist Siyonizmin tankları altında açıkça eziliyor, yerlerde sürükleniyor. Bu tahammül edilemez durum karşısında İslami cemaatler, partiler, yapılar, konjonktürel tercihler yaparak; koşullarla bütünleşerek; resmi siyasetlere boyun eğerek; statükoları savunarak; statükoların emrine girerek", olayların dayattığı yol/yöntem ve dili meşrulaştırarak; hiç bir haklı gerekçeleri olmadığı halde direniş hareketlerini, İsrail'le aynı hizaya koyarak; hiç bir şartta bir karşı duruş, dik duruş sergileme ihtiyacı duymaksızın, hiç bir riski göze almaksızın, hiç bir bedel ödemeyi düşünmeksizin, hep koşulların ve rüzgarın istediği yönde tercihler yaparak; koşulların mahkûmu haline gelmişlerdir. Bu ağır koşullar içerisinde büyük bir varoluş ahlakını/umudunu/uf-kunu ve sorumluluğunu Afganistan'da, Irak'ta ve Filistin'de yal-nızca direniş mücadeleleri temsil ediyor. Direniş mücadeleleri, karşı karşıya bulunduğumuz utanç verici konumlar içerisinde biz-lere hayatın içerisinde taşımamız gereken sorumlulukları ihtar ediyor. Bizler, bütün bunalım dönemlerinde olduğu gibi, bu dönem de de, bir şekilde normal hayatlarımızı sürdürüyor, direniş mü-cadelelerine ilişkin destek eylemlerini tatil günü etkinliklerine dönüştürüyoruz. Direniş mücadeleleri, inançlarımızla, hayatlarımız arasındaki çelişkileri/uçurumları bizlere hatırlatırken; teslimiyet/hoşgörü mücadeleleri de, hayatlarımızla, inançlarımız arasında hiç bir çelişki yokmuş gibi sıradan hayatlarımızı sürdürmemize yardım ediyor. Teslimiyetçi yaklaşımlarımız sebebiyle 1948 yılından bu yana her dönemde yalnızca Filistinlilerin taviz vermek zorunda bırakıldığını, Siyonist ırkçılığın hiç bir konuda en küçük bir taviz vermediğini hatırlamalıyız. Bu noktadan hareketle her teslimiyetçiliğin neden olduğu ağır bağımlılıklar üzerinde düşünebilmeliyiz.

Günümüz dünyasında iletişimin küreselleşmesi, medya ürünlerinin, küresel pazara kolaylıkla taşınabileceğini gösterdi. Bugün bir yanda haber/kültür/eğlence ihracı yapan ülkeler var, bir diğer yanda da haber/kültür/eğlence ithali yapan ülkeler var. Bütün toplumlar tek yanlı bir haber alışverişi içerisinde bulunuyor Haber tekellerini ellerinde tutanlar pek çok konuda medya karartmaları yapabiliyor. Modern Batı dünyası ideolojik fetihler için her tür imkanı kullanıyor. Toplumlarımız küresel sömürü aygıtları tarafından teslim alınıyor. Ekonomik ve siyasal egemenlikleri ciddi bir biçimde zaafa uğratılan İslam dünyası ülkeleri, yalnızca kültürel milliyetçiliklere sığınmak suretiyle kendilerini ifade etmeye çalışıyor. Kültürel milliyetçilikler de, olumsuz ve çarpık temsiller olarak ortaya çıkıyor. Hayatın her alanında haksız ve adaletsiz tahakküm biçimlerine karşı direniş ahlaki bir sorum-luluk haline geliyor. İslam dünyası ülkelerinde siyasal bağımsızlık, büyük güçlerin çıkarlarına göre şekilleniyor. İslam dünyasın da yalnızca El Cezire televizyonu, Batılı medya tröstleri tarafın dan yürütülen haber tekelini kırmayı başardı. Günümüzde iletişim sistemleri, ideolojik, ekonomik, politik egemenlik/iktidar sistemleriyle birlikte hareket ediyor. Medya ürünlerinin Batılı içeriği konusunda çok dikkatli olmak gerekiyor. Elektronik işgal, kuşatma ve abluka yeni bağımlılık biçimleri oluşturuyor. Hepimiz ideolojik gündeme, egemen gündeme, emperyal gündeme mecbur bırakılıyoruz. İdeolojik ufuklarla kısıtlandığımız için, ortak bir insani ufkun içerisinde yaşamayı başaramıyoruz. İhtiraslarına tutsak olanlarla, hiç bir insani etkileşim kurulamıyor. Bir direniş dili ve bilinci gerçekleştirmeyi başaramayan herkes,  bir biçimde ideolojik denetimi ve gündemi kabul ediyor. Her yerde seküler insan hakları tanımının etkisizliğini, çarpıklığını ve tek yanlılığını görebiliyoruz. Küresel iletişim, her toplumda, farklı hayat tarzlarına tanık olan bireyleri, kendi hayat tarzlarına yabancılaştırıyor. İletişimin küreselleşmesi hayat tarzlarını dönüştürüyor. Medya ürünlerinin küreselleşmesi farklı kültürler arasındaki mekansal engelleri ortadan kaldırıyor. İletişimin küreselleşmesi, insanların yerel olmayan bilgi biçimleriyle tanışmalarını da kolaylaştırıyor.

