Muhammed İkbal, 1877’de, altı çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak, İngiliz hakimiyeti altındaki Hindistan’ın Pencap eyaletine bağlı olan Siyalkut’ta doğdu. Ataları Brahman dinine mensup iken sonradan Müslümanlığı seçen, Keşmirli orta sınıftan bir aileye mensuptu. Dedeleri gibi, babası da tasavvufa eğilimi olan dindar bir insandı. Yöre adetlerine göre eğitim çağına geldiğinde (yani 4 yıl 4 ay 4 günlük olunca) mahalle mektebine gönderildi. Burada Seyyid Ahmet Han’ın fikirlerinden etkilenen ve İkbal’in üzerinde büyük etki bırakan Mevlana Muhammed Hasan’dan, Arapça ve Farsça’nın yanı sıra şiir sanatına dair ilk bilgileri aldı. Orta öğrenimini Siyalkut’taki Scotch Mission School (İskoç Misyon Okulu)’da 1893’te tamamlayan İkbal, üniversite eğitimi için Pencap’ın başkenti olan Lahor’a gitti. Felsefe eğitimi gördüğü Government College (Devlet Üniversitesi)’tan 1897 yılında mezun olan İkbal, 1899’da Arap Dili alanında yüksek lisans derecesi aldı. Öğrenimi sırasında, İntişar-ı İslam Tarihi adlı meşhur eserin sahibi Thomas W. Arnold üzerinde olumlu izlenimler bırakan İkbal, yine onun önerisi ile Arapça dersler vermek üzere Oriental College (Doğu Üniversitesi)’a öğretim üyesi olarak atandı. Bu okulda 1901 yılında İngilizce, 1903 yılında ise felsefe dallarında öğretim görevlisi olarak çalışan İkbal, felsefe tahsilini ilerletmek üzere, yine Arnold’un tavsiyesi ile 1905 yılında, Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Trinity College (Teslis Üniversitesi)’a kaydoldu. Burada J.M.E. McTaggart’ın denetiminde doktora eğitimine başladı. O dönemde Cambridge’te felsefe dalında sadece master yapılabildiği için, doktora tezini vermek için Temmuz 1907’de Münih Üniversitesi’ne gitti. Aynı yıl İran’da Metafiziğin Gelişimi adlı teziyle doktor unvanını aldı. Almanya’dan İngiltere’ye döndükten sonra Temmuz 1908’de hukuk diploması da alan İkbal, aynı ayın sonunda ülkesine geri döndü. Lahor’daki Government College’da Felsefe ve İngiliz Edebiyatı Bölümü’nde felsefe profesörü olarak göreve başlayan ve 1911 yılına kadar da bu görevi sürdüren İkbal, resmi görevin görüşlerini serbestçe ifade etmesine engel oluşturduğunu düşündüğü için istifa etti. Londra’dan döndükten sonra avukatlık da yapmaya başlayan İkbal, geçimini 1934 yılına avukatlık yaparak sağladı. Üniversitedeki görevinden ayrılmasına rağmen, Lahor ve Delhi’deki eğitim kurumlarıyla irtibatını koparmayan İkbal, Londra’da yapılan Yuvarlak Masa Toplantıları’nda eğitim reformlarıyla ilgili olarak birçok komitede üye olarak çalıştı. 1933 yılında Afgan Kralı Nadir Şah’ın daveti üzerine Seyyid Süleyman Nedvi’nin de aralarında bulunduğu bir grupla birlikte Afganistan’a gitti ve burada hükümete ve Kabil Üniversitesi’ne eğitim reformuyla ilgili önerilerde bulundu. İkbal, felsefeye vukufiyetinin yanısıra, çok genç yaşlarından itibaren şiirle de ilgiliydi. Şiirleri 1901 yılından itibaren Mahzen adlı dergide yayınlanıyor ve büyük beğeni ile karşılanıyordu. Önceleri tabiat tasvirlerine ağırlık veren ve Tennyson, Longfellow gibi Anglo-Sakson şairlerin etkisi altında şiir yazan İkbal, daha sonra felsefi, dini ve siyasi alana yöneldi. Şiirde bariz bir biçimde Celaleddin Rumi’nin etkisi altındaydı. Lahor’daki Encümen-i Himayet-i İslam adlı cemiyetin toplantılarına düzenli olarak katılan İkbal, burada okuduğu ünlü Şikva ve Cevab-ı Şikva adlı şiirleri ile ülke çapında üne kavuştu. 