Analiz

'ÜÇ TARZ-I SİYASET'İN SONU MU?

Üç Tarz-ı Siyaset, bildiğiniz gibi, aslında, Yusuf Akçura'nın 1904 yılında Türk Dergisi'nde yazmış olduğu uzunca bir makale. Sonra kitap formatında da çıktı. Kendisi Türkçü akımın öncü isimlerinden birisi. Zaten bu makale için milliyetçi görüşe sahip birçok kişi, "Türk milliyetçiliğinin ilk manifestosu" filan der. Tabii makaleyi beğenenler böyle söylüyor. Aslında manifesto özelliği olmayan bir makaledir, ama fikri derli toplu ifade ettiği için onlar bunu öyle değerlendiriyorlar. Bizim burada ilgilendiğimiz tarafı İslâmcılık kavramıyla ilgili boyutudur. Akçura 'üç tarz-ı siyaset' derken, Osmanlıcılık, Türkçülük, İslâmcılık'ı kast ediyor ama biz burada kavramı farklı bir manada kullanacağız. Malum Cumhuriyet'in ilanından önce 'üç tarz-ı siyaset'in anlamı farklıydı; Cumhuriyet döneminde ise hem yönetim alanında hem de ideolojik alanda algılar ve yaklaşımlar bir ölçüde değişti. Biz bununla, özellikle de II. Dünya Savaşı'ndan sonra siyasete damgasını vuran 'sağ', 'sol' ve 'dinci' siyaset anlayışlarını kastediyoruz. Akçura'nın 'üç tarz-ı siyaset' kavramını, sadece anlamayı kolaylaştırıcı bir işlevi olduğu için kullandık. Ancak, ilginçtir, Türkiye'de 'siyaset tarzları' Cumhuriyet öncesinde de sonrasında 3 adettir! Yani Akçura'nın makalesine bakacak olursak, Cumhuriyet öncesinde bunlar Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslâmcılık'tır; Cumhuriyet sonrasında yine 'sağ', 'sol' ve 'dinci'liktir! Biz Akçura'nın da 'üç tarz-ı siyaset' içerisinde gördüğü İslâmcılık akımı üzerinde duracağız; bu akımı analiz edeceğiz ve bunun üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. Yani bir akım olarak İslâmcılık, özellikle de son 10-15 senelik pratik bağlamında nereye doğru gidiyor meselesini ele almaya çalışacağız.

Yusuf Akçura'nın Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslâmcılık olarak tanımladığı 'üç tarz-ı siyaset'ten biri olan 'İslâmcılık'la bugün bizim tartıştığımız İslâmcılık aynı şey değil, önce bunu bir tespit edelim. Osmanlı'nın son dönemindeki İslâmcılığın işleviyle bugünkü İslâmcılığın amaçları, hedefleri, yapmak istediği şeyler çok farklı. Zaten Yusuf Akçura bu makalede çok açık bir şekilde şunu söylüyor: "Bu üç siyaset tarzı devleti kurtarmaya yönelik önerilerdir." Yani Osmanlı Devleti çöküyor, çökmekten kurtulmak için ne yapmak lazım? İlki, "Osmanlıcılık siyaseti gütmek lazım" diyor. Yani "Osmanlı içindeki bütün unsurları bir arada tutacak bir çaba gösterilirse belki bu olur" diyor. Malum Osmanlı'nın yıkılmasıyla zaten bu tez çökmüş oluyor. İslâmcılıkla ilgili olarak çok olumsuz bir şey söylemiyor o makalede, yani kendisi Türkçü biri olmasına rağmen, "İslâmcılık avantajları olan bir ideolojidir" diyor, ama bu da "sonuçta devleti kurtarmaya yönelik olarak bir tarz olabilir" diyor. Çünkü onun bütün derdi "devlet yıkılmasın"dır. Yani bu makaledeki İslâmcılık, araçsal bir ideolojidir, işe yarayan bir ideolojidir! Zaten Osmanlı tebaasının çoğunluğu Müslüman! O halde, bu ideoloji işe yarayabilir diye düşünüyor. Abdülhamid'in Panislâmist politikası da bunu göstermiş. Ama Akçura sonuçta İslâmcılık tarzını da 'çare' olarak görmüyor. "Bu da devleti kurtaramaz" diyor. Gerekçesi de şu: Hıristiyan devletler, özellikle Batılı devletler bu tarzı istemiyor ve "maalesef Batılı devletler bugün çok güçlü" diyor. "Biz İslâmcı bir siyaset uygulasak, bunu halka kabul ettirsek bile, İngiltere başta olmak üzere diğer Batılı devletler bunu istemediği için başarılı olamayız" diyor. Türkçülük tarzını değerlendirirken ise şunları söylüyor: "Türkçülük daha önce Osmanlı coğrafyasının görmediği bir şeydir." Bunu, o dönemde tespit etmesi önemli, çünkü bir akım olarak daha ilk filizlerini henüz veriyor. Akçura, devletin kurtarılması konusunda Türkçülüğün başarı şansını da pek güçlü görmüyor. Ama kendisi Türkçü olduğu için, diyor ki: " bence yine de bunların içerisinde en şanslısı Türkçülüktür." Fakat üslup önemli burada. Zira çok net bir şekilde "devleti Türkçülük kurtarır" filan demiyor. Yani iki arada bir derede İslâmcılıkla Türkçülük arasında gidip gelen bir tezi var. En azından ben böyle yorumluyorum. Tabii o dönemi düşünecek olursak, Türkçülük akımı giderek güç kazanıyor. Sene 1904. Yani Batıcı düşünceler, özellikle Jön Türkler'le başlayıp İttihat ve Terakki ile devam eden süreçte, Osmanlı coğrafyasında daha çok taraftar bulmaya başlıyor. Bana göre, o dönemin Türkçülük akımını Batıcılık akımı içerisinde görmek mümkün. Çünkü liberal eğilimli münevverler filan da var, ama bir akım olarak liberalizm henüz yok veya ancak çok belli belirsiz bir şekilde var. Fakat Türkçülük, o dönemde artık somut bir akımın karşılığı olarak kullanılabiliyor! Akçura'nın makalesinde adı geçen Türkçülük akımının içerisinde daha sonra dallanmalar, budaklanmalar tabii ki oluyor. Özellikle Cumhuriyet eliti bu akımın içerisinden çıkıyor, denilebilir. Hatta 'Sol'u dahi kısmen bunun içerisine yerleştirmek mümkündür. Çünkü 'Sol' eğer makaledeki Türkçülük akımının içerisinden çıkmadıysa, nereden çıktı? Osmanlıcılık'tan mı, İslâmcılık'tan mı? Değil mi yani! Sol Türkiye'de 1940-50'li yıllardan sonra ortaya çıkmış bir akım gibi görülüyor ama kökenine bakınca, özellikle de sosyolojik açıdan 'Batıcı/Türkçü' grubun içerisinden çıkmıştır diyebiliriz. Nitekim 'Türkçü' Akçura da, nihayetinde 'Batıcı' akımın içerisindedir; Atatürk döneminde, eğitim alanında önemli mevkilere gelmiş biridir. Yanılmıyorsam, milletvekili de seçildi.