Modern hayat tarzı cinselliği tensel bir ilişki biçimi olarak algılıyor, cinselliği bir tür hayvanlığa indirgiyor, içgüdüsel bir şey olarak görüyor. Cinselliğin, helal-haram, boyutuna, ruhsal/ahlaki/deruni boyutuna, sevgi/saygı/bağlılık boyutuna önem vermediği için cinselliği ticarileştiriyor. Modern kültür kadınları cinsel zevk nesneleri olarak kullanıyor. Kadınlar kendilerine dayatılan biçimlere mahkûm ediliyor. Günümüzde kadınlar aileyi değil, kariyeri tercih ediyor. Aile karşıtı bir dil savunulabiliyor. Ruhu olmayan beton kentlerde yaşadığımız için, ruhu olmayan beton karakterlerle karşılaşı-yoruz. Burada aziz İslam uygarlığının bir kentler uygarlığı olduğunu; hayata yeni çıkan İslam uygarlığının büyük kentler kurarak tarihin dikkatini çektiğini; İslami kentlerin ruhu olan kentler olduğunu; İslami mimarinin ruhu olan, estetik derinliği olan bir mimari olduğunu; büyük uygarlıkların ifadesi olan İslami kentlerin bugün de İslam tarihini temsil etmeye devam ettiklerini hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor.

Modern zamanlar her alanda yapay hayatlar, yapay dün-yalar, yapay ilişkiler oluşturdu. Modern zamanlar çıkarcı-maddeci hayat tarzlarını, dünya görüşlerini meşrulaştırdı. Sekü-ler hayat, arzular ve zevklerden ibaret bir hayata dönüştü. Kapitalist küreselleşme, bütün insani/toplumsal değerlerin çözülmesine/dağılmasına neden oldu, insanları, tüketici birey-ciliklere sürükledi.

Makinelerin, araçların, çıkarların, hesapların dünyasına katlanmak zorunda değiliz.

Kişiliksizleştiren bir dünyaya, gündelikliklere mahkûm değiliz. Bir değer sistemine ihtiyaç duymadığı gibi, kendisi de bir değer sistemi oluşturamayan, pozitivizmi ve çıkarı bir değer olarak dayatan modernlikleri takdis etmek durumunda değiliz.  İnsanı insana, insanı kendisine yabancılaştıran bir dünyada, ahlaki ve tarihsel bağlamı bulunmayan ideolojik klişe lerin dünyasında, İslami varoluşun bütün renklerine bütün bir varlığımızı açmalıyız. Yalnızca Batı dünyasına özgü bir modeli dayatan içi boş evrenselliği sorgulayabilmeliyiz. Tarihin, ideolojik/ırkçı sınırlar içerisine hapsedilmesi her zaman çok tehİlkeli sonuçlara yol açmıştır, bugün de açmaktadır. Anti-Semitizmin bir Avrupa ideolojisi olduğunu burada kaydetmek gerekir.

