Alıntılar

‘İnsan Hakları’ ve ‘Özgürlük’ Kavramları İslamileştirilemez?

M. Kürşad Atalar

Bu yazıda, modernitenin en temel kavramları arasında yer alan ‘insan hakları’ ve ‘özgürlük’ kavramının İslamileştirilemeyeceği tezi savunulmaktadır. Bu amaçla, temel İslami kaynaklardan üzerinden bir tahlil yapılmaya çalışılmakta ve kavramın modernite içerisinde yüklendiği anlamlarla, temel İslami kavramlar arasındaki ‘bağdaşmazlık’ incelenmektedir. Nihayet, bu bağdaşmazlığın, iki farklı alem tasavvuru arasındaki köklü zıtlıklardan kaynaklandığı tespitinde bulunulmaktadır.

Anahtar terimler: İnsan Hakları, Özgürlük, Hak, İbadet, Din.

‘İnsan Hakları’ ve ‘özgürlük’ kavramları, Batı siyasal düşüncesinin temel kavramları arasında yer almaktadır. Bu kavramları, modernizasyon sürecinin başat felsefi ve ideolojik kavramları olarak bilinen rasyonalizm, hümanizm ve sekülarizmin siyasal dilde somutlaşmış ifadeleri olarak görmek mümkündür. Siyasal alan, ideolojilerin bir nevi siyasal programa dönüştükleri platform olduğu için, bu iki kavramı irdelemek, aslında bir bakıma Batı siyasal düşüncesinin temellerini de araştırmak demektir. Ancak bu tartışmanın sahici bir ‘anlamı’nın olabilmesi için, reformist ya da revizyonist yaklaşımların kavramsal araçlarının değil, İslam’ın siyasal dilinin kullanılabilmesi gerekmektedir. İşte bu amaçla, öncelikle bu iki kavram, ideolojik içeriği itibarıyla analiz edilecek, ardından da İslam’ın siyasal dilini oluşturan bazı terimler çerçevesinde bu kavramların eleştirisi yapılmaya çalışılacaktır.

Batı Terminolojisinde ‘İnsan Hakları’ ve ‘Özgürlükler’

Batı siyasal düşüncesinin başat kavramlarından biri olan ‘İnsan Hakları’ (Human Rights), liberal ‘doğal hukuk’ teorisinin geçirdiği evrim sonucunda ortaya çıkmış[1] ve özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaygın olarak kullanılmaya başlamıştır.[2] Günümüzde ise, kavramın, modern siyasal söylemin en popüler kavramlarından biri olduğu gözlemlenmektedir.[3] Kavram, popüler siyasal kültürde öylesine etkin bir konuma sahiptir ki, bazı Müslüman çevreler bile kavramı içselleştirmeye çalışmışlar[4] ve aktivitelerinin meşrulaştırıcı bir aracı olarak kullanmaktan geri durmamışlardır. Bu yüzden, kavramın bu pozisyonu nasıl elde edebildiğini anlamak için, öncelikle ‘insan hakları’ şeklinde formüle edilen terkibin kavramsallaşma sürecinin iyi tahlil edilmesi gerekmektedir.

Bilinmelidir ki, bu sürecin kökeni, doğal hukuk kavramına uzanır. Süreci antik dönemle başlatanlar da olmasına rağmen,[5] ‘doğal haklar’ kavramı, ilk kez somut bir biçimde John Locke (1632-1704) tarafından formüle edilmiştir. Ona göre, bireyler, “yalnızca insan (human) olmalarından kaynaklanan”, yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi haklara sahiptir.[6] İnsanlığın ilk hayat evresi olan ‘doğal durum’ (state of nature) ortamında zaten var olan bu haklar, tarihsel süreç içerisinde insanların topluluk halinde yaşamaya başlamalarıyla birlikte devlete devredilmiştir.[7] Devlet bu hakları koruyamıyorsa, o zaman bireylerin devrim yapma hakları bile doğar.[8] Ancak, bireysel hakları önceleyen bu saf doğacılığa karşı, toplumun haklarının öncelenmesi gerektiğini öne süren ‘toplumcu’ teoriler de ortaya atılmıştır.[9] Doğal hakları, “ayağı yere basmayan saçmalıklar” olarak gören Bentham,[10] “en çok sayıda insan için en çok hazzı” önerirken, 19. yüzyıl Alman idealizminin ve Avrupa’da gelişen ulusçuluğun da etkisiyle, Marksistler, hakların topluma ait olduğu tezini savunmuşlardır.[11] Muhafakazarlar da doğal, evrensel ve vazgeçilmez haklar anlayışını reddederler. Çünkü muhafazakarlık, ontolojik olarak zayıf gördüğü bireyin aile, din ve gelenek gibi kurumlarla desteklenmesini gerekli görür ve bireyin soyut düşüncelerinden ziyade, tarihsel birikim ve pratik tecrübenin önemli olduğunu kabul eder.[12] Fakat bütün bu karşıt görüşler, Batı düşüncesindeki baskın eğilim olan liberal ‘doğal haklar’ nosyonuna yönelik birer itiraz olarak kalmışlardır. Denilebilir ki, başarabildikleri tek şey, belki, doğal haklar kuramını, ‘insan hakları’ kuramı şekline dönüştürmek olmuştur.[13]

Felsefi temellerini liberalizmin belirlediği ‘insan hakları’ kavramının tarihsel gelişim sürecine bakıldığında, önceleri, ‘haklar’ın, bireyin özel çıkarlarının devlet tarafından ihlaline karşı, bireyi korumak amacıyla ortaya atıldığı görülebilir. Ancak zamanla, haklar, sosyalizmin getirdiği modifikasyonlarla ‘sosyal devlet’ anlayışının hakim olması sonucunda, sadece devlet faaliyetlerine karşı bir korunak değil, bireyin devletten istediği ‘meşru talepler’ olarak algılanmaya başlamıştır.[14] Bu anlayış ise, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde etkili olmaya başlamıştır. Her ne kadar ‘dokunulmazlıklar’ ve ‘yetkiler’ de haklar arasında sayılsa da, siyaset teorisyenleri, daima ‘özgürlükler’[15] ve ‘talepler’i, hak kategorisi arasında öncelemişlerdir.[16] Bu dönemin bir başka özelliği ise, hakların içeriklerinin daha analitik düzeyde belirlenmeye çalışılmasıdır. Bu bağlamda haklar, ‘medeni’, ‘siyasi’, ‘ahlaki’ ve ‘hukuki’ vb. olmak üzere çeşitli kategorilere ayrılmış[17] ve haklarla ‘ödevler’ arasındaki ilişkinin mahiyetine ilişkin somut formülasyonlar yapılmıştır.[18] Bu dönemde, liberal haklar teorisine, ‘hukuki’ bir içerik kazandırılmış ve böylece bu teorinin meşruiyet temelleri güçlendirilmiştir.[19]

Kısacası, ‘insan hakları’ kavramı, çerçevesini liberalizmin çizdiği ve içeriğini de esas itibarıyla yine liberalizmin belirlediği bir terkiptir. Buna göre, insan, doğuştan birtakım ‘haklara’ ve bunları kullanma ‘özgürlüğüne’ sahiptir. ‘Doğal’ ve ‘rasyonel’ olana karşılık gelen bu hak ve özgürlükler, aslidir; hiçbir gerekçe ile iptal edilemezler. Birey, rasyonel ilkeler temelinde örgütlediği toplumsal düzenekte dilediğince yaşar; bir başkası, insanın bu ‘mahrem’ alanına müdahalede bulunamaz.[20]