1911 yılında Trablusgarp Savaşı üzerine yazdığı Hz. Peygamberin Huzurunda adlı dokunaklı şiiri, onun sadece kendi ülkesinin değil dünya Müslümanlarının meselelerine karşı da duyarlı olduğunu gösteriyordu. 1915’te yayınlanan ve ilk şiir kitabı olan Esrar-ı Hodi (Benliğin Sırları)’nin ardından, birkaç yıl arayla, her biri büyük ilgi gören 9 şiir kitabı daha yazdı. Şiirdeki zirvesi kabul edilen ve felsefi ve siyasi görüşlerini en derli toplu bir şekilde ihtiva eden Cavidname’yi ise ömrünün sonuna doğru 1932’de yazdı. İkbal, çok-yönlü bir kişiydi ve siyasetle de ilgiliydi. 1910 yılından itibaren Cinnah’ın başında bulunduğu Muslim League (Müslümanların Birliği) teşkilatı ile irtibatı vardı. Aktif siyasete katılmasa da, ülkesinin sorunlarına, dünya Müslümanlarının meselelerine karşı duyarlı idi. 1910-1923 yılları arasında Hint Müslümanlarının siyasi bilincini artırmak için çalışan İkbal, 1924’te Lahor Mili Liberal Birliği’ne üye oldu; 1926’da Pencap Yasama Meclisi üyeliğine seçildi ve 1930’da Bütün Hindistan Müslümanları Birliği’nin yıllık toplantısında başkanlık yaptı. Burada yaptığı tarihi konuşmada, ilk kez Hint Müslümanlarının ayrı bir devlet kurmaları gerektiğini dile getirdi. İngiltere’de yapılan İkinci ve Üçüncü Yuvarlak Masa Toplantıları’na da yine delege olarak katıldı. İkbal, konferans vermek üzere kendisine yapılan davetleri de geri çevirmiyor ve dini ve siyasi konularda halkını bilinçlendirmeye çalışıyordu 1928-1929 yıllarında Medres, Haydarabad ve Aligarh’ta bir dizi konferans verdi ve bunlar daha sonra İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası adıyla yayınlandı. 1934 yılında uzun süren ve hayatını sona erdirecek olan bir hastalığa yakalandı. Artık konferans vermek üzere çağrıldığı davetlere de icabet edemiyordu. Buna rağmen Bab-ı Cibril ve Darb-ı Kelim adlı şiir kitaplarını bu dönemde yazdı. 1938 yılının Mart ayında hastalığı ağırlaşan İkbal, Nisan ayının 21’inde vefat etti.
İkbal, İslam dünyasının her bakımdan çökmekte olduğu bir dönemde yaşadı. Müslüman toplumlar, 19. yüzyılın son çeyreğinde, neredeyse tamamen sömürgeci güçlerin denetimi altına girmişlerdi. Müslüman idareciler dirayetsiz, Müslüman alimler yetersizdi. Toplum ise, genel olarak, bir ‘uyuşukluk’ hali yaşıyordu. Böylesi bir vasatta, sorumlu alim ve mütefekkirler, sorunun kaynağına yönelmişler ve çözüm için önerilerde bulunmuşlardı. Afgani, ‘ıslah’ı öneren ‘acilci’ bir yaklaşım ile İttihad-ı İslam’ın çare olacağını ifade etmiş, ancak gelişmeler onun öngörüsü doğrultusunda olmamıştı. Müslümanlar, bırakınız İttihad’ı sağlamayı, varolan son siyasi güçlerini de kaybetmişlerdi. Bu kez, Abduh, Uyanış’ın somut semerelerini almak için zaman gerektiğini vurgulamış ve çareyi uzun soluklu bir ‘eğitim’ faaliyetinde görmüştü. İşte İkbal’in düşüncesi, böylesi bir siyasal ve düşünsel vasatta şekillenmiştir. İkbal de, Afgani gibi, siyasal gelişmelere karşı duyarlıdır ve bir biçimde ‘siyasal’ faaliyetin içinde de bulunmuştur. Ancak o, siyasal faaliyetin başarısı için öncelikle ‘şahsiyetli’ Müslümanın (merd-i mümin) gerekli olduğunu düşünmektedir. Ona göre politik faaliyetin kalitesini şahsiyetin gelişmişliği belirler. İkbal’in Benlik Felsefesi olarak tanımlanabilecek düşüncesinin özünü bu anlayış oluşturur. İkbal, Müslüman dünyasının birliğini istemektedir; ancak aktif politikanın bu noktadaki ‘sınırları’nın farkındadır. Taşlaşmış geleneksel