Akçura'nın Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesine dair yapabileceğimiz bir başka tespit de şudur: Bana göre, bu makale, şu açıdan da önemli: daha önce Osmanlı aydınları arasında böyle bir analiz yapan yok! Mesela İslâmcılığı ayrı bir "izm" olarak zikredip, yanında da başka "izm"leri zikrediyor. Analizi bu şekilde yapıyor. Daha sonra Cumhuriyet döneminde toplumdaki belirli kesimleri kategorize eden bu türden analizler çok var, biliyorsunuz. Özellikle de bizim yaşadığımız dönemde 'Sağ', 'Sol', 'Muhafazakâr' veya 'dinî' kesimin toplumda ayrı ayrı karşılıklarının olduğuna dair analizler çok yapılıyor. Ama Akçura'nın makalesinden önce, Osmanlı coğrafyasında bu tür bir analiz çabası yok. Fakat kendisi Batı literatürüne de aşina olduğu için, muhtemelen oradaki benzer türde yazılmış makalelerden yararlanmıştır diye düşünüyorum. Yalnız tekrar söyleyeyim, bizim makale bağlamında ilgileneceğimiz asıl konu, İslâmcılık'tır. O yüzden, onun kastettiği İslâmcılıkla şimdiki dönemin İslâmcılığı birçok açıdan farklıdır. Bunu da unutmayalım. Düşünce temelleri açısından bazı benzerlikler var, ama siyasi refleksler ve amaçlar açısından ikisi neredeyse tamamen birbirinden farklıdır. Birisi, devlet yıkılmaya yüz tutmuş, devleti kurtarmaya çalışıyor; ötekisi, devletin bulunmadığı bir dönemde devleti kurmaya çalışıyor. Bu, çok önemli bir farklılıktır, söyleme de yansır, içeriğe de yansır.

Bu makaleyle ilgili bu kadar bilgi sanıyorum yeterli olur. Çünkü biz burada esasen onu konuşmayacağız; 'Sağ', 'Sol' ve "Muhafazakâr/Dinci" akımların ve tabii ki İslâmcılığın akıbetini konuşacağız. Tabii "devlet yıkılınca tarz-ı siyaset olarak Osmanlıcılık'ı önerenlerin söyleyeceği söz kalmadı" demiştik. Sonra Batıcı kadrolar, özellikle milliyetçi kadrolar yeni kurulan devletin başına geçiyor. Peki, bu süreçte Osmanlı döneminde İslâmcılık akımının mensubu olarak anılan isimlere ne oluyor? Bunlar 'muhalif' oluyorlar; bir kısmı ülke dışına sürülüyor, bir kısmı mücadele ediyor, bir kısmı başka bir tarz benimsiyor. Mesela Said Nursi, 'Yeni Said' oluyor ve "imanı kurtarmak lazım" filan diyor. Zaten Osmanlı dönemindeki İslâmcılık akımının 'ideolojik' mahiyeti belli belirsizdir. Bu dönemin İslâmcılığının ana hedefi 'devleti kurtarmak!' O yüzden Cumhuriyet döneminde bugünkü manada bir İslâmcılık akımının ilk 30-40 senede var olup-olmadığı bile tartışılabilir. Çünkü eğer İslâmcılığı devleti kurtarmaya yönelik bir akım olarak tanımlarsak Cumhuriyet'in kurulmasından sonra bu akımın bittiğini söylememiz lazım. Hangi manada bitiyor? Akçura'nın kast ettiği manada İslâmcılık akımı, Cumhuriyet'in kurulması ile bitiyor. Çünkü devleti kurtarma amacına ulaşamıyor. Daha doğrusu, birileri devleti kurtarmışsa, bunlar İslâmcılar değil, Türkçüler veya Batıcılar! O yüzden, "Cumhuriyet'in ilanından sonra da İslâmcılık varlığını sürdürmüştür" dersek, o zaman bu amaçla uyumlu bir hareket bulmamız lazım. Bazıları, "Said Nursi bunu amaçlamış" diyor. Kimi Nurcu akademisyenler bunu savunuyorlar. Sadece "onun tarzı farklıydı" filan diyorlar; "Tevhidî bir mücadele veriyordu, ama o zaman ancak böyle yapılabilirdi; şartlar elvermiyordu" vs. diyorlar. Yani bu hareketi İslâmcılık içerisinde değerlendirenler de var. Tabii bizim İslâmcılık olarak bildiğimiz, tanımladığımız şey nedir? Demin de söylediğim gibi, siyasi açıdan Müslümanlar o dönemde sadece Osmanlı coğrafyasında değil, bütün dünyada iktidarı yitiriyor, ellerinde devlet gücü kalmıyor. Kendini Müslüman olarak tanımlayan ve uzun asırlar boyu hiç devletsiz yaşamamış insanlar "şimdi ne yapacağız?" diye soruyorlar. Tabiatıyla "mücadele edeceğiz, devleti yeniden kuracağız" diyorlar. Yeni dönemin İslâmcılar'ı bunlardır. Başka bir isim olarak, bu harekete 'İslâmi hareket' de deniliyor biliyorsunuz. Ama eğer bir grubun İslâm'ı iktidar etme amacı yoksa buna 'dinî grup' veya 'cemaat' deniliyor. Hareket bile denilmiyor, dikkat ediniz! Burada şu hususa da değineyim: 'hareket' kelimesi de esas itibariyle bize ait bir tabir değildir. 20. yüzyıldan önce bizim terminolojimizde yoktur. 'İslâmi Hareket' tabiri bile öyledir; çünkü örneğin 'Sosyalist Hareket' diyoruz ya, orijinali Batı'dan geliyor. 'Sosyalist Hareket' nedir? Kapitalist bir düzen var, statüko var; buna karşı işçilerin önderliğinde verilen ve işçilerin iktidarını hedefleyen mücadeleye 'Sosyalist veya Sol Hareket' deniliyor. Şimdi buradan mülhem 'İslâmi Hareket' olunca, İslâm'ı iktidara taşımaya çalışan toplumsal hareket manası çıkıyor. Bu açıdan baktığınız zaman, pek çok dinî cemaati, tasavvufi yapıyı vs. 'hareket' olarak nitelemeniz mümkün değil. Dolayısıyla, İslâmcılık hareketini bu şekilde tanımlıyorsanız, Cumhuriyet'in ilk döneminde böyle bir hareket yok demeniz gerekiyor. Zaten birçok kişi, bu mahiyetiyle 'İslâmi Hareket'in 1950-60'lardan itibaren başladığını söylüyor. Özellikle bu coğrafyada  Seyyid Kutub, Mevdudi, başka Arap veya Pakistanlı yazarların eserlerinin tercüme edilmesiyle başlamıştır gibi bir değerlendirme yapılıyor. Bunu kabul ettiğiniz zaman, 'İslâmi Hareket'in bu ülkede ancak 1960'lardan sonra sosyal/siyasal bir hareket olarak var olduğunu söyleyebilirsiniz.