Din'i fanatizm konusunda, ırkçı/faşist fanatizm konusunda îsrail'le yarışabilecek bir başka ülke bulunamaz. Hiç bir halkın, diğer halklardan farklı olarak çok özel nitelikleri olmadığını bilmek gerekir. Irkçı, milliyetçi, mezhepçi, hizipçi dil her zaman çok yaralayıcı etkiler uyandırır. Her kültür, her dil, her yaklaşım, insanın evrensel karakterinin korunması konusunda duyarlı olmak zorundadır. Irkçılıklar bütün kültürel renkleri yok eder. Her kültür kendi, özgün yanını koruyarak diğer kültürleri ilişki kurabilir ve kurmalıdır. Kültürel alışveriş, kültürler arası alışveriş anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durumdur

Ancak, kültürel hegemonya anlaşılabilir ve kabul edilebilir değildir. İdeolojik ya da kültürel hegemonya yoluyla zihinleri köleleştirilenlerin, bedenlerinin özgür olmasının hiç bir değeri olamaz.

Endüstriyel hayat tarzı, küresel kapitalizmin himayesi altında varlığını sürdürüyor. Endüstriyalizm, bir diğer yanda hayatın bütün boyutlarını tahrip ediyor.    Bugün, tehditkar bir modernizmle karşı karşıyayız, bu nedenle hiç bir şekilde modernizmi putlaştırmamalıyız. Modern zamanlarda, hayatın her safhasında yaşanan çözülmeler, yabancılaşmalar nedeniyle, toplumlar net bir kimlik bilincine sahip değiller. Bu çözülmeler, yabancılaşmalar nedeniyle, hayatın bütün boyutları barbarca ticarileştiriliyor; ruhsuz, ahlaksız, niteliksiz bir kültür üretimi gerçekleştiriliyor. Eğlence endüstrisi kitlelerin hayatlarını acımasızca israf etmelerine yol açıyor.

Modern eğitim biçimi, eğitimli cahiller yetiştiriyor. Hangi toplumda olursa olsun, eğitimli cahillerin ahlaki kaygıları, vicdani kaygıları yoktur. Bütün faşizm biçimlerinin ortak yanları, akla ve ahlaka karşı olmalarıdır. Her faşizm biçimi akılsız ve ahlaksız eylem biçimlerine öncelik tanır. Mitlerle desteklenen ırksal üstünlük safsataları, ortaya çıktığı her yerde büyük cana varlıklara neden oluyor. Bugün; Filistin'de, Gazze'de yaşandığı üzere, ırka dayalı ideolojiler, tarihsel kötülüklere cesaret veriyor. Irk'a dayalı ideolojiler, sistematik terör, vahşet, canavarlık, ırk emperyalizmi, nüfus mühendisliği, tehcir ve imha hareketlerini çoğaltıyor, büyütüyor.

Modern zamanlar boyunca bilimsel ve teknolojik gelişmelerin; insani/toplumsal düşüncelerin ve değerlerin gelişmesine, insani dünyanın vazgeçilemez temel niteliklerine bir katkıda bulunmadığını biliyoruz. Bilim ve teknoloji daha çok kapitalist çıkarlar adına kullanılıyor; bilim, sanayileşme ve askeri teknoloji üzerinde yoğunlaşıyor. İnsanlığın dünyası, modernliğe ait kuramsal çerçevelerle ahlaki bir dünyanın mümkün olmadığını görüyor. Modernliğin her alanda nihilist yaklaşımlar ürettiğini bugün daha çok görebiliyoruz. Kendisini merkeze koyan modern Batı dünyası, Batılı olmayan dünyaya bir nesne muamelesi yapıyor, kendisini özne olarak konumlandıran Batı, nesneler üzerinde güç uygulayabileceğini düşünüyor. Batı'nın coğrafi bir tanım olmadığını, ideolojik ve ırkçı bir tahakküm projesi olduğunu belirtmek gerekiyor.

