Muhammed Abduh 1849’da Mısır’ın Bahire ilinin Mahallet’un-Nasr köyünde orta-alt sınıftan bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. On yaşında bir köy okulunda okuma-yazmayı öğrendi ve birkaç yıl sonra da Kur’an’ı hıfzetti. 13 yaşına geldiğinde Mısır’ın ikinci büyük eğitim merkezi olan Ahmedi Camii’nde medrese eğitimine başladı. Burada dört yıla yakın bir süre ezbere dayalı bir eğitim gören Abduh, derslerin işleniş tekniği yüzünden okuldan soğudu ve bir süre sonra da okulu bıraktı. Ancak amcası Şeyh Derviş’in gayretiyle yeniden eğitimine döndü. 16 yaşında evlendi. 1866’da Ezher’e kaydoldu. Bu süre zarfında amcasının telkinleriyle tasavvufa meyletti. 4 yıl süren Ezher eğitimi süresince, zahitçe bir yaşam sürüyor, gündüzleri oruç tutuyor, geceleri ibadetle geçiriyordu. Bu durum, 1872’de Cemaleddin Afgani ile tanışmasına kadar bu şekilde devam etti. Afgani ile tanışması, onun hayatındaki önemli dönüm noktalarından birini oluşturdu ve bu tarihten itibaren, sufi yaşam tarzını bıraktı. Geleneğin eleştirisi, Müslümanların Birliği, taklidin zararları gibi konularda Afgani ile aynı görüşleri benimseyen Abduh, yine onun yönlendirmesi ile siyasi meselelerle ilgilenmeye (ve bu bağlamda gazetecilik hayatına) başladı. Bu arada üstadı ile birlikte siyasi faaliyetlerine yararı olur düşüncesiyle mason locasına kaydoldu ise de, bu locanın gizli emellerine vakıf olduktan sonra locadan ayrıldı. 1877’de Ezher’den aldığı derece ile ‘alim’ unvanını aldı. Bir süre özel ders verdikten sonra 1878’de Dar’ul-Ulum’a müderris olarak atandı. Ancak bu görevi bir yıldan kısa sürdü. Afgani’nin 1879’da Mısır’dan sınır dışı edilmesi üzerine, Abduh da Ezher’deki işinden oldu ve köyüne döndü. 1880’de bir bakan tarafından geri çağrılarak devletin resmi yayın organı olan Vaka-i Mısriyye’nin editörlüğüne getirildi. İki yıl çalıştığı bu gazetede, toplumun ıslahı için eğitimin önemine vurguda bulunan; yolsuzluğu, hurafeleri ve sorumsuz yöneticileri eleştiren yazılar yazdı. İngilizlerin kontrolünde bulunan Hidiv Tevfik Paşa yönetimine karşı başlatılan Urabi Ayaklanması'na destek verdiği gerekçesi ile 1882’de sürgüne gönderildi. Suriye ve Lübnan’da 2 yıl kaldıktan sonra, Afgani’nin daveti üzerine 1884’te Paris’e gitti. Paris’te Urvet'ul-Vüska isimli gizli bir örgüt kurdular ve aynı adlı uluslararası bir dergi çıkararak Müslümanların uyanması, Doğu’nun ve Müslüman halkların sömürgecilerden kurtulması, İslam ülkelerinde gerekli ıslahatların yapılması ve İslam Birliği’nin kurulması için yayın faaliyetinde bulundular. Ancak özellikle de İngiltere’nin (başta Mısır ve Sudan olmak üzere) Müslüman dünyasında güttüğü sömürgeci politika aleyhinde yaptıkları yayın İngilizleri rahatsız edince, dergi üzerindeki baskılar arttı ve 18 sayı (8 ay) gibi kısa bir süre yayınlandıktan sonra dergi kapandı. Abduh, 1885’te Beyrut’a geri döndü ve burada eğitim faaliyetleri yürüttü. Bu dönemde, Avrupa’nın çeşitli illerine seyahat ederek Batı medeniyetini bizzat tanıma imkanı buldu. Beyrut’taki faaliyetleri Osmanlı idaresi tarafından zararlı görülünce sınırdışı edildi ve 1888’de Kahire’ye döndü. Burada mesleki kariyerinde hızla yükselmeye başladı. Önce asliye hukuk mahkemesine hakim olarak atandı; daha sonra temyiz mahkemesinde müşavirlik yaptı. Nihayet Ezher’in idare meclisine seçildi. Ezher’de müfredat programının çağın ve toplumun ihtiyaçlarına göre yenilenmesi noktasında çalışmalarda bulundu; daha önce müfredatta yer almayan tarih, coğrafya, matematik ve felsefe gibi müspet bilimlerin okutulmasını sağladı. 1899’da Mısır'da en yüksek dini makam olan müftülüğe atandı ve vefatına kadar da (6 yıl) bu görevde kaldı. Müftülüğü sırasında; banka faizi, gayr-ı Müslimler tarafından kesilen hayvanların etinin yenmesi, geleneksel kıyafetler dışındaki kıyafetlerle örtünme gibi konularda verdiği fetvalar ciddi tartışmalara neden oldu. 11 Temmuz 1905’te İskenderiye’de vefat etti. Cenazesi, hükümet yetkililerinin de hazır bulunduğu, geniş katılımlı bir topluluk tarafından kaldırılarak, Kahire'deki El-Afifi mezarlığına defnedildi.