Peki, bu dönemde Türkiye'de başka ne var? 'Sağ' ve 'Sol' var, bunu net olarak söyleyebiliriz. Çünkü 'Sağ' dediğimiz şey biraz muhafazakârlıkla ve biraz da demokrasi kavramıyla ilişkili, ama İslâmcı kategorisine girmeyecek manada dinî hassasiyetleri olan geniş halk kitlelerine hitap eden bir akım olarak görülebilir. Kısmen de tabii Osmanlı'nın son döneminde Akçura'nın dediği manada Türkçülüğü kapsıyordu. Şimdi bu üçünün arasında da etkileşimler var elbette. Yani az da olsa, çok da olsa 'Sağ' ile İslâmcılık arasında bazı etkileşimler ve geçişkenlikler var. Onu da kabul etmemiz lazım, ama zaman içerisinde içerik tabii ki değişiyor. Mesela İslâmcılık, Osmanlı dönemindeki İslâmcılık değildir artık. Aşağı yukarı 1950'lerden 1980'lere kadar "Sağ-Sol mücadelesi" şeklinde cereyan eden tarihsel süreç içerisinde İslâmcılığın aktüel siyasette pek yerinin olmadığını, ama yeni yeni bazı düşünsel gelişmeler kaydettiğini söyleyebiliyoruz. Benim burada birazcık iddialı bir şekilde söyleyeceğim şey şu olacak: 'Sağ' ve 'Sol' siyaseti, ideolojisi de dâhil olmak üzere, 1980 darbesinden sonra, büyük ölçüde bitmiş kabul edilebilir. Bu akımların bu tarihten sonra özellikle de ideolojik açıdan cazibesinin kalmadığını söyleyebiliriz.

İslâmcılık meselesini tartışırken tabii şunu da ele almamız gerekiyor. Dinî hassasiyeti olan, muhafazakâr olup Şeriat'a da inanan bir taban var. Şimdi bu taban ne olacak? Bu taban Cumhuriyet dönemi boyunca ne yapmış? Bir dönem, kısmen cemaatlere, tarikatlara yönelmiş, fakat bir dönem sonra özellikle MNP/MSP hareketiyle birlikte aktüel siyasetin içerisine de girmiş. 'Dinci' siyaset derken daha çok bunu kastediyorum ben. Peki, başka kesimlerde benzer hissiyatlar yok mu? Var tabii. Mesela, Nur cemaatinin bir kolu bir ara Süleyman Demirel vasıtasıyla aktüel siyasete girme teşebbüsünde bulundu, ama bu kesim, Necmettin Erbakan'ın hitap ettiği taban kadar 'dinci' siyasetle özdeşleşemedi. Şimdi bunun analizini yaptığımız zaman, fikrî beslenme kaynaklarına, ideolojik beslenme kaynaklarına baktığımız zaman, bunun büyük ölçüde 'geleneksel' bir şey olduğunu görüyoruz. Ama bir dönem, yani 1960'lı ve 70'li yıllarda Arap dünyasından yapılan tercümelerden, Kutub-Mevdudi okumalarından dolayı, kısmen 'İslâmcı' söylemden etkilenme olduğu söylenebilir, ancak tabii bu kısmî etkilenmeye bakarak, bu harekete 'İslâmcı' denilir mi, o da ayrı bir konu. Bana göre, fikrî açıdan, özellikle de 'yöntem' açısından 'İslâmcı' kategorisine dâhil edilemez. Gerçi bizim medyamız İslâmcılık konusunu tartışırken, çoğunlukla bu kesim üzerinden değerlendirmeler yapıyor ama bu yanlıştır. İslâmcılık akımını bu kesim temsil etmez. Bu kesim üzerinden bir İslâmcılık tartışması yapılamaz. Çünkü örneğin, 'din' ile 'siyaset' arasındaki ilişkiyi özden gören kişi İslâmcıdır. Bu açıdan baktığımız zaman, sanki 'dinci' siyaset güden çevrenin yani Milli Görüş çevresinin, 'İslâmcı' olarak nitelendirilebileceği gibi bir yanılgıya kapılabilirsiniz. Zira onlar tam da 'siyaset'in içinde görünüyorlar, değil mi? Ama hangi 'siyaset'in? Bu insanların siyasette ne yeri var, niye siyasete giriyorlar? İslâm'ı iktidar etmek için mi? Yoksa birtakım mevkiler elde etmek için, bir takım 'çıkarlar' için mi? Şimdi, bir anket yapsak, "din ile siyaset arasında bir ilişki var mı" diye sorsak, Milli Görüş tabanından bu soruya önemli ölçüde "evet" cevabı gelir. Ama bunu açımladığınız zaman sizin, benim algıladığımız gibi algılamaz, farklı algılar. Farklı algıladığı için de farklı davranır, 'siyaset'i farklı bir şekilde görür. Ama İslâmcılık tartışılırken, bu ideolojiyi içselleştirmiş kişileri de, kıyısında kalan kişileri de aynı kategoride değerlendiriyorlar ki, bu doğru değildir. Doğru analiz yapmak için bu farklılıkları göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Bu noktada benim söyleyeceğim ve bazılarınızın belki kabul etmeyeceği şey şu: kimilerinin İslâmcılık akımı içerisinde gördüğü, kimilerinin 'muhafazakârlık' olarak tanımladığı, bir dönem 'sağcılık' içerisinde görülen ve son dönemde de büyük ölçüde 'Muhafazakâr-demokrat' çizgide yer alan bu taban, AKP iktidarından sonra, önemli bir değişime uğradı. Yani gelmiş olduğumuz şu dönemde, 1980 darbesinin sağ-sol hareketlere yapmış olduğu şeyin bir benzerini, AKP iktidarı, bu tabana yaptı diye düşünüyorum. Tabii bu arada " 'Sağ' ve 'Sol'un öteden beri işlevleri neydi, mevcut sistem içerisinde her iki akım nasıl algılanıyordu, yönetici elit bu akımlara nasıl bakıyordu?" diye sormamız ve bunun da cevabını aramamız gerekiyor. Bana göre, 'Sol' muhalif bir akımdır; kapitalist sisteme karşıdır; en azından teoride böyledir. Ama 'Sağ' her zaman 'düzen'in kullandığı, kullanıma açık bir akımdır. Bazı kişiler, 'Sol'u