Yirminci Yüzyıl; insani, ahlaki, felsefi, edebi, kültürel idealler açısından yoksul bir çağ'dı, tek yanlı bir gelişme çağıydı, rölativist bir çağdı, kuralsızlık çağıydı. Yirmibirinci Yüzyılda aynı özellikleri sürdürüyor. Yirmibirinci Yüzyılda da,her hangi bir anlam, değer, ahlak sisteminin çerçevesi içerisine yerleştiremeyeceğimiz olaylar, gerilimler, çatışmalar, yalnızlıklar yaşıyoruz. İnsanlığın dayanabileceği, güvenebileceği, umut edebileceği, hiç bir ahlaki/vicdani yasa değer sistemi yok. Bu ağır koşullar içerisinde, bu koşullara müdahale edebilecek bütün imkanlara sahip bulunan İslam ve İslami irade ise; tarihin içerisinde, tarih sahnesinde değil, tarihin ve hayatın dışında yaşatılıyor. Günümüzde, açıkça itiraf etmeliyiz ki; İslam, ruhani/batini bir bilgelik biçimine dönüştürülmüştür. İslami düşünce hayatının kendisini tekrar etmeye başlamasıyla birlikte, entelektüel durgunluk-düşüş-çöküş ve gerileme dönemlerine girilmiştir. Bugün, din'i hayat tefsir'e dayalı bilgiler yerine,tevil' e dayalı bilgilerle varlığını sürdürüyor. Batıni spekülasyonlarla gizli anlamlar peşinde koşuluyor. Sıradanlaşmalar bir türlü aşılamıyor. Sıradanlaşmaları kimse aşmak istemiyor, kimse bu durumdan rahatsız değil. Yenilenmeye kapalı, savunmacı bir dini hayat tarzını sürdürüyoruz. Yüz yıl boyunca aynı metni, aynı eseri, hiç bir biçimde tartışmaksızın, bu metnin/eserin bugün ne anlama geldiğini düşünmeksizin, bu metnin/ eserin yazarını kutsallaştırarak, masum telakki ederek, metin yazarının ilahi ayrıcalıklara sahip olduğunu iddia ederek, dünyayı/ha-yatı/olayları/tarihi yalnızca bu zatın ufkuyla/birikimiyle sınırlandırarak; bir başka alime, harekete, yoruma, yaklaşıma kapılarını kapatan; bir başka hareket olup olmadığını, bir başka yorum biçimi olup olmadığını hiç merak etmeden, temsil ettikleri yorumu ebedileştiren cemaatlerimiz var. Bu tür bir yorum ve yaklaşımla hiç bir şekilde yeni bir başlangıç yapılamaz. Bu sıradanlıklarla/alışkanlıklarla hiç bir alanda bir etki oluşturulamaz, yeni bir inşa gerçekleştirilemez, hiç bir İslami mücadele verilemez. Her alanda statükolar kendilerini tekrar ediyor. Entelektüel üretim yapılmayınca entelektüel eylem de gerçekleştirilemiyor. Bağımsız düşünceler, entelektüel çerçeveler, açılımlar, geliştirme iradesi gösteremeyen toplumlar savunmacı dile/tavra mecbur oluyor. Kendi kendisini tekrarlayan yapılar, düşünceler, toplumlar yeni gerçeklikler karşısında bir varlık ortaya koyamazlar. Entelektüel, düşünsel yapılar, yeni gerçeklikleri çözümleyebilecek, yorumlayabilecek bir hareket-lilik ve dinamizm içerisinde olmak zorundadır.

Günümüzde insanlık, hiç bir umuda yer bırakmayan faşizmlerle kuşatılmış bulunuyor. Modern zamanlarda/ egemen ırkçı ideolojiler, insanlığı indirgeyici ikili karşıtlıklar içerisine hapsettiler. İkili karşıtlıklar sömürgeciliği meşrulaştırmak üzere icat edildi. Sömürgecilik sonrası dönem, toplumlarımızın kolonyal taklitçiliklerle bütünleştiği dönemler oldu. Sömürgeciliğin mirası olan katı ideolojik sınırlar aşılamadı.