Batı siyasal düşüncesinin en temel kavramlarından bir diğeri olan ‘özgürlük[21] ise, en genel ifadesiyle, “sınırlamaların ve engellerin olmaması” ya da “zorlamanın olmaması” olarak tanımlanabilir.[22] Kavram üzerinde farklı yaklaşımlar olmakla birlikte[23], terimin asli anlamını oluşturan unsurların, yine liberalizmin ‘doğal hukuk’ ve ‘hümanizm’ kavramları olduğu söylenebilir.[24] Buna göre, rasyonel ‘birey’in diğer bireyler ve devletle olan ilişkileri, doğuştan getirdiği ‘haklar’ temelinde tanımlanmalıdır.[25] Bu durumda, ‘temel hak ve özgürlükler’e sahip olan birey, her türlü değerin de kaynağı olmaktadır. Tanrı dahil, dışarıdan ona değer vazedecek başka bir güç/kaynak yoktur.[26]

İşte ‘İnsan Hakları’ ve ‘özgürlük’ kavramlarının felsefi altyapısı özetle bundan ibarettir. Bu içeriğin, İslam ile bağdaşıp-bağdaşmadığının gösterilmesi için ise, ‘İnsan Hakları’ terkibinde bulunan ‘insan’ ve ‘hak’ terimlerinin, ayrıca da ‘özgürlük’ kavramının zıddı olan ‘ibadet’ kavramının, İslami terminoloji çerçevesinde analizi gerekmektedir.

İslami Terminolojide ‘İnsan’ ve ‘Hak’ Kavramları

Kur’an hem ‘insan’ hem de ‘hak’ terimlerini kullanır. Bununla birlikte, bu kullanımlarda, ‘İnsan Hakları’ terkibinin içerdiği anlamları meşrulaştıran bir içerik yoktur. Kur’an, ‘insan’ terimini, çoğunlukla beşerin ‘negatif’ özelliklerini tasvir ederken kullanır.[27] Ancak bu kullanım, içerikteki zıtlık kadar önemli değildir. Zira asıl zıtlık, Kur’an’ın ‘insana bakışı’ ile liberalizmin ‘human’ı tanımlayışı arasındadır. Kur’an, insana hem ‘takva’ hem de ‘fücur’un ilham edildiğini söyler ve kişinin ‘arınması’ durumunda, kurtuluşa ereceğini bildirir.[28] Nefsini arındırmayanın durumu, ‘aşağıların aşağısında’ olmak iken[29], nefsini arındıran, ‘model insan’ olarak ‘mü’min’ sıfatını alır. Liberalizmin ‘human’ı ise, ‘rasyonel birey’dir ve ‘değer’ vazetme pozisyonundadır.[30]

Benzer bir durum, ‘hak’ terimi için de söz konusudur. Kur’an, ‘hak’ terimini, en yalın manada, ‘gerçek’in karşılığı olarak kullanmaktadır.[31] Ancak Kur’an’da ‘hak’ kelimesi bir başka kullanımla daha yer almaktadır ki, asıl kafa karışıklığına neden olan da budur. İnsan Hakları kavramına Kur’an’dan delil arayanlar, özellikle İsra:26, Rum:38, En’am:41 ayetlerindeki ‘hakkahu’ ve Bakara:180, 236, 241; Yunus:4, Nahl:38 ve Rum:47 ayetlerindeki ‘hakkan’ tabirlerinin, bu tezlerini ispat ettiğini öne sürmektedirler. Halbuki bu ayetlerin hiç birinde, ‘doğal’ ve ‘devredilemez’ haklar nosyonunu meşrulaştıracak bir işaret yoktur. “Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da” (İsra:26), “Öyleyse yakınlara hakkını ver; yoksula ve yolcuya da” (Rum:38) ve “Ürün verdiğinde ürününden yiyin ve hasad günü de hakkını verin” (En’am:141) ayetlerinde ‘infak’ veya ‘sadaka’ yükümlüğünden bahsedilmektedir[32] ve bu ‘haklar’ açıktır ki ilahi kaynaklıdır. Bakara: 180, 236 ve 241. ayetlerin “muttakiler ve muhsinler üzerinde bir hak” olarak ifade ettiği yükümlülükler ise vasiyet etmek, mehir vermek ve boşanmış kadınların geçimliklerini temin etmektir. Bu üç ‘emir’ de, görüldüğü gibi, yine ilahi kaynaklıdır.[33]

Hukuk (fıkıh) literatüründe kullanılan Hukukullah ve Hukukulibad kavramlarında da, yine mü’minlerin ‘ödevler’ine ilişkin bir vurgu vardır.[34] Buna ilaveten, literatürde bir hukuk’un-nas değil de hukuk’ul-ibad kavramsallaştırması yapıldığı hususuna da dikkat edilmelidir. Bu terkibin belirleyici ögesi, ‘ibad’ (kullar) terimidir ve bu da, İslami terminolojide ‘hak’kın, sorumluluklar ve yükümlülükler bağlamında tanımlandığını gösteren iyi bir örnektir. Zira ‘ibadet’ teriminin anlam içeriğini tayin eden şey, ‘bağlılık’ ve itaattir.[35] Bu içeriği ile ‘kul hakları’ olarak formüle edilen şeyin, ‘insan hakları’ ile hiçbir alakası yoktur. Hukuk literatürünün sık sık kullandığı ‘beş emniyet’ kavramsallaştırması ise,[36] esas itibarıyla ‘adalet’ kavramı temelinde tanımlanmıştır.[37] Bunların, Batılı manada doğal hak, eşitlik[38] ve özgürlük kavramlarını meşrulaştırıcı bir mahiyeti yoktur.

Özetle, İslam’da, ‘hak’ kavramı, ‘doğal hukuk’ ve ‘rasyonalizm’ kavramları temelinde değil, ‘kulluk’ ve ‘yükümlülükler’ temelinde tanımlanmıştır. Ve bu tanım, ‘İnsan Hakları’ kavramında olduğu gibi, beşerin zihinsel bir soyutlaması değil, inkarı mümkün olmayan bir gerçekliğe (hakk) istinat etmektedir. Dolayısıyla Hukuk’ul-ibad, El-Hakk (Mutlak Gerçek) olan Allah’ın çizdiği ‘hudutlar’ ile (Hududullah) kayıtlıdır. Bu terminoloji de, ‘human’ kavramı temelinde tanımlanmış “doğal ve vazgeçilmez haklar”a yer yoktur. İslam’da ‘hak’ terimi, İslam’ın insan modeli olan ‘mü’min’ kavramı temelinde tanımlanmıştır. Mü’min ise, her şeyden önce ‘kul’dur.[39]

Popüler Söylemde ‘İnsan Hakları’

‘İnsan hakları’ kavramının İslami terminolojiyle bağdaşmazlığı açık olmasına rağmen, kavramın bazı Müslüman çevrelerde kabul gördüğü gözlemlenmektedir.Bunun üç temel nedeni vardır. İlki ve en önemlisi, düşünsel yetkinlikle alakalıdır. Bugün ‘kul hakları’ (veya ‘Allah’ın hakları’) kavramlarıyla, ‘insan hakları’ kavramları arasındaki farkın (veya bağdaşmazlığın) görülememesinin asli nedeni, hem İslami kavramların hem de Batılı kavramların anlam dünyalarının yeterince bilinmemesidir.[40] İkincisi ise, nefsle (veya heva ile) ilgilidir. Bugün Modern Batılı kavramlar, çekiciliklerini yitirmekle birlikte, özellikle aktüel hayatı tanzim etmeye devam ettikleri için, kitleler – hatta ‘aydınlar’ - üzerinde hala etkisini sürdürmektedir.[41] Üçüncü faktör olarak da, İslam dünyasına yönelik sömürgeci emelleri sayabiliriz. Bugün küresel güçler, bu kavramlar sayesinde, Müslümanların direnme iradelerini temelinden sarsmak istemektedirler.[42]

