Analiz

İRAN İZLENİMLERİ

Kürşad Atalar

BÖLÜM I

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16

Gittiğimde, sempozyum başlamak üzereydi. Kapıda organizatör Seyed Javad Miri gelenleri karşılıyordu; bana da “hoş geldin” dedikten sonra birlikte sempozyumun yapılacağı salona geçtik. İhsan Şeriati daha önce gelmişti ve Enstitü'nün müdürü ve Singapur Ulusal Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Malezya asıllı sosyolog Fared Alatas ile ön sırada oturuyorlardı. Kendisi ve Alatas'la orada tanıştık. Türkiye'den gelirken, ‘yadigar' olsun diye, bir dolmakalem ve bir de içinde Ali Şeriati'nin de değerlendirildiği bir bölüm bulunan Sembol Şahsiyetler adlı kitabımdan hediye ettim (daha sonra, uygun bir vakitte, sempatimin sembolik bir ifadesi olarak, Ali Şeriati'nin eşi Puran hanıma da, mahallemizdeki nezih bir lokumcudan tedarik etmiş olduğum ‘çifte kavrulmuş' Türk lokumu hediye ettim!). Ama zaman daralmıştı ve birkaç dakikalık sohbetin ardından Javad Miri kürsüye geçti ve İngilizce olarak genel bir açılış konuşması yaptı (İngilizce sunumlar Farsça'ya nasıl tercüme ediliyordu bilemiyorum ama Farsça sunumların İngilizce'ye tercümesinin iyi olduğunu söyleyemeyeceğim. Bereket ki, Enstitü, sunumların İngilizce özetlerinin bulunduğu bir materyal hazırlamıştı. O sayede, simültane tercümedeki eksikliği bir nebze gidermek mümkün olabildi.) Ardından sırasıyla İhsan Şeriati ve Sara Şeriati kısa birer konuşma yaptılar.[3] Daha sonra, sabah oturumlarının ilk bölümünde yurtdışından gelen konuşmacılardan Farid Alatas, Javad Miri ve Chandra Muzaffar tebliğlerini sundular. Farid Alatas, “Said Nursi ve Ali Şeriati: Mezhepçiliğe Karşı Kaynaklar” başlığını taşıyan ve Said Nursi ile Ali Şeriati'nin görüş ve yaklaşımları arasında benzerlikler olduğu tezini savunan bir tebliğ sundu, Javad Miri, “Ali Şeriati'nin Durkheim'ın Din Sosyolojisi Yaklaşımını Eleştirisi” adlı tebliğinde, Şeriati'nin Durkheim'in meşhur tezine dair itirazlarını değerlendirdi. Muzaffar ise, Şeriati'nin siyasi düşüncelerini değerlendirdi. Sabah oturumunun ikinci bölümünde ise dört tebliğ vardı ve tebliğlerin dördü de Farsça idi. Sunumlar devam ederken, bir süre sonra tebliğcilerden ikisi arasında hararetli bir tartışma yaşandı (o sırada Ali Şeriati'nin eşi Puran hanım da sempozyuma dahil olmuş ve hemen benim yan tarafımda bulunan bir sandalyeye oturmuştu). Simultane tercümenin iyi olmaması yüzünden, tartışmanın detaylarına vakıf olamıyordum; ancak meselenin Ali Şeriati'nin bir ‘akademisyen' olarak mı, yoksa bir ‘ideolog' olarak mı nitelenmesi gerektiğiyle ilgili olduğu anlaşılabiliyordu. Yine de emin olmak için, o arada hava almak niyetiyle birkaç dakikalığına dışarıya çıkmış olan Javad Miri'nin yanına gittim ve tartışmanın özünün ne olduğunu sordum. (Aslen İranlı olan Miri, yurtdışında akademik kariyer yapmıştı; İngilizcesi iyi idi, Türkçe de konuşabiliyordu!). Miri, beni teyit etti ve meselenin Şeriati'nin bir ‘akademisyen' mi yoksa bir ‘ideolog' olarak mı nitelenmesi gerektiği hususunda olduğunu söyledi. Salona geri döndüm; konuyla ilgili benim de bir fikrim vardı ve tartışmacıların konuşması bittikten sonra, oturduğum yerden söz isteyerek, şunları ifade ettim: “Ben Türkiye'den geliyorum ve Farsça da bilmiyorum. Fakat konuşulanlardan anladığım kadarıyla ve sayın Javad Miri'nin de teslim ettiği üzere, Ali Şeriati'nin bir ‘akademisyen' mi, yoksa bir ‘ideolog' mu olarak nitelendirilmesi gerektiğini tartışıyorsunuz. Benim de konuyla ilgili bir düşüncem var ve bunu sizlerle paylaşmak istiyorum: Şeriati, her ne kadar üniversitelerde akademik manada görev alıp ders vermiş olsa da, onu bir ‘akademisyen' olarak nitelemek doğru olmaz. Benim görüşüme göre, Şeriati, tam anlamıyla bir ‘ideolog'dur. Çünkü akademisyen, bilimsel mevzularda ‘tarafsız' olmak durumundadır. Şeriati, ise, olabildiğince, doğruların yanında olmaya çalışmış ve bunun için de mücadele vermiştir. Bu nedenle, Şeriati'ye ‘ideolog' demek gerekir. Tabii, bu benim kanaatim. Aramızda Şeriati'nin saygıdeğer eşleri de oturuyor. Herhalde bu konuda söylenecek bir şey varsa, onu en iyi kendileri ifade eder.” Ardından, mikrofonu, bayanlara ayrılmış bölümde ve benim yan tarafımda oturan Puran hanıma uzattım. Puran hanım ayağa kalktı ve Farsça bir şeyler söyledi. Konuşması birkaç dakika sürdü. İlk cümlesinde de altını çizerek ve sesine özel bir ton yükleyerek ‘ihlas' kelimesini kullandı. O ara diyalog spontane geliştiği ve ben de tercüme kulaklığını takamadığım için, Puran hanımın konuyla ilgili kanaatini tam olarak anlamam mümkün olmadı. Ama konuşmasını bitirince, ben yine Javad Miri'den yardım istedim ve ona şunu sordum: “Puran hanım, Ali Şeriati'yi tanımlamak için en uygun kelime ‘ihlas' olur” dedi, değil mi?” Miri, yine beni teyit etti ve Puran hanımın özetle şunları söylediğini ifade etti: “Şeriati'yi nitelendirirken, yerine göre, akademisyen veya ideolog kelimelerinin her ikisini de kullanabilirsiniz. Ama bunların ötesinde onun bariz bir vasfı vardır ki, o da ‘ihlas'tır. Şeriati, inandığı şeyleri ‘ihlas'la söylemiş ve savunmuştur.” Sabah oturumları ve tartışma Puran hanımın konuşmasından sonra sona erdi ve öğle arası verildi.