…
Abduh, Çağdaş Müslüman Düşünce açısından, içtihadın gerekliliği, aklın kullanımı ve ilmin merkezi önemi konularında yaptığı vurgularla önemli bir yere sahiptir. Temel hususlarda üstadı Afgani ile benzer görüşlere sahip olmasına rağmen, ‘akıl’ kavramına yaptığı vurgu ve özellikle de Müslüman toplumların ıslahı noktasındaki önerdiği ‘tedrici’ yöntem bakımından ondan ayrılır. Abduh’un ‘akılcılığı’, sadece rasyonalistlerinkinden değil, Mutezili akılcılıktan da farklıdır. Bu farkı belirleyen temel etken de ‘dönemin şartları’dır diye düşünüyorum. Bunu, en iyi ‘araçsallık’ terimi karşılamaktadır. O, aklı, ıslah noktasında en önemli iki araçtan biri olarak görmektedir. İlki, aklın yetmediği noktalarda topluma rehberlik yapacak olan din (yani ‘vahiy’)dir. Akıl ise, bunun dışındaki bütün alanlarda işlevseldir. Abduh’un akla dair bu vurgusunun yaşadığı dönemin şartlarıyla ilgisi olduğu açık olmasına rağmen, çağdaş dönemde Müslüman Düşüncesinde bu tarz bir vurgu ile ilk kez karşılaştığımız da bir vakıadır. Bu bakımdan, Çağdaş Müslüman Düşünce içerisinde Abduh’un bu söylemi ‘biricik’tir. Kendisinden önce de bu kavramın önemine dair görüşler serd edilmiş olmasına rağmen, Abduh’un ismini öne çıkaran husus, bu yöndeki görüşleri daha tutarlı ve sistematik bir bütünlük içerisinde ifade etmesidir. Fakat onun bu noktadaki görüşlerine damgasını vuran şeyin, ‘uzlaşı’ arayışı olduğuna da kuşku yoktur. O bu uzlaşıyı bir ölçüde sağlayabilmiştir; ancak vefatından sonraki dönemde ‘bağdaştırma’ çabasının yerini, ‘ayrıştırma’ gayreti almıştır. Nitekim talebelerinden Reşid Rıza, daha sonra koyu selefi bir tarzı savunmaya başlamış; zamanında onun akılcı görüşlerine destek veren kimileri de pür seküler bir yaklaşıma doğru evrilmişlerdir. Bu durum, İslam dünyasının genelinde modernitenin etkisinin artmasının bir sonucu olarak görülmelidir. Bilindiği gibi Abduh’tan sonraki dönemde modernitenin eril kavramlarından esinlenen elit kadrolar, İslam dünyasının genelinde idareyi ele geçirmişler; Müslüman alim ve hareket önderleri ise, ‘savunma’ pozisyonunda kalarak moderniteye karşı direnmeye çalışmışlardır. Talebesi Reşid Rıza’nın İbni Teymiyyeci bir selefiliğe yönelmesinin asli gerekçesi, kanımca, budur. Çünkü ‘uzlaşı’ arayışı bu noktada işlevini kaybetmiştir. Burada artık Müslüman toplumu ‘yeniden kurma’ gayesi öne çıkmıştır. Bu şartlar altında, artık ‘mücadele’ kavramının öne çıkacağına kuşku yoktur!
Abduh’un amaca ulaşırken ‘yöntem’ olarak tedriciliği önermesi ve ilim kavramına vurguda bulunması da önemlidir. O, toplumu yeniden kurma çabasının ‘uzun zaman alacağı’nın farkındadır ve bu nedenle eğitim-öğretim faaliyetine ağırlık vermiştir. Ezher’de yapmış olduğu müfredat değişikliğini belki çok önemli bir adım olarak göremeyiz ancak, Müslüman toplumların dönüşümünde ‘eğitim’in ve ‘ilm’in merkezi önemine dair yaptığı vurgu, gerçekten değerlidir. O bu noktada, kanımca, haklıdır. Müslüman toplumlar çökmüşlerdir ve bu noktada temel kusurları ilmi ihmal etmeleridir. Islahat çabalarında da yine aynı noktadan başlamak gerekir. Zira bilgi, güçtür. Müslümanlar bilgi noktasında güçlü olmadıkça, güçlü toplum da kuramazlar. Abduh’u Çağdaş Müslüman Düşünce açısından öne çıkaran en önemli husus, kanımca, budur.
Not: Daha fazla bilgi için, Çağdaş Müslüman Düşünce/Sembol Şahsiyetler, Pınar Yayınları, 2015 adlı kitaba bakınız.