düşüncelerin etkisi altında, taklit hastalığından muzdarip kitlelerle uzun soluklu bir siyasal mücadelenin sürdürülemeyeceğini bilmektedir. Hindistan Müslümanlarının siyasal mücadelesine katılmasına (hatta başka coğrafyalardaki Müslümanların verdiği siyasi mücadeleleri desteklemesine) rağmen, o, asli çözümün, güçlü bir Benlik (yahut şahsiyet) oluşturmakta olduğuna inanmaktadır. Birçok yazısında ve şiirinde “bir toplum kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez” ayetine atıfta bulunmasının nedeni de budur. Bu tespitin ise, ‘dönemin şartları’nın analiziyle ilgili olduğu açıktır. Müslüman toplumlar, aslında, nefislerinde olanı değiştirdikleri için bu izmihlal halini yaşamaktadırlar. O halde, bu değişimin nedenlerinin izahı gerekmektedir ve İkbal de, sorumlu bir düşünür ve şair olarak bunu yapmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla, onun bu çabasını, ‘ıslah’ ve ‘değişim’ isteyen Afgani ve Abduh’un çabasının bir devamı olarak görebiliriz. Peki, bu değişim nasıl sağlanacaktır? İkbal’in yaklaşımı, bu noktada, tipik olarak Abduh’un görüşleriyle paralellik arz eder. Buna göre Müslüman ferdin yahut toplumun inşası gerçekleşmeden, Müslümanların siyasal açıdan güçlü olmaları mümkün değildir. Bunun için de, öncelikle, ‘düşünce’ temelinin sağlam olması gerekir. İkbal’in felsefi düşüncelerini sistematik olarak ifade ettiği en önemli eserinin isminin “Dini Düşüncenin Yeniden İnşası” olması, bu yüzden boşuna değildir.
Ancak burada şu hususun altını çizmek gerekir ki, İkbal’in söylemi de, tıpkı Afgani ve Abduh gibi ‘savunmacı’ karakterlidir. Kanımca, bu da, esas itibarıyla, ‘dönemin şartlarıyla’ ilgilidir. İkbal’in yaşadığı dönemde, Müslüman dünyası, her yönden (siyasal, kültürel, ekonomik, vs.) Batı’nın ‘saldırısına’ maruz kalmıştır ve dönemin alim ve mütefekkirleri, buna cevap verirken çoğunlukla ‘savunma’ pozisyonunda kalmışlardır. İkbal’in yazılarına ‘sentezci’ bir üslubun hakim olmasının nedeni budur. Bu, düşüncenin henüz ‘yetkin’ olmaması ile izah edilebileceği gibi, ‘saldırı’nın şiddeti ile de açıklanabilir. İkbal, felsefi fikirlerini temellendirirken dönemin popüler Batılı düşünürlerinden Bergson, Nietzsche, Whitehead gibilerin görüşlerinden yararlanmakta ve bilim ile dinin yahut düşünce ile sezginin vs. çelişmediğini kanıtlamaya çalışmaktadır ki, bu üslup, tipik manada, ‘savunmacı’dır. Fakat örneğin, İkbal’den yaklaşık yarım asır sonra yazan Ali Şeriati, “İslam artık saldırıya geçmiştir” diyebilmektedir ve yazdıklarının içeriğinde de bu iddianın kanıtları görülmektedir (benzer bir durum, Şeriati ile aşağı yukarı aynı dönemde yaşayan Seyyid Kutub için de geçerlidir. O da Yoldaki İşaretler adlı eserinde: “İnsanlık artık İslam’a muhtaçtır; geleceğin dünyasında İslam söz sahibi olacaktır” tarzı özgüvenli bir üslup kullanmaktadır.) Gerçekten de, Şeriati’nin yaşadığı dönemde, ‘şartlar’ değişmiş ve modernite eski cazibesini yitirmiştir. O dönemde, Batı’da postmodernite hakim düşüncedir ve Müslüman düşüncesi de görece gelişme kaydetmiştir. Bu şartlar altında İslam’ın “saldırıya geçtiği” rahatlıkla ifade edilebilir; ancak İkbal’in yaşadığı dönem çok farklıdır ve bu dönemde böylesi özgüvenli bir söylemi kullanmak zordur. Bu, elbette, onun savunduğu kimi görüşleri mazur göstermenin gerekçesi olamaz; fakat sonuçta ‘verili şartlar’ın düşünce üzerindeki etkisini göstermesi bakımından da ‘anlamlı’dır.