Popüler söylem, kavramlarla ‘iktidar eliti’[43] arasındaki ilişkiyi anlamak açısından da önemlidir. Bütün seçkinler, ‘genel irade’nin[44] kavramlarını, kendi iktidar alanlarını genişletmek için kullanmak isterler.[45] Postmodern dönemde popüler söylemin belirleyeni olan ‘özgürlükler’ ve ‘insan hakları’ kavramları da, bu bağlamda, iktidar elitinin siyasal emelleri istikametinde kullanılmaktadır.[46]

‘İbadet’ Versus ‘Özgürlük’

Batı siyasal söyleminde, ‘doğal hukuk’ ve ‘hümanizm’ terimleri temelinde tanımlanmış özgürlük kavramının İslam’daki tam zıddı, ‘ibadet’ kavramıdır. İnsan modeli farklılığı ile başlayan bu zıtlık, son tahlilde, siyasal rejim farklılığı biçiminde kendisini gösterir. Bu ilişkiyi anlamak için, öncelikle ‘özgürlük’ kavramının muadili olarak görülen ‘hürriyet’ teriminin semantik tahlilini yapmamız gerekmektedir. Bunun ardından da, ibadet ve ‘hürriyet’ kavramlarının anlam içeriklerinin bağdaşmazlığı gösterilecektir.

Hürriyet teriminin kökü olan ‘ha-ra-re’, Arap dilinde, ‘bağdan kurtulma’ veya ‘arındırma’ eylemleri için kullanılır. Araplar, harrertü’l-abd tabirini, kölenin, efendilik-kölelik ilişkisini kuran bağdan kurtulduğu durumlar için, yani kölenin ‘azad edilmesi’ eylemine karşılık olarak kullanırlar. Harrertü’l-kitab ise, “yazılı bir metni, onda herhangi bir yanlışlık bırakmayacak biçimde hatadan arındırmak” anlamındadır.[47] Benzer şekilde, ettinu’l-hurr, “kumdan, taştan, balçıktan ve herhangi bir kusurdan arındırılmış çamur”; raculun hurr ise: “kendisini her şeyden soyutlayıp, başkalarıyla olan bağlarından kurtulmuş kişi” demektir.

Kur’an, aynı kökten türemiş bazı sözcükleri kullanmış olmasına rağmen, ‘hürriyet’ terimini, bu formuyla hiçbir yerde kullanmamıştır. Bakara: 178. ayette yer alan ‘hurr’dan kasıt, ‘kölelikten kurtulmuş’ (redeemed) kişidir.[48] Aynı fiil kökünden türetilen ‘tahriru rakabe’ yine ‘köle azad etmek’ anlamında ‘boyunduruktan kurtarılma’ demektir.[49] Ali İmran:35. ayette geçen, ‘muharreren’ tabiri ise, Hz. Meryem(AS)’in, bir takım yükümlülüklerden ‘muaf tutulmuş’ olarak Beyt-i Makdis’in hizmetine koşulmasını anlatır.

‘Özgürlük’ kavramını meşrulaştırmaya çalışanların dayandıkları ayetlerin de[50] konuyla alakası yoktur. Zira Bakara: 256. ayette[51], insanın söz ve fiillerinde ‘özgür’ olduğu anlamı çıkmaz; burada sadece kişinin, din olarak İslam’ı seçip seçmemekte serbest olduğu ifade edilmektedir.[52] Tevbe:6’da[53], bir müşriğin sığınma talebinin kabul edilme gerekçesi açıklanmaktadır; buradan da ‘bir arada yaşamaya’ ilişkin bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. İsra:54’de[54] ise, Peygamberimizin, başkalarının iman bekçisi (vekil) olmadığı vurgulanmaktadır. Bu ayetten, İslami bir yönetimde farklı dinden veya inançtan grup ya da cemaatlerin, ‘kamu hukuku’nu ilgilendiren alanlarda dahi, kendi iç hukukları uyarınca yaşayabilecekleri sonucu hiçbir biçimde çıkarılamaz. Kaf:45’de,[55] Allah’ın elçisinin, insanları imana sevk etme konusunda zora başvuran biri (cebbar) olmadığı beyan edilmektedir ki, buradan, Allah’ın şeriatının uygulanması konusunda ya da siyasi iradenin tebaa üzerinde ‘kuvvet’ gerektiren icraatlar yapamayacağı konusunda bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Alak:9-10. ayetler[56] ise, ‘inanç özgürlüğü’ne ilişkin en küçük bir imada dahi bulunmamaktadır; zira ayetlerde sadece namaz kılanı engelleyenin kınanması söz konusudur. Kafirun:6’da[57] ise: müminlerle kafirlerin dinlerinde asla uzlaşamayacaklarından bahsedilmektedir. Burada da yine ‘din özgürlüğü’ kavramını meşrulaştıracak bir ifade yer almamakta, bilakis Hz. İbrahim’in müşriklerden beraetini ilan etmesi ve müşrik topluma karşı tabir-i caizse ‘başkaldırısı’ söz konusudur.[58] Görüldüğü gibi, bu ayetlerin hiçbiri, felsefi ve ideolojik içeriğiyle ‘özgürlük’ kavramının İslam’dan onay aldığına delil gösterilemez.

Özgürlüğün, İslami bir kavram olmadığını, tarihsel tecrübeye bakarak da anlamak mümkündür. Nitekim, Batı’nın kültürel açıdan Müslüman dünyasını etkilemeye başladığı döneme değin, Müslümanların dilinde ve literatüründe hürriyet (özgürlük) terimine rastlanmamaktadır.[59] Teriminin yer aldığı ilk metin, 1798’de Mısır’ı işgal teşebbüsünde bulunan Napolyon Bonapart’ın yayımladığı deklarasyondur.[60] Napolyon, Mısır’ı işgalinin gerekçesini açıklarken şu ifadeyi kullanmıştır: “özgürlük (hurriyya) ve eşitlik ilkeleri üzerine kurulmuş Fransız Cumhuriyeti adına buraya geldim.” Hiç kuşku yok ki, bu kullanım siyasi içeriklidir. Terim, bu tarihten sonra da, aynı içerikle, Arapça ve diğer dillerde (Türkçe de dahil) kullanılmaya başlamıştır.[61]

Burada Napolyon’un sözleri Arapça’ya çevrildiğinde, Mısırlılar’ın, ‘eşitlik’ teriminin değil, hurriyya (‘özgürlük) teriminin tercümesini anlamakta zorlandıkları görülmektedir. Bu gerçekten önemlidir; zira bu zorluk, gerçekten ‘özgürlük’ kavramının, Müslüman zihnine yabancı olmasından kaynaklanmıştır.[62] Kur’an’da yer alan hurr terimi, onlar için ancak ‘legal/hukuki’ manalar ifade etmektedir. Çünkü Müslümanların literatüründe ‘iyi’ ve ‘kötü’ yönetimler için kullanılan mecazlar, ‘özgürlük’ ve ‘kölelik’ değil, ‘adalet’[63] ve ‘zulüm’dür[64].

‘İbadet’ Niçin Merkezi Bir Kavramdır?