da devletin kullandığını söylüyor ama ben bu görüşü pek doğru görmüyorum. Malum, hani "Türkiye'ye komünizm gelecekse onu da biz getiririz" diyenler var ya! Evet, devlet içinde bazıları bunun için uğraşmışlardır, ama ideolojik olarak Solculuk, devletin icat edip ortaya çıkardığı bir hareket değildir. Çünkü kaynağı başka yerdedir en nihayetinde. Ama tabii devlet, bazen 'solcu' örgüt kurar, bazen 'militan', bazen 'dinci', bazen 'sağcı' örgüt kurar. Bu, onun gücüne bağlıdır. Bunlar tabii ayrı konular. Biz ideolojik açıdan 'bitmek'ten bahsediyoruz. Çünkü örgütleri kuran-yıkan şey asıl budur. Burada ne oluyor-bitiyor, ona bakmak lazım. Bence 'Sağ' ve 'Sol' siyasetin, hele hele 1980 darbesi öncesi 'Sağ' ve 'Sol' siyasetin bundan böyle Türkiye siyasetinde ciddi bir varlık göstermesi mümkün değildir. Belki, eskiden izler taşıyan bazı eğilimler olabilir, bunun üzerine birtakım denemeler olabilir. Mesela yine 'Sağ' reflekslerle hareket eden, ANAP-DYP tarzı bir çaba veya 'demokrat görünümlü' bazı lider adayları etrafında bazı girişimler olabilir, ama bana göre bu tarzın artık ülke siyasetinde 'reel' bir karşılığı yoktur. 'Dinci' siyasete baktığımızda ne görüyoruz peki? Siyasi tecrübesinin başlangıç yıllarında, yani 1960'ların sonu ve 70'li yıllarda, bu 'dinci' veya 'muhafazakâr' grup, birkaç koalisyon hükümetinin küçük parçası olmak dışında, hiç iktidara gelememişti veya getirilmemişti. Veya devletin menfaatleri öyle gerektirdiği için, Anayasa Mahkemesi vs. devreye girip bu hareketin partilerini kapatmıştı. Ne diyordu bu hareketin tabanı: "Bir türlü iktidara gelemiyoruz ki! İstediğimiz gibi bir gelsek görürsünüz ne olacağını!" Artık geldiler ve ne yaptıkları görüldü! Bu tecrübe çok önemlidir. Ama tabii neden bahsediyoruz burada, hangi hareketten bahsediyoruz? Bunun İslâmcılıkla ilişkisi konusunu ayrıca değerlendireceğiz. Ama 'sistem-içi' kanalları kullanarak iktidara gelme tarzının, yani 'Sağ', 'Sol' ve 'Dinci' siyaset tarzının, yani çağdaş manada 'üç tarz-ı siyaset'in artık kitlelere söyleyebileceği, en azından onlara cazip gelebilecek bir şeyinin kalmadığını düşünüyorum. Bu düşüncem tartışılabilir tabii ki. Belki sizler de eleştireceksiniz. Yani denilebilir ki: "Tamam 'Sağ' ve 'Sol' siyaset için dediklerini kabul edelim ama 'Dinci' siyaset için bunu kabul etmiyoruz. Çünkü dönem 'Ilımlı İslâm' dönemi! Bundan sonra artık siyaset, hep bu tarzda yapılacak!" Ben pek öyle düşünmüyorum, zaten bu düşüncemi ihsas ettirmek için özellikle böyle bir başlık seçtim. Tabii bunu şu ana kadar söyleyen de var mıdır, yok mudur onu da bilmiyorum. En azından, ben duymadım. Tabii ki bunu tartışabiliriz. Ben sadece kanaatimi söylüyorum. Yani diyorum ki, gelinen bu aşamada, 'Dinci' siyaset tarzının artık bu düzen içerisinde yapabileceği, "şunu daha yapmadık" diyebileceği bir şeyi kalmamıştır. Şimdi bir hareketin yapacağı bir şey kalmayınca ne olur? Mesela soruyu şöyle de sorabiliriz: "Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra 'Sol'un söyleyebileceği bir şey kalmış mıdır?" Birçok solcuya, sosyaliste göre, 'Sol'un hâlâ söyleyeceği sözler var! Ama bu ne kadar doğru veya inandırıcı? Bence bu tür söylemler, biraz nostaljik oluyor! Şimdi, artık 'Sağ'dan 'Sol'dan, 'Eski Sağ'dan 'Eski Sol'dan herkes, 'Sol'un ümit verecek bir şeyinin kalmadığını rahatlıkla söylüyor. Sosyalizme gönülden inanmış adam tabii ki bunu kabul etmeyebilir, gözlerini kapatabilir bazı gerçeklere. Ama bu ne ifade eder? Şimdi ben 'Dinci' siyaset için de benzer bir şey söylüyorum. AKP dönemi, bana göre, bu tür bir siyasetin neyi yapıp yapamayacağının artık net olarak görüldüğü bir dönem olmuştur. Bu manada şu söylenebilir: Bu konu artık İslâmcılık tartışmasında bazılarının kafasını karıştıran bir mevzu olmaktan çıkmıştır. Görmek isteyen için bu, net bir şekilde görülür. Dolayısıyla 'Milli Görüş' siyaseti veya AKP siyaseti yahut 'Dinci' siyaset ya da 'Muhafazakâr-Demokrat' siyaset, ne derseniz deyin, bu 'siyaset tarzı', artık İslâmcılık tartışmasında öyle ciddiye alınarak üzerinde tartışılacak bir mevzu olmaktan çıkmıştır, çıkmak üzeredir. Bundan böyle, "Bu tarz siyasetten bir şey beklenir mi?", "Bu tarz siyasetin ülke geleceğinde bir rolü hâlâ olabilir mi?" "Bu siyaset tarzının İslâmcılığın geleceğinde ne gibi etkileri olabilir?" tarzı sorular fazla sorulmayacaktır diye düşünüyorum. Nedeni de şu: bir grubun yapmak istediklerini gerçekleştirmek için 12 senelik tek parti iktidarı yeterince uzun bir süredir. Eğer buna karşı: "Daha henüz yapmadığımız, yapamadığımız şeyler var" filan derlerse, bu geçerli mazeret kabul edilmez. Bu kadar uzun süre yapamadıktan sonra söyleyeceğiniz bir şey kalmaz. Bunu söylemeniz, gizlenmenin veya dini terminolojiyle 'takiyye'nin ileri bir noktası olur ki, o zaman da güvenilirlik açısından ciddi zarar görürsünüz.  Zaten öyle bir şey olduğuna ben inanmıyorum. Ne istiyorlarsa onu yapmışlardır! Tabii şimdi burada benim bu tezimi tartışabiliriz. Bunu ilk kez burada dillendirmiş oluyorum. Bundan sonra da Türkiye'de hem sağda hem solda, küçük çaplı yeni oluşumlar, yeni denemeler vs. olabilir; yine aynı şekilde Muhafazakâr-demokrat tabana hitap edecek girişimler de olabilir, ama bu 'siyaset tarzları'nın eski cazibesinin kalmadığını, giderek halk nezdinde de çok fazla itibarının kalmayacağını düşünüyorum.

