Söyleşi

DÜŞÜNCENİN OKULLAŞMASI ÇALIŞTAYI (2018-ANKARA)

(CEVAPLAR)*

* Düşüncenin Okullaşması Çalıştayı (2018)’nda yapılan konuşmaların tam metni birkaç hafta önce sitemizde yayınlanmıştı. Şimdi de bu konuşmalarda dile getirilen görüş, eleştiri veya önerilere ilişkin kanaatlerimizi içeren metni yayınlıyoruz. Burada şöyle bir üslup benimsenmiştir: önce her bir konuşmanın ana tezi tek bir cümlede özetlenmeye çalışılmış, ardından da katılımcının bu tez bağlamında ortaya koyduğu görüş, öneri yahut eleştirilere cevap vermeye gayret edilmiştir. Önceki katılımcıların dillendirdiğine benzer eleştirilerde bulunan sonraki katılımcıların görüş ve eleştirilerine ise, tekrara düşmemek için cevap verilmemiştir. Cevaplara yönelik olarak gerek katılımcılardan gerekse okurlardan yeni eleştiriler gelirse, onlara dair de yeni bir tartışma başlatılabilir.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

ATASOY MÜFTÜOĞLU:

"Düşüncenin okullaşmasından önce düşüncenin özgürleşmesi gerekir."

KÜRŞAD ATALAR: Müslümanlar olarak çağdaş dönemde nitelikli düşünce üretemediğimiz bir vakıadır. Hatta bir değerlendirmeye göre miladi 12. yüzyıldan itibaren, bir diğerine göre ise miladi 16. yüzyıldan bu yana, Müslüman Düşüncesi "orijinal" bir üretimde bulanamamaktadır. Bu hususta "dibi gördüğümüz dönem" olarak da 19. yüzyılı gösterebiliriz. Bu asırda (belki iki asır öncesinden beri) paradigmal üstünlük "fiilen" Avrupa/Batı düşüncesindedir. Ama o tarihten itibaren de Müslüman Dünyası bir "uyanış" süreci yaşamakta, sembol şahsiyetlerden Cemaleddin Afgani’nin başlattığı "öze dönüş" hareketi çeşitli tezahürleriyle birlikte varlığını sürdürmektedir. Bu sürecin doğru değerlendirilmesi durumunda "okullaşma mı, özgürleşme mi?" sorusuna isabetli bir cevap vermek mümkün olabilecektir. Başka bir ifadeyle, Afgani’den bu yana üretilen düşünce hangi seviyededir? Özgür müdür, tutsak mıdır? Henüz rüşeym halinde midir, yoksa gelişmesine rağmen "yetkinlik" seviyesine mi ulaşamamıştır? Atasoy abi, bu soruya özetle "henüz düşünsel özgürlüğe ulaşamadık" şeklinde cevap veriyor. Bendeniz bu konuda farklı düşünüyorum. Düşüncenin Okullaşması kitabında da ifade etmeye çalıştığım gibi, bence "gelişiyoruz ama henüz okullaşamadık." Çağdaş Dönem Müslüman Düşüncesi’ni kabaca 3 bölüme ayıracak olursak, Afgani ile başlayan ilk dönem yaklaşık olarak II. Dünya Savaşı dolaylarında sonlandı ve Kutup/Mevdudi düşüncesiyle birlikte gelişme dönemine girdik. Bu süreç, zannımca, hala devam ediyor. Bitimini "okullaşma" belirleyecek. Yani gelişmekte olan Müslüman Düşüncesi eğer okullaşırsa "yetkinliğe" ulaşacak ve artık sosyal/siyasal alanda da "değişim" ümidi net biçimde tebarüz etmiş olacak.