İslami terminolojide, Batılı söylemin ‘özgürlük’ kavramıyla ifade etmeye çalıştığı manalarla ilgili kavram ‘ibadet’tir. Bu yüzden, özgürlük kavramıyla ilgili bir tartışmada, bu kavramın analizi kaçınılmaz olmaktadır. Kelimenin fiil kökü olan a-be-de, ‘gönülden bağlılık’ ve ‘itaat’ unsurlarının belirgin olduğu durumlar için kullanılır.[65] Kur’an ise, aynı kökten türeyen bir fiili (ya’budun), insanın varoluş gerekçesini izah ederken de kullanır[66] ancak, belki de daha önemli olanı, aynı fiil kökünün, insan eylemlerinin mahiyetine ilişkin bir mana taşıyor olmasıdır. Yani Batı siyasal söyleminin ‘özgürlük’ kavramıyla idealleştirdiği değerlerin muadillerini İslami terminolojide karşılayan terim, ‘ibadet’tir. Bu ise, bu terimin, insan eylemlerini tanımlarken dahi merkezi öneme sahip olduğunu gösterir. Buna göre, sadece kulun Allah’ı razı etmek için yaptığı günlük ritüeller değil, siyasi otoriteye itaat de ‘ibadet’ kapsamına girer.[67] Bu, aynı zamanda şu demektir: ‘ibadetsiz (ya da dinsiz) insan’ olamaz. O halde, örneğin ateizm, ‘dinsizlik’ değildir; sadece Allah’ın varlığını veya kudretini inkar eden ‘bir başka din’dir. Aynı şekilde ‘özgür insan’ da, esas itibarıyla ‘dinli’dir; zira o da ‘hevası’nı ilah edinmek suretiyle bir ‘şey’e bağlanmaktadır (veya tapmaktadır).[68]

Buradan ‘özgürlük’ kavramının ‘sahici’ bir ‘anlam’ı olup-olmadığı tartışmasına geçilebilir. Bu noktada, haklar ve özgürlükler alanında Batı’nın bizzat kendi içinden dahi eleştiriler yaklaşımlar sergilendiğine dikkat edilmelidir.[69] Ancak burada daha önemli olan, ‘özgürlük’ kavramı yerine, ‘bağlılık’ ilkesinin reel hayatta belirleyici konumda olduğunu kabul etmektir.[70] Bir başka ifade ile, ‘özgürlük’, sahici bir temeli olmayan, ‘ütopik’ bir kavramdır; hayatın özüne tekabül eden, insan ilişkilerine damgasını vuran ise, ‘bağlılıklar’ ve ‘sorumluluklar’dır (ve bu bağlamda ‘ibadet’ kavramıdır).[71]

İşte bu noktada şunlar söylenebilir: Madem ki, bütün insanlar bir şeye ‘bağlı’dır ve bu bağlılıklar da farklı farklıdır; o halde gerçekten ‘bağlılığın’ yöneleceği varlık kim (veya ne) olmalıdır? Bu önemli sorunun cevabı, ancak bağlanılacak varlığın kimseye muhtaç olmaması ve eksikliklerden münezzeh olması gerektiği şeklinde verilebilir. Bu özellikler ise ancak Yaratıcı’da mevcuttur.[72] Şu halde ‘kula kulluk’un söz konusu olmaması için[73], Allah’a bağlanılması gerekir. Bu bağlılığın adı da Allah’a ibadet (kulluk)tir.[74]

Kısacası, Batı siyasal söyleminin temel kavramlarından biri olan ‘özgürlük’ kavramı, aslında Batılı insanın ‘put’laştırdığı bir kavramdır.[75] Bu söylemin en merkezi kavramlarından biri olmasına rağmen, özgürlük kavramının sahici bir gerçekliği yoktur. Bu yüzdendir ki, her insan ‘dinli’dir; her insan ibadet eder ve her insanın ma’budu/ilahı vardır. ‘Özgür yaşadıklarını’ sananlar aslında bir başka şeyin kuludurlar.[76] Müslüman ise, sadece Allah’a ibadet eder ve onun mabudu, kul edinme hakkına sahip tek varlık olan Allah’tır.

Sonuç

Görüldüğü gibi, günümüzün en popüler siyasi kavramlarından olan ‘insan hakları’ ve ‘özgürlük’ kavramları, özleri itibarıyla, İslam’la bağdaşmamaktadırlar. Müslümanlar, bu bağdaşmazlığın altını kalın çizgilerle çizmeli ve siyasal söylemlerini oluştururken, İslami terminolojinin orijinal kavramlarını kullanmalıdırlar. “Özgürlük ve insan hakları kavramları İslam’la bağdaşır” tarzı bir söylem, ilmi yetkinliğe sahip olunmadığının bir başka ifadesidir. Bu söylemin, bir dönem popüler olan “demokrasi İslam’la bağdaşır” veya “Sosyalizm İslam’la bağdaşır” tarzı savunmacı/özür dileyici söylemlerden özde bir farkı yoktur. Bilinmelidir ki, bu tür söylemlerin İslamileştirilmesi çabaları, aslında, bu söylemi kullananların, hakim kültürle baş edecek bir ilmi yetkinliğe sahip olmadıklarını gösterir. Modernitenin eril kavramlarını sorgulayabilecek yetkinlikteki bir üsluba sahip olmak için ise, öncelikle İslam’ın temel kavramlarının iyi bilinmesi ve içselleştirilmesi gerekir.

Düşüncenin Okullaşması, Pınar Yayınları, 2012

↩ [1] Norman P. Barry, Modern Siyaset Teorisi, Çev.:Mustafa Erdoğan, Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, 2003, s. 54.

↩ [2] 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, sadece geleneksel sivil (veya liberal) hakların metinde yer almasına yönelik Sovyetler Birliği’nin çekincelerinin kaldırılması adına, tıbbi bakım, eğitim, siyasal katılım ve ‘ücretli tatil hakkı’ gibi sosyal ve ekonomik hakların dahil edilmesi sonucu imzalanmıştır. (Age., s.271).

↩ [3] ‘Özgürlük’ kavramı ile birlikte, bu kavram, özellikle de 1980’li yıllardan sonra güç kazanan neo-liberalist söylemin temel meşrulaştırıcı unsurları olarak ‘küreselleştirilmeye’ çalışılmaktadır. 

↩ [4] Bazı Müslüman çevreler, ‘Evrensel İslami İnsan Hakları Bildirgesi’ (UIDHR) dahi hazırlamışlar ve hatta bu bağlamda komisyonlar (IHRC) ve dernekler (örneğin Türkiye’de Mazlum-Der) dahi kurmuşlardır.

↩ [5] Antik Yunan ve Roma’daki ‘doğal hak’ (ius naturale) kavramının eşitlik ve özgürlük kavramları temelinde şekillenen doğal hukuk anlayışından farklı olduğu açıktır. Nitekim, kölelik, antik dönemin hukuk anlayışında meşru iken, modern doğal hukuk nosyonunda meşru görülmemektedir.

↩ [6] John Locke, Uygar Toplum Üzerine İkinci İnceleme: Sivil Toplumda Devlet, Çev.:Serdar Taşçı, Hale Akman, Metropol Yayınları, 2002, s.14. Bu haklar, zaman içinde çeşitlenmiş ve bireyin ‘temel’ hakları başlığı altında, yasal eşitlik, kişi güvenliği, bireysel özgürlük, düşünce ve inanç özgürlüğü, siyasal haklar gibi isimler almıştır. Sayısı ve içeriği konusunda kimi tartışmalar olmakla birlikte, 1948 tarihli BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde, bu haklar, 30 madde altında toplanmışlardır.

↩ [7] Bu devri sağlayan şey, ‘Toplumsal Sözleşme’dir. Batı siyasal terminolojisinin önemli kavramlarından biri olan ‘Sözleşme’yi, farklı vurgularla da olsa, Locke’dan önce Hobbes (1588-1679) kullanmıştır (Leviathan, Çev.: Semih Lim, Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi, Yapı Kredi Yayınları, 4. baskı, 1992), Rousseau (1712-1778) ise, en çok önem verdiği kitabına bu adı koymuştur (Toplum Sözleşmesi, Çev.: Vedat Günyol, Adam Yayınları, 2. Baskı, 1984.)

↩ [8] ‘İnsan Hakları’ öğretisinin ateşli savunucusu Thomas Paine (1737-1809) ise, The Rights of Man (1791) adlı eserinde, bireyin devlete karşı azami ölçüde korunması gerektiği yönünde ateşli yazılar yazmıştır.