Peki, bu öngörümüz doğruysa, bizim açımızdan bu ne mana ifade ediyor? Siyasi olarak Türkiye'de yeni oluşumların önünün açık olduğu anlamına gelir tabii ki! Eğer yeni siyaset tarzları, eski örnekleri tekrarlama şeklinde olursa onların da akıbeti iyi olmayacaktır. 'Yeni Siyaset, farklı olmak durumundadır. Daha doğrusu, ben yeni dönemde farklı siyasi arayışların olacağını düşünüyorum. Tabii burada "İslâmcılar olarak ne yapabiliriz?" sorusu gündeme geliyor. Çünkü İslâmcıların siyasi mücadele alanında varlık gösteremediği yerde, boşluğu tabii ki bu muhafazakâr dinci siyaset, yani sistem içi kanalları kullanan siyaset tarzı dolduruyor. Şimdi "Onların giderek boşaltacağı yerde İslâmcı siyaset için bir yer olabilir mi?" sorusunun cevabını aramamız gerekiyor. Bence bu soruyu sormamızın zamanı gelmiştir ve bana göre cevap: "tabii ki olabilir" şeklindedir. Buna mesela 'Yeni Siyaset' diyebiliriz! Bu, bir 'hareket' de olabilir, 'cemaat' de olabilir, 'siyasi' mahiyeti olan başka bir oluşum da olabilir. Bunun 'yeni' oluşunu belirleyen ne olacaktır? Tabii ki 'eski tarz' siyasetin üslup ve içeriğinden farklı oluşu olacaktır. Yani bu yeni tarzın, eski 'üç tarz-ı siyaset'ten farklı argümanları olacaktır. Peki, bu yapılabilir mi? Gelinen aşamada, özellikle İslâmcılar olarak bunu düşünmemiz gerekiyor. Burada neyi söylemiş oluyorum? Daha çok erken görülebilir bu söylediklerim, ama tabii her yorumcu gibi ben de havayı koklayıp, ona göre bir şeyler söylüyorum. Gaipten haber alıyor değiliz elbette! Benim kokladığım havada bunlar var. Herkes bu kokuyu alır-alamaz; bunlar başka şeylerdir. Algılamaya bağlıdır, bakış açısına bağlıdır. Başka faktörlere de bağlı olabilir. Ben havayı kokladığım zaman böyle bir şey sezinliyorum. Dolayısıyla bu açıdan bakınca, 'İslâmcı bir siyaset'in dahi önünün açık olduğunu düşünüyorum. Tabii eski siyaset tarzlarının uzunca bir geçmişi var bu ülkede. Sağ ve Sol hareketi, 'Batıcı' akımın bir uzantısı olarak görecek olursak, özellikle Jön Türkler'den beri bu hareketlerin, neresinden baksanız, bir asrı geçkin bir tecrübesi olduğunu görüyoruz. Şimdi pratik mücadele vermek öyle kolay değildir; ortaya çıkıp kitleyi hemen etrafınıza toparlayamazsınız. İdeolojik altyapınızın sağlam olması gerekir. Yani "Sağ ve Sol bitmiştir" diyoruz ama bunlar nereden baksanız 100 yılı aşkın bir fikrî geçmişe sahip. Çağdaş dönem İslâmcılığını bu açıdan tahlil ettiğimiz o kadar geçmişi olmadığını görüyoruz. Osmanlı'nın son döneminden itibaren alırsanız, var diyebilirsiniz. Ama biz ne diyoruz? "Osmanlı'nın son dönemindeki İslâmcılık ile çağdaş dönem İslâmcılığı farklıdır" diyoruz. Tabii ki bazı ortak noktaları var, ama önemli farklılıkları da var. Dolayısıyla çağdaş dönem İslâmcılığı, özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki İslâmcılık hareketi, Türkiye'de 'Sağ' ve 'Sol' hareket ile karşılaştırıldığında, oldukça yeni sayılır. İdeolojik bir hareket olarak da yeni sayılır. Yoksa Müslümanlık, Kur'an nazil olduğundan beri var! O manada değil, aktüel manada, yani siyasi, ideolojik ve toplumsal bir hareket olarak yeni sayılır. Diyeceğim o ki, eski tarz siyasetlerin tükenmesi sonucunda, yeni İslâmcılığın önüne bir 'fırsat' gelmiştir! Bunu iyi değerlendirmek gerekiyor. Ama bir eksiğimiz var: ideolojik zeminimiz henüz istenen düzeyde değildir. Çünkü 'Sağ' ve 'Sol' hareket de beşeri hareketlerdir ve içinde insan unsuru vardır. Yani onların da 'aydın'ı var, 'taban'ı var. Onlar da çalışıyorlar, fikir üretiyorlar ve zaman zaman zorlanıyorlar. Ve tabii ki bu işler zaman alıyor! Bu manada bizim de onlardan bir farkımız yok. Biz de aynı şekilde çalışacağız ve aynı zorlukları yaşayacağız. Allah 'torpil' yapmaz! Hak ederseniz, belki gaybî yardımlarda bulunabilir, ama adaletsizlik yapmaz. Dolayısıyla "onların 100 senede yaptığını ben 10 senede yaparım" dersen, bu pek de adil bir şey olmaz yani! Diyeceğim o ki: 1950'li veya 1960'lı yıllardan sonrasını baz alacak olursak, bir müddet daha ideolojik zeminin güçlendirilmesi noktasında çalışmamız gerektiği açıktır, ama böyle fırsatları kaçırmamaya da dikkat etmek lazım. Zemin, tamamen de boş değil çünkü!