Bu noktada İkbal’in hem Afgani’den hem de Abduh’tan önemli bir farkı olduğunu da ifade etmemiz gerekiyor ki o da şudur: İkbal, Batı düşüncesine (özellikle de ‘felsefi’ boyutları itibarıyla) vakıftır ve Batı’ya yönelik eleştirilerini bu bilgiye sahip olarak yapmaktadır. O, sonuçta bir ‘sentez’ çabası göstermektedir ve görüşlerinde eklektik yönler de bulunmaktadır: ama düşüncesindeki aynı felsefi derinliği hem Afgani’de hem de Abduh’ta göremiyoruz. İkbal, bu açıdan (yani Batı’yı ‘iyi tanımak’ ve teorik temellerine vakıf olmak bakımından) Afgani ve Abduh’tan ileridedir. Batı’yı iyi tanımak ise, modernite eleştirisinin kalitesi açısından önemlidir (nitekim Ali Şeriati onu özellikle de bu vasfı nedeniyle över ve ‘gerçek Müslüman alim’ tipolojisinin iyi bir örneği olarak gösterir). Şurası bir gerçektir ki Batı’yı derinlemesine tanıma noktasında Çağdaş Müslüman Düşünce’nin ‘zaafları’ vardır. Düşünce dünyamızın sembol isimlerine baktığımızda, güçlü bir geleneksel eğitim alanların (Kutup ve Mevdudi gibi) genellikle modernite eleştirisi noktasında yetersiz olduğu, güçlü bir modernite eğitimi alanların (İkbal ve Şeriati gibi) da geleneksel ilimler noktasında eksiklerinin bulunduğunu görmekteyiz. Her iki eksikliğin de Hakikat İddiası’nın ‘ispatlı’ bir şekilde savunulması noktasında olumsuz sonuçları olduğu malumdur. Ancak Çağdaş Müslüman Düşünce’nin moderniteyi ‘mağlup etmesi’ gibi bir amacın ‘tebliğ’ ve ‘cihad yükümlülüğünün bir gereği olduğu kabul edilecekse, ikinci grubun söyleminin amaca ulaşmak bakımından (özellikle de küreselleşmenin artık bir olgu olduğu düşünüldüğünde) daha şanslı olduğu kabul edilmelidir. Bu noktada Sartre’ın Şeriati için söylediği söylenen sözün üzerinde düşünmemiz gerekiyor. İddiaya göre o: “benim bir dinim yok; ama olsaydı, bu, Şeriati’nin dini olurdu” demiştir. Burada şu soruyu sormamız yerinde olacaktır: “Sartre bu cümleyi niçin Kutup yahut Mevdudi gibi alimler için değil de Şeriati için kullanmıştır?” Bu, önemli bir sorudur ve bendeniz cevabı şu şekilde verebileceğimizi düşünüyorum: “çünkü Sartre’ın sorularına Kutup veya Mevdudi’nin değil Şeriati’nin söylemi cevap verebilir!” Bu cevap, yeterli olmayabilir; ancak en azından Sartre’nin ‘frekansı’ndadır ve onun ‘anlayabileceği’ şekilde ifade edilmiştir. Yani Sartre (veya Batı düşüncesinin zirvesinde sayılan filozof ve entelektüeller) Şeriati’nin sözlerinde kendi sorularına bir biçimde cevap bulabilmekte, ancak Kutup ve Mevdudi gibi alimlerde bu cevabı bulamamaktadır! Bu niçin önemlidir? Tabii ki Batı modernitesine karşı verilen mücadelenin başarısı açısından önemlidir. İşte İkbal’de gördüğümüz felsefi derinlik bu yüzden önemlidir. Onu, tabiri caizse, sığ denizlerde rahatça yüzmek yerine derin okyanuslarda boğulma riskini göze almış biri olarak niteleyebiliriz. Sonuçta güvenli ‘sentez’ limanına sığınmıştır ama çabasını, hakkaniyet adına, Çağdaş Müslüman Düşüncenin gelişmesi sürecinde ‘yeni’ bir katkı olarak takdir etmemiz de gerekmektedir.
Not: Daha fazla bilgi için, Çağdaş Müslüman Düşünce/Sembol Şahsiyetler, Pınar Yayınları, 2015 adlı kitaba bakınız.