↩ [9] Bunlar, Faydacılık, Marksizm/Sosyalizm ve Muhafazakarlık’tır.

↩ [10] Jeremy Bentham (1748-1832), An Introduction to The Principles of Morals and Legislation (L.J. Lafleur, ed.) New York, Hafner Pub. Co. 1948.

↩ [11] Marks, doğal haklar için: “diğer insanlardan ve toplumdan yalıtılmış, bencil insan haklarından başka bir şey değildir” demiştir. (Karl Marx, Early Texts, ed. D. Maclellan, Oxford, 1971: 102). Locke’un en temel haklar arasında saydığı ‘mülkiyet’ ise, Marks’a göre, “insanın kendi yarattığı şeyin tahakkümü altında kalmasıdır” ve “insanı özüne yabancılaştırır.” (William Ebenstein, Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri, Çev.:İsmet Özel, Şule Yayınları, 3. baskı, 2003, s.369).

↩ [12] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Muhafazakarlık, Editör: Ahmet Çiğdem, Cilt:5, İletişim Yayınları, 2. baskı, 2004.

↩ [13] Doğal haklar kuramının, İnsan Hakları nosyonuna dönüşmesini, çalışma, adil ücret, sendika ve grev, sosyal güvenlik, sağlık ve eğitim hakları gibi ‘sosyal haklar’ın da Evrensel Bildirge (1948)’ye dahil edilmesi yönünde ısrarcı olan sosyalist tepkiyi karşılamak ve ‘sistem içine çekmek’ çabasının bir sonucu olarak görmek mümkündür ve bu noktada, liberalizmin, başarılı olduğu (yani ‘kendini yeniden-ürettiği’) söylenebilir. Ancak bu başarının altında, Doğal Haklar kavramı ile İnsan Hakları kavramının ‘ortak paydaları’ olduğu gerçeği gözlerden kaçmamalıdır. Bunun kanıtını da, tarihsel pratikte bulmak mümkündür. Nitekim pek çok sosyalist rejim, örgütlenme, serbest dolaşım, özgür basın, adil yargılanma ve hatta ‘vicdan özgürlüğü’ gibi geleneksel liberal haklara anayasalarında yer vermiştir. Örneğin 1936 ve 1977 Sovyet Anayasaları’nda bu haklar yer almaktadır (Barry, 2003, s.268).

↩ [14] Barry, 2003, s .255.

↩ [15] ‘Özgürlük’ ve ‘hak’ kavramları arasındaki ilişki özdendir. Neredeyse bütün Hak Bildirgeleri’nde, ‘özgürlük’ bir ‘hak olarak tanımlanmaktadır. Nitekim 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 19. Maddesi’nde şu ifade yer alır: “Her ferdin fikir ve ifade hürriyetine hakkı vardır.” Ayrıca Roosevelt’in meşhur ‘dört özgürlüğü’ de şunlardır: “görüş açıklama ve ifade özgürlüğü”, “ibadet özgürlüğü”, “yoksul olmama hakkı” ve “korkudan emin yaşama hakkı.” Karel Vasak, `Human Rights: As a Legal Reality', in Vasak (ed.), the International Dimensions of Human Rights, Paris/Westport Conn., Unesco/Greenwood Press, 1982.

↩ [16] W. Hohfeld, Fundamental Legal Conceptions, 1919, Yale University Press.

↩ [17] M. Cranston, What are Human Rights?, The Bodley Head, London, 1973, s. 9-17.

↩ [18] Liberal teorinin, bu bağlamda yaptığı ‘hak’ tanımlarına şu örnek verilebilir: “bir kimseye karşı bir hakka sahip olmak, o kimseye karşı cebren uygulanabilir bir talepte bulunmaya yetkili olmak ve onun da bu talebe saygı gösterme ödevi altında olması demektir” (Barry, 2003, s.272). Bu nedenledir ki, liberaller, bireyi ‘rasyonel bir özne’ kabul ettikleri için, idam cezasına karşıdırlar ve ‘ötenazi hakkı’nı savunurlar.

↩ [19] Bu noktada John Rawls’un katkısı önemlidir. O, hak kavramını, ‘hukuki ahlak’ temeline oturtup, ahlaklı olmayı da, “herkesin önceden belli olan ilkelere uyması” olarak tanımlayarak bir nevi ‘orta yol’cu bir yaklaşım sergilemiştir (John Rawls, A Theory of Justice, The Belknap Press of Harvard University Press, 1971).

↩ [20] Burada Thomas Paine’in adını anmak gerekir. Paine, Batı’da, ‘birey’ haklarının yılmaz savunucusu bir liberal olarak bilinir ve ‘devlet’ alanının, birey karşısında en dar sınırlara çekilmesi gerektiğini söyler (Thomas Paine, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi, Derleyen: Mete Tunçay, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005, s. 626) Bu hakları, daha sonra, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde (1948), “temel haklar ve özgürlükler” bölümünde net olarak bulmak mümkündür. Bunlar arasında popüler olanları, sorgusuz alıkonmama hakkı (freedom from arrest), korkudan emin olma hakkı (freedom from fear), ‘ifade özgürlüğü’ (freedom of speech), ‘düşünce özgürlüğü’ (freedom of thought), ‘din özgürlüğü’ (freedom of religion), ‘vicdan özgürlüğü’(freedom of conscience)’dür.

↩ [21] Özgürlük (freedom veya liberty), ‘azad olma’ (emancipation) veya ‘rehinden kurtulma’ (redemption)’dan farklı anlam içeriklerine sahiptir. Bu içeriği belirleyen şey ise, ‘özgürlük’ teriminin, ‘siyasi’ ve ‘ideolojik’ karakteridir. Nitekim Batı’da her siyasi programda, özgürlük kavramına ilişkin somut önerilerin yer alması, neredeyse bir ‘zorunluluk’tur.

↩ [22] Bkz. Norman P. Barry (2003). Modern Siyaset Teorisi, Çev.: Mustafa Erdoğan, Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, 2003, Ankara, s. 217, 223. Ayrıca özgürlüğü: “tercihlerin kısıtlanmamışlığı” olarak tanımlayanlar da vardır (Benn &Weisten, “Being Free to Act, and Being A Free Man”, Mind, 80, 1971, s. 224).

↩ [23] Bu konuda ‘negatif’ özgürlük ve ‘pozitif’ özgürlük olmak üzere iki ana kavramsallaştırmadan bahsedilebilir. İlki J. S. Mill’in sistematize ettiği ve her türlü kısıtlamaları, sırf kısıtlama olmaları bakımından ‘kötü’ sayan yaklaşımdır. Buna göre, başkasına zarar vermedikçe veya başkalarının haklarını ihlal etmedikçe, birey, her türlü eyleminde özgür olmalıdır (John S. Mill, Hürriyet, Çev.: Mehmet Osman Postel, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1997), ikincisi ise, J. J. Rousseau’nun savunduğu ve daha ziyade hakların önüne ‘yasa’ ve ‘refah devleti’ kavramını geçiren yaklaşımdır (J. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev.: Vedat Günyol, Adam Yayınları, 2. Baskı, 1984).

↩ [24] Gerek ‘doğal hukuk’ gerekse ‘hümanizma’ kavramları, Batı’da Rönesans ile birlikte başlayan ve hem ‘insan’ hem de ‘alem’ tasavvurunun kökten değişmesi ile neticelenen sürecin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Burada artık dinin hayat hakkındaki ideal tasarımları yerine, fenomenlere (‘olgu’lara) değer verilmektedir.