Biliyorsunuz, bendeniz son yıllarda bu 'düşünce' meseleleriyle çok uğraşıyorum ve konuşmalarımda veya yazılarımda 'düşünce'nin 'pratik'ten önce geldiğini vurgulamaya çalışıyorum. Çünkü bina, temele dayanır. Temel sağlamsa, bina da sağlam olur. O halde, bu işlere soyunan her hareket gibi bizim de temele odaklanmamız gerekiyor. Orada eksiğimiz var mı veya ne kadar biriktirmişiz orada? Buna bakmamız gerekiyor. Eksiğimiz mutlaka var da, orada ne kadar biriktirmişiz? Yeni gelinen dönemde bu birikimle neyi yapabiliriz? Daha doğrusu yaptığımız hangi şey doğrudur? Bu soruların cevabını vermemiz gerekiyor. Mesela, şunu yaparsak yanlış olur: Anavatan Partisi veya Doğru Yol Partisi gibi bir 'kitle' partisi kuramazsın. Çünkü kitle, şu anda, İslâmcı hareketin kitleselleşme çabasına cevap vermez. Ne yapabilirsin peki? Siyasi içeriği olan bir yapılaşmanın önemini vurgular ve kitleye bir çağrıda bulunabilirsin. Bunun adı 'parti' olur veya olmaz; başka bir şey de olabilir. Bu önemli değil. Kitle buna ilgi gösterebilir şu an. Çünkü hâlihazırda 'ideolojik' bir boşluk var ülkede. Hatta bütün Müslüman Dünyası'nda! Bu boşluğu İslâmcılıktan başka hiçbir ideolojik akım dolduramaz. Artık modernitenin, kitlelere 'alternatif' olarak sunabileceği cazip bir ideolojisi kalmamıştır. 'Batıcılık', 'Sağ' veya 'Sol', ne derseniz deyin, 'ideolojik' manada, 'fikrî' manada iflas etmiştir. Yani 1970'li, 1980'li yıllar, çok rahatlıkla, batılı ideolojilerin Müslüman Dünyası'nda cazibesinin kalmadığı dönemler olarak görülebilir. Cazibe kalmadıktan sonra geriye ne kalır ki?! Kısacası, giderek bu ideolojilerin etkisinin azalacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii ki etkinin boyutu büyükse, süreç de uzun zaman alır. Türkiye, malum, Batılılaşmadan önemli ölçüde etkilenen ülkelerden birisi, hatta en başta gelen ülkelerden biri. Hâlihazırda yaşı müsait olanlarımızın üniversitede çocuğu vardır. Bu çocukların hâlâ sosyalizmden, liberalizmden, vs. etkilendiğini görüyoruz.

Netice olarak, gelinen bu aşamada, uzunca süre iktidarda kalmış, pratiğini göstermiş bir siyaset tarzının neler yapabildiğini veya yapamadığını gördükten sonra İslâmcılığın önünde bir takım fırsatların olacağını düşünüyorum. Tabii burada yanlış şeyler yapılmaması gerekiyor. Mesela "bu fırsatı nasıl değerlendireceğiz?" diye soracak olursanız, size rahmetli Ercümend Özkan'ın 'İslâmi Parti' teşebbüsünü hatırlatabilirim. Burada 'durum tespiti' önem arz eder. Bu değerlendirmeyi yapmadan, bu işlere girilmez, girilmemelidir. İşin içinde birisi olduğum için ben o dönem yapılan 'durum tespiti'ni kısaca size anlatayım: Hatırlayacaksınız, o dönemde Ceza Yasasında 141, 142 ve 163. maddeler vardı ve bunlar din, mezhep, etnik köken ve sınıf farklılığına dayalı siyaseti yasaklıyordu. Bu maddelerin Turgut Özal tarafından kaldırılacağının ilan edilmesinden sonra, farklı ideolojik gruplar partileşme gayreti içerisine girdiler. Çünkü yeni duruma göre, Komünist Partisi de Şeriatçı parti de kurulabilecekti. Neyse, bir durum analizi yapıldı, başka birtakım değerlendirmeler de yapıldı. Mesela, gerçek İslâmcıların siyasi mücadele yapmasını önlemek için sahte İslâmcı partiler inisiyatifi ele almasın diye bir gerekçeden hareket edilerek İslâmi Parti'yi kurmanın yararlı olabileceği düşünüldü. Ondan sonra, biliyorsunuz, Ercümend Bey "İslâmi Parti'yi kuracağım" dedi; çeşitli çevrelerle görüşmeler filan yaptı, ama daha sonra akim kaldı o proje. Şimdi benzer değerlendirmelerin yeni çıkan bu durum için de yapılması gerekiyor. Tabii burada da hassas olunmalı ve isabetli tahliller yapılmalı. Bunu yaparken de az önce söylediğim şeyi ciddi bir şekilde sorgulamamız gerekiyor. Yani pratik manada bir şeylere yöneleceksek, bu 'parti' değil başka bir şey de olur, bunu iyi düşünmemiz gerekiyor. Burada önemli olan 'Sağ', 'Sol' ve özellikle de 'Dinci' siyaset tarzlarının devam edip etmeyeceği, bitip bitmediği hususudur. Bu noktada ciddi tahliller yapmamız gerekiyor. 