12 nci yüz yıl boyunca Avrupa, Endülüs İslam Medeniyetinden bilgi/bilim/kültür ithal ediyordu. Seçkin Avrupalılar çocuklarını eğitim için Endülüs'e gönderiyordu. Endülüsten aldıkları bilgileri kültürü kendi yerel gerçeklikleriyle bütünleştirerek hayata geçiren Avrupalılar bu bilgi, bilim ve kültürle Rönesans ve Reformu gerçekleştirdiler. Kimi Batılı tarihçiler, Bizans ve İspanyada, Müslümanların gelişini yerli halkların çok iyi karşıladıklarını, Müslümanların yönetimini despot Hıristiyan yöneticilerin yönetimine tercih ettiklerini kaydetseler de; Batı uygarlığı, İslam uygarlığından aldığı bilimsel, felsefi, hikemi katkıları, matematik ve tıp alanlarında aldıkları katkıları bugün unutmuş görünüyor. Burada asıl konuşulması, tartışılması ve somutlaştırılması gereken soru şudur: Batı uygarlığına hayat veren İslam uygarlığı ve İslam iradesi tarihten nasıl/niçin ve ne zaman çekilmiştir? Bu uygarlığın ve iradenin tarihe yeniden dönmesi için ne yapmak gerekir? Bu yakıcı sorular üzerinde düşünerek, bu yakıcı soruların yanıtlarını vermek zorundayız.

Endülüs İslam uygarlığından alman katkılarla yükselişe geçen Avrupa,17 nci yüzyılda bilimsel devrimleri, 18 nci yüzyılda Aydınlanma'yı, 1780 lerde İngiliz sanayi devrimini, 1789 da Fransız siyasal devrimini gerçekleştirdi, özellikle sanayi devrimi Avrupa'mı ekonomik açıdan çok güçlenmesine ve Avrupalı olmayan toplumlara tahakkümüne yol açtı. Batı dünyası sahip bulunduğu teknik ve ekonomik üstünlüğü, aynı zamanda bir kültürel/entelektüel üstünlük olarak da ihraç etmeye çalıştı. Bu durum, özellikle son ikiyüzyılda Batı dünyası ile, Batı olmayan dünya arasında yoğun çatışma ve gerilimlere neden oldu. Toplumlarımızın kültür ithal eden toplumlar olmaktan çıkarak, kültür ihraç eden toplumlar seviyesine çıkarıncaya kadar bu çatışma ve gerilimler devam edecek. Toplumlarımız kendi bünyele-rine uygun olmayan kültürel tarzları ithal ettikleri için, sürekli olarak kültürel sarsıntılar geçiriyoruz. Modern dünyayı ve modern zamanları oluşturan kültürel dinamikler, rasyonelleşme ve sekülerleşme, aklın din'den, din'in akıldan bağımsızlaşması sonucunu doğurdu. Din'den bağımsızlaşan akıl, her tür kötülüğe karşı büyük bir duyarsızlık/kayıtsızlık sergiledi. Din'den bağımsız akıl, tek bilgi biçimi olarak, bilimsel bilgiye yaslandı. Bu durum, insani anlam ve değerlerin, insani durumların ve yönelişlerin, bilimsel bilginin ilgi alanı dışına çıkarılması demekti. Sınırları teknik akılcılık tarafından belirlenen bilim anlayışı, insani değerlere itibar etmedi. Teknik akılcılık tarafından desteklenen bilim anlayışı, ideolojik/ırkçı akıldışılıkların tahakkümü karşısında bu akıldışılıklara müdahale bir yana, bu akıldışılıkların aracı haline geldi. Bütün mutlaklara karşı savaşan modern bilim, sonunda kendi kendisini mutlaklaştırarak içerisinden çıkamayacağı derin bir çelişkiye düştü İnsani varoluşun yalnızca akla indirgenmesi, insani bütünlüğü: bozulmasıyla sonuçlandı. Kibirli bir bilim zihniyeti insani varoluşun ahlaki/manevi boyutlarına yabancı kaldı. Yararcılığın tek "değer" haline gelmesiyle birlikte, toplumlarımız, her tür hikmetten, içtenlikten, samimiyetten uzaklaştı. Yararcılık toplumları temel insanlık duygularına yabancılaştırdı. Bilimsel ve teknik aklın egemenliği anlamına gelen modernlik tarihi ideolojik bir tarih haline getirdi. Ahlaki temelleri olmayan ideolojik bir tarih içerisinde gerçekleşen, sınırları belirsiz bir değişim, her toplumda farklı içimlerde bir anarşiye yol açtı. Sekülerleşme, akılcılaşma, modernleşme, modern tarihi her tür bilgelikte ve ahlakilikten uzaklaştırdı. Ahlaki sınırları, çerçevesi ve boyutları olmayan bir özgürlük anlayışı modern zamanların putu haline geldi.