↩ [25] Batı siyasal literatüründe ‘özgürlük’ ve ‘hak’ kavramları, birbiriyle ilişkili iki temel kavram olarak alınmışlardır. Örneğin ‘Haklar Öğretisi’nin modern anlamda ilk kurucusu kabul edilen Locke’a göre, özgürlüğün meşruiyet temeli, doğal hukuk ve akıldan çıkar (John Locke, Uygar Toplum Üzerine İkinci İnceleme: Sivil Toplumda Devlet, Çev.:Serdar Taşçı, Hale Akman, Metropol Yayınları, 2002). ‘Doğal hak’ kavramını ise erken modern dönemde hümanist ve akılcı bir gözle ele alan kişi Thomas Hobbes’dur (Leviathan, Çev.: Semih Lim, Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi, Yapı Kredi Yayınları, 4. baskı, 1992, s.154-158). Ayrıca özgürlük ve hak terimleri arasındaki ilişki o kadar özdendir ki, bazen, Batılı yazarlar ‘hak’ ve ‘özgürlük’ sözcüklerini birbirlerinin yerine dahi kullanılabilmektedirler (Hohfeld, W. Fundamental Legal Conceptions, 1919, Yale University Press).

↩ [26] İnsanın ‘özgürlük arayışı’, kaçınılmaz olarak, dinin ‘hayattan uzaklaştırılması’ ile sonuçlanmıştır. Çünkü ‘özgür bir toplum’ ideali, ancak siyasi düşüncede, somut olarak ‘hangi sınırlamaların kaldırılmasının gerekli olduğu’ gösterildiği zaman anlamlıdır (Barry, 2003, s.217). O halde ‘özgür insan’ modeli, ancak ‘tanrısal sınırlamalar’ kaldırıldığında anlamlı olabilir!

↩ [27] Kur’an’da ‘insan’ın negatif özellikleri şu şekilde tasvir edilir: zalum ve cehuldur (Ahzab:72), zayıf aratılmıştır (Nisa:28); zorluklar karşısında çabuk umutsuzlanır; zorluk anında Allah’tan yardım diler, sonra bunu inkar eder (Hud:9; İsra:48; Abese:17); nimet verildiğinde yan çizer; şer dokunduğunda yeise kapılır; pek cimridir; her şeyde çok tartışır (Kehf:54); aceleci yaratılmıştır (İsra:11, Enbiya:37); pek nankördür (Kehf:66, Şura:48; Abese:17; Hacc:66; İsra:27), hayr istemekten bıkmaz; ama bir şer dokunduğunda ümidini keser (Fussilet:49) ve hemen dua etmeye, Allah’tan yardım istemeye koyulur (Fussilet:51); bencil ve haristir; bir şer dokunduğunda feryadı basar; bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (Mearic:19-21); önündekini (geleceğini) fücurla sürdürmek ister (Kıyame:5), sık azar (Alak:6), Rabbine karşı şükredici değil, inkar edici -kenud- dir (Adiyat:6) ve apaçık bir hüsran içindedir (Asr:2).

↩ [28] Şems:8-9.

↩ [29] Tin:5.

↩ [30] Hobbes ve Machiavelli gibi düşünürler de, insanın ‘negatif’ boyutuna dikkat çekmiş olmalarına rağmen, Batı düşüncesi içindeki genel eğilim, insanı ‘pozitif’ açıdan tanımlamak şeklinde olmuştur.

↩ [31] Kur’an’da, ha-ka-ka fiil kökünden türeyen toplam 285 kullanım vardır. Kök anlam ise, reddi mümkün olmayan ‘gerçeklik’tir. Nitekim bu 285 kullanımdan 245’inde, mealler doğrudan ‘gerçek’ kelimesini kullanmışlardır. En çok kullanım ise (226 yerde) ‘El-hakk’ şeklindedir. Bunların içerisinde bizatihi Allah, kendisini El-Hakk (Mutlak Gerçek) olarak da tarif etmektedir (Kehf:44; Taha:114; Hacc:6 ve 62; Mü’minun:116; Lokman:30. Kur’an aynı mana ile Hak Söz (Meryem:34); Hak Din (Fetih:28 ve Saff:9) ve Hak Gün (Nebe:39) tabirlerini de kullanır. Vakıa:95 ve Hakka:51’deki ‘Hakk’al-Yakin’ tabiri ise, yakin hasıl olmuş gerçeklik anlamındadır. Ayrıca Enfal:4 ve 74. ayetlerde kullanılan ‘gerçek mü’minler’ tabiri de bu bağlamda ilginçtir. Kur’an, ‘vahiy’ için de ‘el-hakk’ tabirini kullanmaktadır (Bakara:119; Ali İmran:60; Nisa:105; Maide: 48; A’raf:43; Tevbe:48; Yunus:76; Ra’d:1; İsra:81; Zuhruf:29; Muhammed:2; Asr:2 v.d.).

↩ [32] Bu içeriğin ‘yükümlülük’ manasına geldiğini, Bakara:282. ayetteki: “üzerinde hak olan kişi” ifadesinin bazı meallerde ‘borçlu’ olarak tercüme edilmiş olmasından çıkarmak mümkündür. Benzer manayı, müminlerin mallarında ‘muhtaç ve mahrum’ olanların ‘hakkı’ olduğunu beyan eden Zariyat:19 ve Mearic:24. ayetlerde de görmek mümkündür. ‘Hak’ kelimesinin benzer manaları için ayrıca bkz. Yunus:103; Nahl:38; Rum:47 ve bir başka kategori olarak (yani ‘müstehak’ olma veya ‘layık olma’ manaları için) Bakara:228 ve 247; Maide:107; En’am:81; Tevbe:13, 62 ve 108; Yunus:35; Ahzab:37 ve Fetih:26).

↩ [33] Hatırlanmalıdır ki Batı siyasal söyleminde ‘haklar’, daima ‘ödev’ kavramının zıddı olarak tanımlanmıştır (Barry, 2003, s.260).

↩ [34] Hukukullah, Allah’ın kulları üzerindeki haklarını (yani kulun ‘vazifeleri’ni), Hukukulibad (Kul Hakları) ise, kulların birbirlerine karşı sorumluluklarını (bir anlamda ‘toplumsal sorumluluğu) karşılar. Her iki formülasyonda da adı geçen ‘hukuk’ (veya haklar) ile müminin ‘ödevleri’ne vurgu vardır. Liberal düşüncede, kişi eğer, o hakkından vazgeçebiliyorsa hak sahibi kabul edilirken, mü’min için Allah’ın hakları veya Kul Hakları’na riayet etmemek, yükümlülükten kaçmak anlamına gelir ki, bu, dünyevi veya uhrevi cezayı beraberinde getirir.

↩ [35] Ebu’l-Ala el-Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Çev. Dr. Osman Cilacı, İsmail Kaya, Beyan Yayınları, 1982. s.89-90.

↩ [36] Bunlar, akıl, nesil, can, mal ve din emniyetleri olarak formüle edilmişlerdir. Bunların esas itibarıyla Batılı ‘haklar’la alakası yoktur. Nitekim İslam’ın yasakladığı zina, içki ve kumar türü sapkınlıklar, Batı’da ‘özgürlükler’ arasında görülebilmektedir.

↩ [37] İslami kavramlar arasında en çok tartışılanlardan biri olan ‘adalet’ Kur’an’da esas itibarıyla ‘zulm’ün karşılığı olarak kullanılır. (A-d-l kökünden türeyen kelimeler için bkz. En’am:70; Bakara:48, 1233; İnfitar:7; Şura:15; Nisa:3; 58, 129,135; Maide:8, 95 106; Enam:1, 70, 76, 115, 150, 156; Araf:159,181; Neml:60; Bakara:48, 123, 282;  Nahl:90; Hucurat:9; Talak:2). Kavramın, içeriği yönünden ‘hukuki’ ve ‘siyasi’ alanda belirleyici bir rolü vardır. Nitekim Hz. Ömer, adaleti: “mülkün temeli” olarak tanımlamış; felsefeciler onu “her türlü erdemin kaynağı” olarak görmüş; Mutezile ise, beş temel ilkesinden biri saymıştır.