Özetleyecek olursam, bana göre 'eski siyaset tarzları'nın ideolojik olarak da, pratik olarak da bu ülkede kitlelere verebileceği bir şey kalmamıştır. Dolayısıyla, bu siyaset tarzları, artık siyaset arenasından yavaş yavaş çekileceklerdir. Tabii bu arada İslâmcılığa bakıyoruz; pratik siyasi performans açısından onda da öyle gözle görülür bir şey göremiyoruz. Peki, ne olacak? Bendeniz bu boşluğun bir süre daha doldurulamayacağını düşüncesine itiraz etmiyorum. Bu süre 5, 10, 20 sene veya daha fazla olabilir. Bu o kadar önemli değildir. Önemli olan, belirleyici olan, ideolojik açıdan, fikrî açıdan, düşünsel açıdan bu işin bitip bitmediğidir. Eğer bu konuda doğru teşhiste bulunabilirsek, yarından başlamak üzere bile bir girişimde bulunmak mümkündür. Çünkü saha boş demektir, boş sahada küçük de olsa yapacağınız her olumlu hareketin değeri olur. Ama saha boş değilse, o zaman tabii ki zorlanırsınız. Örneğin Müslüman Dünyası'nda şu anda BOP diye bir proje uygulanıyor. Büyük bir projedir. Neyi öngörüyor? Her ülkede 'Ilımlı İslâmcılar'ın iktidara taşınmasını öngörüyor. Bu, 'Ilımlı İslâmcılar' desteklenecek demektir. Kim tarafından? Küresel güç tarafından tabii ki! O zaman "ortaya koyduğumuz bu tabloyla bir çelişki mi var acaba?" diye sorabilirsiniz pekâlâ! Sormadıysanız da sormanız gereken bir şeydir bu. Yani bu konuda bir karara varmanız gerekiyor. O zaman da, pratik siyasetin büyük ölçüde 'Ilımlı İslâmcılık' etrafında cereyan edeceği sonucu çıkar. Bu durumda da, İslâmcılar olarak bu ortamda ne yapılabileceğini tartışmanız gerekir. Bu hususta son olarak şunları söyleyebilirim size: 'Ilımlı İslâm' politikası, Batı için araçsal bir şeydir. Batı, 'Ilımlı İslâmcılar'ı, asla, bir rakip veya bir 'tehdit' olarak vs. düşünmüyor. 'Ilımlı İslâm' dedikleri şey, 'Gerçek İslâm' bu ülkelerde hâkim olmasın diye kullandıkları bir araçtır. Bunu söylediğimiz zaman, bu sürecin geçici olacağını da söylemiş oluruz. Yani küresel güçler 'Ilımlı İslâm'a, uzun vadede kalıcı olacak bir akım olarak bakmazlar. Bilakis şöyle bakarlar: "Diğerlerini alt edinceye kadar, bunu destekleyelim!" Peki, bu işi nasıl yapacaksın? İdeolojik zeminini zayıflatarak, yani İslâmcı hareketin ideolojik safiyetini ortadan kaldırarak! Bunun için zamana ihtiyaçları olduğunu düşünüyorlar. Çünkü Müslüman Dünyası'nda hâlâ Kutub, Mevdudi, vb. âlimlerin üretmiş oldukları ideolojiden beslenen birçok hareket, yapı vs. var. Bunları ortadan kaldırmayı amaçlıyorsanız, ne yapacaksınız? Öncelikle, bu hareketin ideolojik temellerini zayıflatacaksınız. Bunu nasıl yapacaksınız peki? 'Ilımlı İslâm'ın veya 'Modernist İslâm'ın teorisyenleri ile deneyeceksiniz bunu. Yani bildiğimiz, "İslâm demokrasiyle bağdaşır", "İslâm özgürlük dinidir", "en iyi İslâmi sistem liberalizmdir" vb söylemleri Müslüman Dünyası'nda yaygınlaştırıp hâkim kılmaya çalışacaksınız. Bu süreç içerisinde yapacakları şey budur. Peki, bunda başarılı olabilirler mi? Tabii bu da önemli bir soru.

Batılı güçler küresel manada hâkim oldukları için dünyayı kendilerinin idare ettiklerini düşünüyorlar. Öyle de zaten. Dolayısıyla, her şeyi düşünmek zorundalar, analiz etmek zorundalar. Varsa bir tehdit, onu tahlil edecek, onun çaresine bakacak, öyle değil mi? Onlar da benim az önce söylediğim şeyi biliyorlar. Her zaman temel önemlidir, ideolojik üstünlük önemlidir. Fikren üstünseniz siyasette de her alanda da üstün olursunuz. Bugün dünya hâkimiyetini, sanıyor musunuz ki her yerde kaba kuvvetle, bomba atarak filan sağlıyorlar? O bomba attığı yerlerde acil tehdit gördüğü için bombayı atıyor. Atmadığı birçok yer var, başta kendi coğrafyası. Bu adamlar kendi coğrafyasında ne yapıyor? İnsanları eğitiyorlar; doğrusu, iyisi budur diye, işte "bilime inanacaksın, demokrasiyle yönetileceksin" diyorlar. Batı ideolojisinin özeti budur. Bu nerede iş görüyor? Doğu'da, Batı'da hâlâ iş görüyor, ama Müslüman Dünyası'nda o kadar görmüyor. Ne zamandır görmüyor? Müslüman Dünyası'nda başka bir gelişme olduğundan beri bu propaganda fazla işe yaramıyor. Bir yazımda da ifade etmeye çalışmıştım: "Müslüman Dünyası'ndaki canlılığın motor gücü İslâmcılıktır" diye. Evet, Müslüman Dünyası'nda bir şeyler oluyor! Bu dünya artık eskisi gibi değil. Az da olsa, bir dinamizm var. Bunun nedeni ne? Batı kopyası Sağcı veya Solcu yönetimler mi? Hayır. Batı'nın şu an 'potansiyel rakip' olarak gördüğü Müslüman Dünyası'nda olup biten nedir? Yüzeysel bir bakışla baktığınızda, durum hiç de iyi değil. Ne var? Bombalar patlıyor sürekli. Peki, bu gerçekten kötü durumda olduğumuzu mu gösteriyor? Hayır. Çünkü mesela başka bir coğrafyada niye patlamıyor