Yemek için Enstitü'nün yemekhanesinde indik; sıraya girdiğimizde, Puran hanım da tesadüfen hemen önümde bir grup ile birlikte bulunuyordu (yani tabüldot servis yapılan mekanda, yemeğimizi almak için, Puran hanımla birlikte, 5 dakika kadar ayakta bekledik. Ne Puran hanıma ne de yurtdışından gelmiş konuklara bir ‘özel' muamele yapılmadı! Tabiatıyla, ‘akademik' bir yapının yemekhanesinde ‘akademik' bir tavrın gösterilmesini yadırgamamak gerekir! Biraz da o yüzden diyorum ya, Şeriati'ye ‘akademisyen' dememek gerekir diye!). Geriye döndü ve gülerek elini uzattı. Ben de nezaketsizlik olmasın diye elini sıktım. (Yaşı hayli ilerlemiş olsa da, Puran hanım, zeki bir kadın. Çünkü bu hareketi, bende şu duyguyu uyandırdı: Puran hanım, “acaba beni deniyor mu? Bir bayanla tokalaşıp tokalaşmadığımı öğrenmek mi istiyor?” Daha sonra Şeriati Vakfı'ndaki görüşmemizde de, halimi hatrımı sorarken, “eşinin bir fotoğrafı var mı, bakabilir miyim?” diye sormuştu ve ben aynı hissi orada da edinmiştim; çünkü eşimin cep telefonumdaki tesettürlü fotoğrafını gösterince, yüzünde manalı bir ifade belirmişti!) Yemekhanede sıra beklerken, gruptan bir akademisyenle, yine Şeriati'nin ‘ideolog' olup-olmadığı meselesini tartıştık. İsmini hatırlayamadığım ve daha sonra da bir tebliğ sunan bu kişi, biraz da benim tartışma sırasındaki sözlerime cevap olsun diye olsa gerek, ısrarla, Şeriati'nin ‘ideolog'luğunun ‘bilgi' temelli olduğunu, aksinin kabul edilemeyeceğini savunuyordu. Ben meseleyi uzatmamak için, kendisine, Şeriati'nin bilgiye de çok önem verdiğini ve ama ‘ideoloji' kelimesine yüklediği anlam göz önüne alındığında, onun rahatlıkla bir ‘ideolog' olarak nitelendirilebileceğini ifade ettim. Yemeğimizi alıp salona geçince, Puran hanım, birlikte olduğu grupla ayrı bir masaya oturdu, ben de çoğu öğrencilerden oluşan başka bir grupla ayrı bir masaya oturdum. Yemeğimizi yerken, oradakilerle birlikte, Türkiye'den, dünyadan, Müslümanların genel halinden vs. konuştuk.