↩ [38] Liberal düşünce, bireylerin ‘doğuştan’ eşit olduğunu öner sürer. Bu yüzden ‘Eşitlik’ (equality) kavramı ile ‘adalet’ arasında bir bağdaşmazlık vardır. Fakat daha çok modern literatürde kullanılan ‘hakkaniyet’ (equity) kavramının, ‘adalet’le örtüşen yönleri vardır. Kur’an’ın konuyla ilgili olarak kullandığı bir diğer kavram da ‘dengeli/ölçülü olmak’ manasına gelen ‘kısd’tır. (Kısd kavramı için bkz. En’am:156, Hud:85, Enbiya:47, Rahman:9, Hadid:25; Yunus:47, 54; Cin:14; Hucurat:9). 

↩ [39] İslam’ın peygamberinin, kendisini: “Allah’ın resulü ve kulu” olarak tanımlamasındaki ‘hikmet’e dikkat etmek gerekir. Bu bilinç, namazların sonunda okunan tahiyyat duasına da yansımıştır. Burada Allah’ın elçisi, önce ‘abduhu’ sonra  ‘rasuluhu’ sıfatıyla anılır. Şu halde, ‘Allah’a kul olmak’ İslam’da bizatihi bir ‘değer’dir.

↩ [40] Bu, İslam dünyasının genel sorunudur ve henüz ‘aşılamamıştır.’ Aşılması için bir ‘zihniyet inkılabı’ gerekir ki bu da ancak, düşüncenin ‘sistematize’ edilmesiyle yani, yeni bir ‘dil üretilmesi’ ile mümkündür. Bu dil ise, yeniden keşfedilecek değildir. İslam’ın orijinal dili “vardır ve orada durmaktadır.” Müslümanlara düşen, bu dili yetkinlikle kullanabilmeyi öğrenmektir.

↩ [41] ‘İnsan Hakları’ ve ‘Özgürlük’ kavramlarının, bu denli itibar görmesinde bu faktörün de etkisi göz ardı edilmemelidir. Nitekim, bir dönem ‘devrimci’ sıfatıyla arz-ı endam edenler, zaman içinde ‘değişim’ söylemi geliştirerek, ‘demokrasi ve insan hakları savunucusu’ olabilmişlerdir. (Türk medyasında Sol kesimden Hasan Cemal’in, ‘İslamcı’ kesimden ise Mehmet Metiner’in ismi, ‘değişenler’ arasında anılır. Bkz. Hasan Cemal, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım, Doğan Kitapçılık, 1999; “Mehmet Metiner: Eskiden Taliban Gibi Düşünürdük”, Neşe Düzel Röportajı, Radikal, 23 Şubat 2004).

↩ [42] ‘Kültür Emperyalizmi’ esas itibarıyla, kavramlarla gerçekleştirilir. Batılılar, bunu, dünyayı kontrol altında tutabilmek için ‘stratejik’ bir tedbir olarak uygulamışlardır. Böylece, ‘askeri’ tedbirlere ihtiyaç kalmadan, tehdidi bertaraf etmek daha kolay olmuştur! (Bkz. Edward Said, Oryantalizm: Sömürgeciliğin Keşif Yolu, Pınar Yayınları, 1982).

↩ [43] Kavram, C. Wright Mill’e aittir. Buna göre bu elit kesimi, sivil ve askeri bürokrasi ile ekonomi çevreleri oluşturur. Mills, C. Wright, The Power Elite.  New York: Oxford University Press, 1956.

↩ [44] ‘Genel İrade’, Rousseau’nun meşhur ettiği bir kavramdır ve halkın çoğunluğunun oyu ile değil, ideolojik üstünlüğü ele geçirmiş kavramlarla tespit edilen bir soyut entite olarak kabul edilir. Rousseau, bu kavramla, Fransız Devrimi öncesinde, ideolojik üstünlüğün aristokrasi ve Kilise’nin elinden, ‘halk güçleri’ne (veya ‘burjuvazi’ye) geçtiğini söylemek istemiş olmalıdır! (Larry Arnhart, Plato’dan Rawls’a Siyasi Düşünce Tarihi, Çev.: Ahmet Kemal Bayram, Adres Yayınları, 2003).

↩ [45] Örneğin Luther’in ‘reformist’ söyleminin, Avrupa’da oluşmakta olan Krallıklar tarafından Kilise’nin ve Feodalitenin gücünü kırmak için kullanıldığı bilinmektedir. Aynı şekilde Aydınlanma döneminde de ‘doğal haklar’ kavramı, kralların gücünü sınırlamak için kullanılmıştır.

↩ [46] Nitekim Amerika, Clinton Doktrini çerçevesinde, ‘insan hakları’ kavramını kullanarak, bazı ülkelere fiili askeri müdahalelerde bulunmuştur. (Bkz. Törsten Wöhlert, “Son Savaş”, İktibas, Sayı: 288, 2002). George Bush döneminde ise ‘teröre karşı savaş’ adı altında yapılan askeri operasyonlarda, meşrulaştırıcı gerekçe yine ‘insan haklarının ihlali’ olarak ilan edilmiştir. (Bkz. “Bush Promises to Pre-empt Terrorist Plans”, The Washington Times,  2 Haziran 2002). Halbuki bu müdahaleler, Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği ‘meşru müdafaa’ hakkının sınırlarını aşmaktadır. (Bkz. Didem Yaman, “11 Eylül Sonrasında ABD: Algılamalar, Psikolojik Yansımalar, yasal Düzenlemeler”, Uluslararası Hukuk ve Politika (UHP) Kış-İlkbahar 2005, Cilt: 1, Sayı: 1-2).

↩ [47] Nitekim ‘muharrir’ sözcüğü, bu anlamda kullanılmaktadır.

↩ [48] “Ey iman edenler! öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Hüre(hurr) karşı hür, köleye karşı köle (abd), dişiye karşı dişi...”

↩ [49] Kur’an, Nisa:92’de bir müminin hata sonucu öldürülmesinin diyeti olarak, Maide:89’da yeminin keffareti ile ilgili olarak ve Mücadele:3. ayette de kadınlarına ziharda bulunanların üzerine düşen borcu açıklarken, bu tabiri kullanmaktadır. Buna göre, ‘köle azad etmek’, kısas, diyet, keffaret ve zihar alanlarında geçerli bir hukuksal müeyyide olarak, dolayısıyla da belli bir sosyal müessesenin kaldırılmasına yönelik bir icraat olarak görülmelidir.

↩ [50] Bakara:256; Tevbe:6; İsra:54; Kaf:45; Alak:9-10; Kafirun:6

↩ [51] “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

↩ [52] Halbuki Kur’an, pek çok ayetinde, mü’minin hududullah’a uymak zorunda olduğunu bildirir. Ahzab:36. ayetteki ifade ise yoruma ihtiyaç olmayacak kadar açıktır: “Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resülüne karşı gelirse şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.”

↩ [53] “Eğer Allah’a ortak koşanlardan biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah’ın kelâmını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir.”

↩ [54] “Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size merhamet eder, dilerse azap eder. Seni de onlara vekil olarak göndermedik.”

↩ [55] “Biz onların ne dediklerini çok iyi biliyoruz. Sen, onlara karşı bir zorba (cebbar) değilsin. O halde sen, benim uyarımdan korkan kimselere Kur’an ile öğüt ver.”

↩ [56] “Gördün mü şu men edeni? Namaz kılarken bir kulu.”

↩ [57] “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”

↩ [58] Mumtehine:4.