İçerisinde yaşadığımız dönem koşullar ne kadar kirli ve bulanık olursa olsun, rüzgar hangi yönde eserse essin, bizler, Müslümanlar olarak ahlaki bağımsızlığımızı korumalıyı Her durumda, her yerde ve her şartta, sadece sorumlu/bilinçli samimi insanlar olarak yaşamalıyız, insan olarak yaşamalıyız. Hiç kimse, hiç birimizde bir olağanüstülük ve aşırı nitelik vehmetmeye kalkışmamalı. Sadece ve sadece samimi insani özelliklerimizle anılmalıyız. Ahlaki bir sesi, duruşu, tavrı, yürüyüşü temsil çabası içerisinde bulunmalıyız. İçimizde büyüyen acıları soylu dayanışmalarla azaltabiliriz. Halen karşı karşıya bulunduğumuz karanlık tarihsel koşulları aşabilecek bir irade oluşturmanın yollarını birlikte bulabiliriz. Hayatı/tarihi/insanı anlamlı ve onurlu kılan şey direniştir. Siyonist ırkçılık karşısında içerisine düştüğümüz siyasal felç/zillet durumu bir kader olamaz. Köleleşerek vazolunamaz, direnerek varolunabilir. Direnerek, insani/ilahi değerleri/anlamları çoğaltabiliriz. Köleleşmek, bütün bilgeliklere, insanlık onuruna ve ahlakiliğe veda etmek demektir. Herkesin kendi statükosunu korumak için ahlaksızca sustuğu, kendi çıkarları için, hep güçlülerin ve egemenlerin yanında yer aldığı bir dönemde hakikatin sesi olmaya devam etmeliyiz. Kendini ve kendi hizbini beğenmişlik kadar büyük bir dar görüşlülük olamaz. Kendisini ve hizbini beğenenler, bu konuda eleştiriye kapalı olanlar başka akıllara, fikirlere, görüşlere, tecrübelere ihtiyaç duymazlar, bu nedenle de narsist bir dargörüşlülüğe mahkûm olurlar.

Onurlu insanlar, her yerde, her durumda bir yüzlü olurlar, bir sözlü olurlar. İnsan, söze verdiği değerle, değer kazanır. Sözlerine sadık kalmayanların insani yanları eksik kalır. Katı/soğuk/bulanık/kirli siyasal hesapların dünyasına mahkûm olmak; hepimizin ahlaki ve vicdani yanımıza zarar veriyor, hasar veriyor. Katı/kirli siyasal hesapların dünyasına mahkûm olduğumuzda, korkunç olaylara tanık olduğumuz halde, normal hayatlarımızı sürdürmeye devam edebiliyoruz. Katı/kirli siyasal hesapların dünyası, adaletten yana olanları, direnişten yana olanları yalnızlaştırıyor. Siyasal hesapların, siyasal çıkarların dünyasına mahkûm olmak, bütün içtenliklerin bozulması anlamına geliyor, samimiyetin ortadan yok olması anlamına geliyor. Yeni hiç bir şey üretmeden, yeni hiçbir şey inşa etmeden, koşullarla birlikte sürüklenmek, bir beklentisizlik içerisine girmek, sıkıcı tekdüzeliklerle bütünleşmek; bir bilinç karmaşasının, bir değerler ve anlamlar karmaşasının sonucudur.

Kaynak: kuraniterbiye.com, 28.04.2009