Öğle arasında, daha önce haberleşmiş olduğumuz ve Türkiye Konsolosluğu bünyesinde bulunan İlkokul'da öğretmen olarak görevli olan Zeynel Çakır ve İbrahim Uçan da Enstitü'ye geldiler. Zeynel ile Türkiye'den bir arkadaşım vesilesi ile daha önce telefonda tanışmıştık, orada bizzat yüz yüze tanıştıktan sonra, öğle arasında İhsan ve Sara Şeriati ile ayaküstü kısa süreli sohbet etme fırsatı da bulduk (Sara Şeriati ile de ilk yüz yüze sohbeti ayaküstü Enstitü'nin lobisinde gerçekleştirdik. Sempatik tavırları olan Sara Şeriati, halihazırda Enstitü'de sosyolog olarak çalışıyor). Arkadaşlarımın her ikisi de Farsça bildikleri için sohbet esnasında fazla sıkıntı çekmedim, ama sempozyum ortamlarında sohbeti ilerletmek tabiatıyla çok mümkün olmuyor! Sara Şeriati ile, İran'a gitmeden önce, internet üzerinden ve asistanı aracılığıyla da görüşmüştüm. Ali Şeriati hakkında bir kitap yazmayı düşündüğümü ve bazı sorularım olabileceğini ifade etmiş ve bunlarla ilgili olarak kendisinin yardımını talep etmiştim. O da memnuniyetle yardımcı olabileceğini ifade etmişti. Ayaküstü sohbet sırasında, kendisine, bu bağlamda, Şeriati'nin bir kitabında ifade ettiği ve benim de cevabını merak ettiğim “benim ömrüm beşer yıllık hüsran dönemlerinden ibarettir” sözüyle neyi kast ettiği sorusunu yönelttim. Sara hanım tam cevap verecekken, sempozyum görevlilerinden birisinin araya girmesi sonucu, sohbeti yarıda kesmek zorunda kaldık. Fakat ben cevabı, daha sonra yapmış olduğum okumalardan öğrendim! Gerçekten Şeriati'nin hayatında 5'er yıllık periyodik dönemler var ve bunların her biri bir şekilde ‘hüzünle' bitiyor. Örneğin Paris'e gidiş ve dönüşü ve Hüseyniye-i İrşad'taki dersleri, beşer yıl sürüyor. Bunun Şeriati'nin hayatında bir tesadüf olmanın ötesinde anlamı var mı bilemiyorum ama İran'a ikinci gidişimde Sara hanıma aynı soruyu yönelttiğimde o da bunu teyit etti). Daha derin bir sohbeti ise, İhsan Şeriati ile ertesi gün gerçekleştirme şansını yakaladık. Kendisiyle özel görüşme yapma isteğimizi kırmadı ve bizi o gün, sunumların bitiminden sonra Şeriati Vakfı'na (ertesi gün de, Elbruz Dağları'nın eteğinde otantik bir lokantada yemeğe) davet etti. Bu ayaküstü görüşmelerden sonra, benim de tebliğimi sunacağım öğleden sonraki oturuma geçtik.