Çağdaş dönemde Müslümanların üretmiş olduğu düşüncenin evrimi iki yönden teste tabi tutulabilir: 1) Kavramsal üretim, 2) Siyasal dinamizm. Eğer bir düşünce yeni kavramlar üretebiliyorsa, bu, orada düşünsel gelişimin olduğunu gösterir. Ve yine eğer bir coğrafyada siyasal dinamizm varsa, bunun temelinde öyle veya böyle yeni bir düşünce, anlayış veya kavram vardır. Her iki açıdan Çağdaş Müslüman Düşünce teste tabi tutulduğunda, benim gözlemim, belirgin bir gelişme eğiliminin var olduğu yönündedir. Mesela Afgani ile başlayan ilk dönemde "cahiliye" kavramı düşünsel tartışmalarda yoktur; bunu ancak Mevdudi/Kutup döneminde görebiliyoruz. Hakeza ilk dönemde Batı Düşüncesi’ne yönelik eleştirilerin büyük ölçüde rasyonalizm/pozitivizm kavramları çerçevesinde ve "savunmacı" bir dille yapıldığı görülürken, Kutup/Mevdudi döneminde söylemin özgüvene kavuştuğunu ve tartışmaların belirlin düzeyde bir ideolojik derinliğe sahip olduğunu gözlemliyoruz. Örneğin, bu dönemde Kutup "orijinal dili kullanmalıyız" diyebiliyor, Şeriati modernitenin temel kavramlarına yönelik eleştiriler getirebiliyor. Hakeza, siyasal dinamizm açısından da II. Dünya Savaşı’nın ardından Müslüman Dünyası’nda yeni bir takım gelişmeler yaşanmıştır. Hilafetin ilgasından sonra Müslümanlar genellikle "İslami Hareket" olarak adlandırılan yeni bir örgütlenme modelini tecrübe etmişler ve bu teşkilatların çalışmaları II. Dünya Savaşı’ndan sonra Müslüman Dünyası’nda hız kazanmıştır. İran’da gerçekleşen Devrim’i de aynı düzlemde değerlendirmek mümkündür. Siyasal arenada gözlemlenen bu bariz dinamizmin ardında (başka bazı faktörler de olmasına rağmen) üretilmiş olan düşüncenin bulunduğu, yeni anlayışın, yeni kavramların bu dinamizmi doğurduğu rahatlıkla söylenebilir.

Bununla birlikte, düşüncenin gelişim süreci devam etse de, sadece başlangıç döneminde değil, gelişme döneminde de paradigmal üstünlük hala modernitededir. Atasoy abinin bu bağlamda ifade ettiklerine ben de katılıyorum. Ama ben süreç içerisinde bu alanda da bir takım olumlu gelişmeler yaşandığını düşünüyorum. Örneğin, paradigmal üstünlüğün postmoderniteye geçmesiyle birlikte, Batı Düşüncesi’nin yeni fikir üretme kabiliyeti azalmıştır. Üstelik bu zaaf, en çok da düşüncenin en merkezi kavramı olan "hakikat" alanında yaşanmaktadır (nitekim bugün artık post-truth dönemine geçildiği tartışılmaktadır). Henüz tezahürleri net olarak görülemese de, zannımca uzun-erimde bu eğilimin Batı Düşüncesi’ne yıkıcı etkileri olacaktır. Çağdaş Müslüman Düşünce bu yeni durumdan da (dolaylı olarak) olumlu yönde etkilenmektedir. Çünkü insanlığın böylesi bir vasatta başka hakikat iddialarına kulak kabartma ihtimali artmaktadır. Bu bağlamda Atasoy abinin "seküler epistemolojiyle hesaplaşamadık" veya "Avrupa-merkezci bilginin sistematik yapı-sökümünü henüz yapamadık" mealinde dile getirdiği görüşlere ilişkin olarak da şunları söyleyebilirim: epistemolojik tartışmada yetkinlik düzeyine zaten ancak "okullaşma" ile ulaşılabilir. Bunun öncesinde kaçınılmaz olarak "zaaflı düşünce" vardır. Atasoy abinin "yapamadık" tespiti bu çerçevede doğru kabul edilebilir. Bununla birlikte, burada "henüz" kelimesine dikkat edilmelidir. Yani, örneklendirecek olursak, Afgani’nin çabası değerlidir, fakat çok eksiktir; Mevdudi’nin çabası değerlidir, ama o da eksiktir; Şeriati’nin çabası değerlidir, ama onda da eksiklikler vardır… Kısacası süreç bu şekilde ilerlemektedir. Başka bir ifadeyle çağdaş dönemde düşüncenin gelişme trendi devam etmekle birlikte "henüz" yetkinlik aşamasına ulaşılamamıştır. Buradan, zamanı geldiğinde o aşamaya da ulaşılacağı neticesi çıkar. Elbette ki yapılması gerekenler yapıldığında! Bunların neler olabileceğiyle ilgili olarak gerek Düşüncenin Okullaşması (2012) ve Gelecek İçin Manifesto (2015) kitaplarında, gerekse de dusunceninokullasmasi.com sitesinde bazı somut önerilerde bulunmaya çalıştım. Bunların dışında yeni öneriler de olabilir. Örneğin Çalıştay bağlamında özellikle Hayri hocamın veya Cevat abinin dile getirdiği türden çalışmalar da yapılabilir. Tarih boyunca farklı alanlarda birçok düşünce nasıl okullaşmışsa, kanımca (gerekli gayret gösterildiğinde) Çağdaş Müslüman Düşünce de okullaşacaktır. Temelleri yaklaşık bir buçuk asır önce atılan bu düşüncenin, en azından bu noktada (Atasoy abinin terminolojisini kullanacak olursak) "özgürleştiği" söylenebilir. Yani bu düşüncenin (Ali Şeriati’nin ifadesiyle) "yönü" artık bellidir. Düşünsel dinamizm noktasında yaşanan 5 asırlık durgunluk döneminin ardından gelen 2 asırlık çöküş, bir sonuçtu. Afgani ile birlikte başlayan düşünsel Rönesansın (yahut Öze Dönüş’ün) sonuçlarını ise, üretilen düşünce miktarınca aldık ve almaya da devam ediyoruz. Bu düşüncenin derinlik kazanması (yani sistematik hale gelmesi) durumunda, okullaşmanın da neticelerini alacağımıza inanıyorum. O zaman potansiyel olarak "dünyayı değiştirme" imkanını yakalamış olacağız. Değişim elbette otomatik olarak gerçekleşmeyecektir. Düşünce sistematik olarak ifade edildiğinde organizasyonel gücümüz artacak ve sonuçta sosyal/siyasal alanda somut sonuçlar elde edebilecek yapılar, cemaatler, devletler vs ortaya çıkacaktır.