bu bombalar? Orada bir 'canlılık' veya 'tehdit' yok da ondan! Orada meseleyi halletmişler! Doğru bakış budur. Bir yerde bombaların patlaması her zaman kötü bir şey olduğu anlamına gelmez, anlatabiliyor muyum? Mesela, bunu şöyle bir örnekle ifade edeyim: Avrupalılar kendi içlerinde 1600'lü yıllarda savaştılar, biliyorsunuz. Hani şu meşhur 30 Yıl Savaşları, yani 'din savaşları' var ya, ondan bahsediyorum. Oradaki trajedileri bir okusanız, "benzer zulümler başka bir coğrafyada yapıldı mı?" diye sorarsınız kendi kendinize! Bu zulümlerin yaşandığı dönemde Avrupalılara da sorsaydınız, size herhalde: "durumumuz çok kötü" derlerdi, değil mi? Ama sonuç ne oldu? Avrupa o dönemden sonra dünya egemenliğini ele geçirdi. Neden? Çünkü o dönemde Avrupa'nın sorunu şuydu: 1000 yıllık Hıristiyanlık döneminden yeni bir döneme giriliyordu ve burada artık 'din' meselesi çözümlenmeliydi! İşte burjuvazinin veya bilimin gelişmesiyle yeni bir sınıf ortaya çıkıyor ve Avrupa'da yeni bir düzen kurulacak. Ama öncelikle bu 1000 yıllık Hıristiyanlık deneyimi meselesini çözmek gerekiyor. O zaman sorun bu idi onlar için. Ya savaşarak ya da savaşmadan çözeceksin. Savaşmadan çözemediler. Nihayet Papalığın pozisyonu, din-devlet ayrımı, kamusal alan-özel alan vb. konularda bir noktaya vardılar. Yani ancak '30 Yıl Savaşları'ndan sonra, işte "bundan sonra Papalık artık kendi işine baksın, siyaset işi, bizim işimiz" diyen laik bir ekip ortaya çıktı. O savaşlar olmasaydı çıkmazdı o ekip. Bu savaşlarda milyonlarca insan öldü. O açıdan baktığınızda kötü tabii ki, ama yeni Avrupa Düzeni, yani o dönemden sonra dünyaya hükmeden devletlerin kuruluşu da o savaşların yapılmasına bağlıdır. Adam Müslüman Dünyası'na niye bomba atıyor? Burada birileri 'bir şey' istiyor ve istedikleri bu şey Batı'nın işine gelmiyor, bunu tehdit olarak görüyor. Fakat başka coğrafyalarda isteyen de yok! Şimdi ajitatif bir şekilde soruyorum: hiç isteğin olmadığı yere bombaların atılmaması mı iyi bir şeydir, isteyenlerin olduğu, yani düzeni değiştirmek isteyenlerin olduğu yere bomba atılması mı iyidir? Nereden baktığınıza bağlı tabii ki! Bana göre 'değişim' isteyenler için bombaların atılması o kadar sorun olmaz, çünkü zaten o insanlar bir sorunu çözmek için o coğrafyalarda mücadele veriyorlar, öyle değil mi? Dolayısıyla meseleyi iyi analiz ettiğiniz zaman, 'kötü' gibi görünen şeyin bazen 'ümit' anlamına geldiğini de söyleyebilirsiniz.

Son olarak "Ne Yapmalı?" konusuna da değinmemiz lazım. Zira 'düşünce' alanında İslâmcılık hareketinin yapması gerekenler var. Bu 'boş saha' dediğimiz şey içerisinde bugünden yapılması gereken şeyler nedir, öncelik neye verilmesi gerekir? Bunlara da değinmemiz gerekiyor. Bana göre, ideolojik temeli güçlendirmeye öncelik vermek gerekiyor. Yani ilim düzeyini yükseltip, düşünceyi sistematik hale getirmek; ta tabandan başlayarak kademe kademe aydın kesime varıncaya kadar ilmi birikimimizi artırmaya çalışmak lazım. Burada üç seviye var: taban, eleştirel kitle ve aydın kesimi. Bu üç seviyede de düşünce düzeyini arttıracak işler yapılması gerekiyor. O zaman ideolojik gücümüz artacaktır. Boş sahada çok daha rahat hareket edeceğiz o zaman. Bunu iyi yaptığımız zaman, 'siyasi parti' mi diyorsun, 'siyasi cemaat' mi diyorsun, 'hareket' mi diyorsun, ne dersen o, çok rahat kurulur. Yani kurmak istemesen bile, o ideoloji kurdurur sana o yapıyı. Çünkü İslâm'da fikir boşa, havaya atılan bir şey değildir. Ürettiğiniz zaman amel doğurur. Kaçınılmaz bir sonuçtur bu. Ben öyle inanıyorum. Amel üretmek isteyenler onun için buraya odaklanmalıdırlar. En pratik, en kestirme yol budur. Hani insanlardan amel istiyorsunuz ya, "gel, git, bizim için çalış, her şeyini ortaya koy" filan diyorsunuz ya! İstediğiniz bu mu? O zaman buraya odaklanacaksınız. Bunu gereğince yaparsan, öbürü otomatikman olacaktır. Çünkü namazı inanan insan kılar. "Şunlara namaz kıldıralım, şöyle böyle yaptıralım" diyorsun ya, bu, insanlardan amel istemektir. Ama namazı gereğince kılması, yani akim'us-salât emrini gereğince yerine getirmesi için o kişinin önce inanması lazım. 'İnanmak' dediğiniz şey ise düşünceyle ilgili, fikirle ilgili bir şeydir. Kişi önce tartacak, edecek, inanayım mı, inanmayayım mı diye sorgulayacak, şüphe edecek, sonra o şüpheyi bilgi edinerek giderecek, sonra inanacak, sonra da inancının gereği neyse onu yapacak! Bu kişi, yapma desen, bir yere bağlasan, duramaz, yine yapacağını yapar. O yüzden "İslâmi hareket kuralım, güçlenelim" vs. diyorsanız bu noktaya odaklanacaksınız. Burada sağlam durursanız, o istediğiniz şeyi kısa sürede yaparsınız.

Umran, Nisan 2015