↩ [59] Hz.Ömer’e atfedilen: “Anaların özgür doğurduğunu kim köleleştirebilir” sözünden ve Kabe’nin bir ismi olarak kullanılan ‘Beyt-i Atik’ tabirinden ‘özgürlük’ kavramına bir yol bulmaya çalışmak da beyhudedir. (Mustafa İslamoğlu, Kur’an Neslini İnşa Sorumluluğu, Özgür-Der Yayınları, 2. Baskı, 2002, s.59.) Çünkü Hz. Ömer’e atfedilen bu ifadede, insanların ‘doğuştan köle’ sayılmasına yönelik bir itiraz vardır. Yoksa, burada siyasi içerikli bir ‘özgürlük’ tanımı asla yoktur. Beyt-i Atik ifadesinin ise, terimsel manada bile özgürlükle ilişkisi yoktur; zira bu tabir, ‘Eski- Köklü Ev’ anlamındır. Nitekim Tevrat için de Ahd-i Atik (Old Testament) tabiri kullanılmaktadır.

↩ [60] Lewis, Bernard, İslam’ın Siyasal Dili, Çev.: Fatih Yaşar, Rey Yayınları, 1992, s .168. Lewis, bu tarihten önce Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Kırım Türklerini tasvir eden bölümde yer alan: “serbest ve bütün yabancı güçlerden bağımsız kavim” ifadesindeki ‘serbest’ teriminin de, siyasi/ideolojik içerikli olmadığını, İslam literatüründe sadece idari ve mali alana ilişkin olarak kullanıldığını söylemektedir. (Age.).

↩ [61] Hurriyya’yı Türkçe’ye ‘hürriyet’ olarak çevirenler, Jön Türkler’dir. Bu siyasi akımın, Fransız Devrimi’nden mülhem kavramlardan (hürriyet, eşitlik, kardeşlik) etkilendiği ise bilinmektedir. Ayrıca Cumhuriyet döneminde Öztürkçeci akımın, hurriyya’yı ‘özgürlük’ olarak tercüme etmesi de dikkat çekicidir. Çünkü burada tercih edilen ‘öz’ün gürleştirilmesi manası, açıkça hümanizm (ve rasyonalizm) damgası taşımaktadır. Bu yüzden, İsmet Özel’in, bu temelde ‘özgürlük’ kavramını meşrulaştırma çabası da boştur.

↩ [62] Lewis, bu ‘anlama zorluğu’nu, Şeyh Rafi et-Tahtavi’nin 1834’te konuyla ilgili yazdığı kitapta (1839’da Osmanlıca’ya da çevrildi) aştığını iddia eder. Bkz. Bernard Lewis, “Freedom and Justice in the Modern Middle East”, Foreign Affairs, May/June, 2005. Buna göre, Tahtavi, Fransa’ya gidip oradaki izlenimlerini yazdığı bu kitabında şu tanımı yapmaktadır: “Fransızların özgürlük dediği şey, bizim adaletten anladığımız şeydir.” (Lewis, 2005). Halbuki hem Lewis’in hem de Tahtavi’nin iddiaları doğru değildir. Zira Tahtavi’nin bu ifadesini, ciddi bir tespit olarak almak yerine, ‘özgürlük’ü meşrulaştırma çabası olarak görmek daha doğru olur. Zira ‘adalet’ ile ‘özgürlük’ kavramları arasında, ne etimolojik/semantik olarak bir özdeşlik kurulabilir ne de böylesi bir özdeşliği tarihsel tücrebeye onaylatmak mümkündür.

↩ [63] Maide:42; Nisa:58.

↩ [64] Şuara:227.

↩ [65] İbni Teymiyye, Kulluk, Pınar Yayınları, 2002; Mevdudi; Kur’an’a Göre Dört Terim, Çev. Dr. Osman Cilacı, İsmail Kaya, Beyan Yayınları, 1982. s.89-90. Ayrıca Batılı bir görüş olarak Erich Fromm’un ‘din’ kavramı konusundaki tahlillerine bakılabilir (Psikanaliz ve Din, Çev. Şükrü Alpagut, Kabalcı Yayınevi, 1990).

↩ [66] “İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat: 56).

↩ [67] Mevdudi, Age.

↩ [68] Post-modernizmin ‘insan’ı, Kur’an’ın ‘hevasını ilah edinen’ kişi örneğiyle örtüşür.

↩ [69] Nitekim “özgür bir toplumda da, özgürlükler üstünde çok sayıda sınırlamalar olabileceği” genel olarak kabul gören bir görüştür (Barry, 2003, s. 219). Alasdair MacIntyre göre ise: “doğal haklar diye bir şey yoktur; bunlara inanmak cadılara inanmak gibidir” (After Virtue, 1981: 67, London, Duckworth). Hatta, Herbert Marcuse, daha da ileri giderek, liberalizmin muhalif akımlara müsamaha göstermesinin altında, bu akımların “kapitalist tahakküme tehdit oluşturmamalarının” yattığını söylemiştir (One-dimensional Man, 1964, Boston: Beacon Press).

↩ [70] Sosyal Bilimler Sözlüğü’ndeki şu tanım ilginçtir: “özgürlük, hangi kurallara bağımlı kalındığının bilincinde olmak, kaçınılmaz zorunlulukların farkına varmaktır” (Ömer Demir & Mustafa Acar, Ağaç Yayıncılık, 1992. s. 284).

↩ [71] Bu bağlamda ‘iktidar’ ilişkilerinin önemine vurguda bulunan Foucault’nun ‘biyo-iktidar’ ve ‘panopticon’ (ideal hapishane) kavramları da, modern insanın ‘özgürleşme arayışı’nın sınırlarına işaret etmektedir (Kadife Karanlık, Hazırlayanlar: Nurdoğan Rigel, Gül Batuş, Güleda Yücedoğan, Barış Çoban, Su Yayınları, 2003, s. 100).

↩ [72] Yaratma da, bu noktada önemli bir husustur. Çünkü ‘emretme’ yetkisi, özde Yaratıcıdadır (A’raf:54).

↩ [73] Kur’an: “Allah’ın kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği verdiği insanoğluna: ‘Allah’ı bırakıp bana kulluk edin’ demek yaraşmaz” (Ali İmran:79) buyurarak, Kula Kulluk olgusuna dikkat çekmiştir. Ashab da, bu bilince sahipti. Nitekim İran ordularının başkomutanı Rüstem’in: “Buraya niçin geldiniz?” sorusuna, sahabeden Rebii İbn-i Amir şu cevabı vermişti: “buraya, dileyeni, kula kulluktan kurtarıp, Tek Allah’ın kulluğuna yüceltmek için geldik” (Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler, Çev. Salih Uçan, Hicret Yayınları, 1980, s.50). Tirmizi’nin rivayet ettiği Adiyy bin Hatem hadisinde de aynı mana vardır.

↩ [74] Allah’a kulluk, ‘karanlıklardan aydınlığa çıkmak’tır (Bakara:257). Allah’a kulluğun olmadığı yerde ise zulm vardır. Dolayısıyla ‘özgürlük çığırtkanlığı’nın, pek çok zulmü de beraberinde getireceği rahatlıkla söylenebilir.

↩ [75] Amerika’da, ‘özgürlük heykeli’ne verilen önemi hatırlamak yeterli olacaktır.

↩ [76] Ve bu kulluk, o kişinin zararınadır. Zümer: 29. ayette, bu konuda önemli bir misal verilmektedir. Burada tek efendinin kölesi olan biri ile, birbirleriyle sürekli çekişen birden çok efendiye kölelik yapan bir başka kişinin durumu karşılaştırılmaktadır. Bu örnekteki ilk kölenin durumunun daha iyi olacağına kuşku yoktur; zira çekişen efendiler, kölenin üzerine daha fazla yük yükleyecektir. Ayrıca farklı efendileri memnun etmek de kolay olmayacaktır. O halde tek (ve gerçek) efendiye (ilaha) itaat daha iyidir.