Bu noktada vahyin rolünün değerlendirilmesi de önem arz etmektedir. Camiamızda Düşüncenin Okullaşması bağlamında dile getirdiğim görüşün anakronizm içerdiği yönünde bir yanlış değerlendirme yapılıyor. Özetle deniliyor ki: "teziniz düşünce okullaştığında dünyanın değişeceğini söylüyor ama tarihimizde değişim süreci başka yönde işlemiştir. Önce vahiy gelip dünyayı değiştirmiş, mezhepler daha sonra ortaya çıkmışlardır." (Her ne kadar Atasoy abi, vahiy bağlamında konuyu tartışmamış olsa da, "önce düşüncenin özgürleşmesi gerekir" tezinin de benzer bir tazammunu olduğu söylenebilir). İlk bakışta haklı bir eleştiri gibi görünse de, burada önemli bir hususun gözden kaçtığına dikkat edilmelidir. Değişik vesilelerle, kitap, konferans ve yazılarımda defaatle ifade ettiğim gibi, düşünce okullaştığında çözüleceğini iddia ettiğim sorunu, vahiy (üstelik ilk suresinde bile) çözmüştü! Nedeni basitçe şudur: vahyin inzal olmaya başlaması, Hakk’ın (yahut Hakikat’in) artık Hz. Muhammed tarafından "temsil edildiği" anlamına gelir. Bunun için vahyin tümünün inzal olunmasına gerek yoktur. Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna inanan kişi, beşerin araştırarak (yahut bilim yoluyla) elde etmeye çalıştığı bilgiyi, doğruyu, hakikati zaten bulmuştur. Vahyin çerçevesini çizdiği alanda ayrıca bir Hakikat Arayışı’na girmesine gerek yoktur. Bu inancın doğal sonucu ise, peygambere gönülden itaattir. İtaat ilişkilerini düzenleyen ve güçlü organizasyonu ortaya çıkaran ana faktör işte budur. Sahabelerden hiç biri Hz. Muhammed’e (temelde) toplumun iyiliğini isteyen, emin/dürüst bir insan vs. olduğu için tabi olmamıştır. Tabiri caizse, onların "gönüllü kul" olmalarının nedeni, Hakikat’i bulduklarına dair inançlarıdır. Dolayısıyla çağdaş dönemde bizim çözmeye çalıştığımız sorun, vahyin inzal olduğu dönemde otomatikman çözülmüş olmaktadır. Bugün bizim sorunumuz, "kim itaati hak ediyor?" sorusuna kalpleri tatmin edecek düzeyde bir cevap veremiyor oluşumuzdur. Kısacası "otorite olmuş alim veya alimlerimizin olmayışıdır." Çünkü Peygamberden sonra görevi alimler üstlenir. Onların ilim düzeyi yüksekse, düşünce de kaliteli olur ve sorunlar kolaylıkla çözülür; onların ilim düzeyi düşükse, sorunlar ancak o düzey doğrultusunda çözüm bulabilir. Tarihsel süreçlerin hepsinde alimler illa ki var olmuşlardır. Fakat ilim düzeyi artıp azalabilir. Bu, son tahlilde, gayrete bağlı bir iştir. Çağdaş dönemde bu gayret, örneğin klasik dönemdeki ilk 5 asrın alimlerinin düzeyinde olmadığı için, sorun çözme kabiliyetimiz de o oranda düşük olmuştur. Bu kabiliyet geliştirilebilir. Yani gerekli çalışma yapıldığında, her alanda "otorite olmuş alimler" ortaya çıkabilir. Alim, son tahlilde, "sorun çözen kişi"dir. Çağdaş dönemde Müslüman Dünyası’nın sorunlarını çözmek için peygamber gelmesini bekleyemeyeceğimize göre, görev alimlere düşmektedir. Bu, bence çok açık bir husustur. Fakat kronoloji okumasını yanlış yapan bazı kardeşlerimiz, düşüncenin okullaşması tezinin anakronizm içerdiğini iddia edebiliyorlar. Oysa bu tezde tarihsel sürecin yanlış okunmasından ziyade, mezheplerin ortaya çıkış sürecini de izah edebilecek bir yaklaşım bulunuyor. Mezhepler, yeni bir sorun ortaya çıktığında, aslında vahyin inzal sürecinde yaptığının bir benzerini kendi dönemlerinde yapıyorlar ki, bu husus, çağdaş dönem Müslüman düşüncesini okullaştırmaya çalışanlar için de önem arz etmektedir. Kabaca söyleyecek olursak, vahiy Hakikat’e dair "ana konular"da zihniyet oluşumunu gerçekleştiriyor; mezhepler ise ortaya çıkan yeni sorunların çözümüne dair çözüm önerilerinde bulunuyorlar. Her ikisinin de ikna edicilik kriteri aynıdır: ele aldıkları konuyu kendi içinde tutarlı ve sistematik biçimde (yani aklı ve kalbi tatmin edecek düzeyde) ortaya koyarlar. Bu izahın (istisnai haller dışında) toplumda karşılık bulmasının asli nedeni işte budur. Zannımca çağdaş dönem Müslüman Düşüncesi henüz bu kriteri (istenen düzeyde) karşılayamadığı için, sorunlarımızın asli çözümünü de bulabilmiş değiliz. Ama gözlemlediğim kadarıyla, süreç olumlu yönde işliyor. Gayretlerimiz sonucunda okullaşma aşamasına da ulaşabileceğimiz yönünde bendeniz ümitvarım.