Öğle oturumunun ilk bölümünde İngilizce sunulan 4 tebliğ vardı ve biri de benimkiydi. “Biz ve Şeriati” başlıklı tebliğimin özetini ikinci konuşmacı olarak sundum ve süremi de birazcık aştım. Sempozyum görevlisinin uyarısından sonra yaklaşık bir 5 dakika daha izin isteyerek konuşmamı tamamladım. Gözleyebildiğim kadarıyla, dinleyiciler sunuma ilgi duydular ve sanıyorum ki, içeriğinden de hoşlandılar. Benim tebliğim, ‘akademik' kriterleri karşılayan ama pür manada da akademik sayılamayacak bir tebliğdi. Özellikle ülke dışından gelen tebliğcilerin tamamı, bildik manada ‘akademik' tebliğler sundular. O nedenle olsa gerek, dinleyicilerin bu tebliğlere ilgisi çok yoğun olmadı. Ben ise konuşmamı bitirdikten sonra epeyce alkışlandım. O an şaşırmadım desem yalan olur, çünkü genellikle akademik oturumlarda alkışlama zayıf ve adetten kabilinden olur. Fakat benim sunumumdan sonra, bariz bir şekilde alkış sesleri duyuldu. Bunun nedeninin, sunumumun ‘fazla' akademik olmaması (daha doğrusu, ‘ideolojik' olması) olduğunu sanıyorum. Sunumumu yaparken, İhsan Şeriati de ön sırada oturuyor ve dikkatle konuşmayı takip ediyordu. Birkaç kez de sunum içerisinde yapmış olduğum tespitleri başıyla tasdik ettiğini hatırlıyorum. Tebliğimde özetle, Ali Şeriati'nin İkbal ile birlikte, Çağdaş Dönem Müslüman Düşüncesi'ne önemli katkıları olmuş, hatta Batı düşüncesini eleştirme noktasında en önemli katkıyı yapmış bir ‘sembol şahsiyet' olduğunu anlatmaya çalıştım. İhsan Şeriati'nin başıyla onayladığı hususlardan ikisi ise, “siyasal devrimden önce düşünsel devrimin gerekliği olduğu” ve “Şeriati'nin İkbal'in şahsında kendi suretini gördüğü” yönündeki görüşlerimdi. İhsan Şeriati'nin, özellikle de ‘düşüncede devrim'in önemi konusunda söylediklerimi daha keskin ifadelerle onayladığını ifade etmeliyim. (Şeriati'nin İkbal'e olan ilgi ve sevgisi ise zaten bilinen bir husus. İkinci İran ziyaretimde, Şeriati Vakfı'nın yeni binasında duvara asılı tablo bunu gayet iyi yansıtıyor. Aynı tabloda Cemaleddin Afgani, Ali Şeriati ve İkbal'in silüetleri yan yana bulunuyor. Şeriati ailesinin genel düşünce çizgisini de iyi yansıtması bakımından bu tablonun önemli olduğunu düşünüyorum!).

Sempozyum Esnasında

Şeriati Vakfı'nda Üç Müslüman Bilge: Cemaleddin Afgani, Ali Şeriati, Muhammed İkbal

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16