Atasoy abinin: "tarihimizde içeriden ve dışarıdan olmak üzere iki büyük saldırıya maruz kaldık" ve "modern kavram ve kurumların hiçbiri masum değildir" yönündeki tespitlerine ben de katılıyorum. Düşüncenin okullaşabilmesi için modernite eleştirisinin yanında gelenek eleştirisinin de ciddi biçimde yapılması gerekiyor. Ancak bundan önce, tabii ki, kriterlerin net biçimde tespit edilmesi lazımdır. Burada da öncelikle Kur’an’ın, ardından Sünnet’in iyi anlaşılması (daha sonra da tarihimiz boyunca üretilmiş olan düşüncenin iyi bilinmesi) önem arz ediyor. Ciddi bir modernite/postmodernite eleştirisi ancak bundan sonra yapılabilir. Çağdaş Dönem Müslüman Düşüncesi’nde Kur’an-Sünnet bilgisinin doğru biçimde edinilmesi yönünde epeyce ilerleme kaydedilmiştir. Bunu, Edille-i Erbaa formülünün "Kur’an ve Sünnet" klişesine dönüşmesinden anlamak mümkündür. Bu tür bir dönüşüm, ancak, Şeriati’nin bahsettiği "yön değişimi" ile mümkün olabilir. Bu alanda kazanılan bilinci, elbette ki genel kitle düzeyinde göremiyoruz; ancak "düşüncede devrim" tabiatıyla önce entelektüel zeminde gerçekleşir. Genel kitlenin değişimi, formül düzeyinde bulunan ilacın hap haline getirilmesi yoluyla sağlanır. O yüzden, Kur’an ve Sünnet anlayışının giderek sahihleşmesi sürecinde genel kitlenin geriden gelişini sürecin işleyişini etkileyen önemli bir sorun olarak görmek gerekmiyor.

Son olarak, Atasoy abinin: "modernizm ırkçı ve sömürgeci karakteri olan bir projedir" tespitine de genel olarak katıldığımı ifade edebilirim ama postmodern dönemde yeni bir düşünsel iklimin ortaya çıktığını da görmemiz gerekir diye düşünüyorum. Popüler söylemde bunun karşılığı "kültürel çeşitlilik"tir. Yani Batılılar (en azından düşünce meseleleriyle uğraşan yazarlar, felsefeciler, hatta bilim adamları) artık hakikatin kendi tekellerinde olmadığını dillendirebiliyorlar. Sosyal/siyasal alanda henüz çok net bir "Akla Veda" tutumu takınmış değiller ama teori alanında "başka hakikat iddialarına" yönelik olarak (modern dönemde olduğu gibi) yok sayıcı, dışlayıcı, tahkir edici yaklaşımı artık sürdüremiyorlar. Bunun temel sebebi, ideolojilerin onların başına açtığı gailelerdir. Bu yaklaşımın bir benzerini İslamcılık akımı için de gösteriyorlar. Çünkü onlara göre İslamcılık da bir ideolojidir. Ama sonuçta yaşadıkları tecrübe, artık kendi tezlerini "dayatmacı" bir üslupla savunmalarına da engel oluyor. Bu düşünsel zemin, halihazırda dünyada "Hakikat İddiası"nı en güçlü şekilde dillendiren Müslümanlar için bence bir fırsat oluşturuyor. Çünkü biz sahada yenildik ama düşünce planında yenildiğimizi hiçbir zaman kabul etmedik. Haçlılar ve Moğollar döneminde olduğu gibi, Avrupalı sömürgeciler döneminde de "imanımızdan vazgeçmedik." Başka bir deyişle, yenildiğimizde bile: "sorun İslam’da değil, bizde" diyebildik. En azından içimizden bunu söyleyebilenler hep oldu. Afgani’den sonraki dönemde net bir biçimde dile getirdiğimiz bu görüş (yani öze dönüşü öneren İslamcı akım) zamanla daha çok taraftar buldu ve Batı’nın iki başat ideolojisi olan sosyalizm ve liberalizmin Müslüman Dünyası’nda cazibesini yitirmesinin ardından popülarite kazandı. Bu yeni gelişmeyi özellikle de 1970’li yıllardan itibaren bütün Müslüman Dünyası’nda görmek mümkündür. Fakat "okullaşma" tezi bağlamında da ifade ettiğim gibi, bu akım henüz düşünsel manada "yetkinlik" düzeyine ulaşamamıştır. Gelişmektedir ama okullaşamamıştır. Bu aşamaya ulaşmadan sosyal/siyasal alanda gösterilen bütün gayretler eksikliklerle malul olacaktır. Bunun en net kanıtları Pakistan ve İran deneyimleridir. Her ikisi de Müslüman Dünyası’nda büyük ümitlerle karşılanmışlardır ama her ikisi de nihayetinde beklentileri karşılayamamıştır. Bu düşünsel zeminde yarın bir gün Türkiye’de de benzeri bir değişim yaşansa, onun akıbetinin de çok farklı olacağını sanmıyorum. Çünkü düşünsel seviyemiz bellidir ve bu düşünce düzeyiyle ancak bu kadar iş yapılabilmektedir!

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

©2023 - Düşüncenin Okullaşması. Tüm Hakları Saklıdır.