Analiz

İRAN İZLENİMLERİ

Kürşad Atalar

BÖLÜM I

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16

Şeriati Vakfı'nda

Bir önceki gün İhsan Şeriati, ben, Zeynel ve İbrahim'i Şeriati Vakfı'na davet etmişti. Ben de severek bu daveti kabul etmiştim; çünkü Şeriati ailesiyle daha yakından görüşmek ve olabildiğince tanışıklığı artırmak istiyordum. O nedenle, arkadaşlarımla birlikte ikindi vakti civarı, Tahran'ın merkezinde (ama ara sokaklarından birinde) yer alan Şeriati Vakfı'na gittik. Gittiğimizde İhsan Şeriati oradaydı ve kısa bir süre sonra da Puran hanım geldi. Görüşmenin bitimine yarım saat kala ise, Almanya'da tıp doktoru olarak çalışan, ailenin en küçüğü Mona geldi. Vakıf, bizdeki apartman dairelerine benzeyen, nispeten küçük bir mekanda faaliyet gösteriyordu (daha sonra bu vakfın yeri değişti. İkinci İran ziyaretimde yeni yeri görme fırsatı da buldum) Sade bir görünümü vardı ve duvarda Ali Şeriati ile babası Muhammed Taki'nin fotoğrafları dikkat çekiyordu. Bir de Puran Şeriati'nin kardeşi olup, İran'da Musaddık döneminde petrolün millileştirilmesi sırasında yapılan öğrenci eylemlerinde liderlik yapan ve güvenlik güçleri tarafından öldürülmüş olan Azer'in fotoğrafı bulunuyordu. Bu fotoğrafın önemini, kendisiyle ilk kez Vakıf'ta tanıştığımız, Türkiye'de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde okumuş ve Türkiye'ye dönüşümden bir gün önce İhsan Şeriati ile birlikte Elburz Dağları'nın eteklerinde ‘otantik' bir lokantada yemek yerken tercümanlığımızı yapan Hamid Reza Mohammadnejad anlatmıştı. Fotoğraf, Ali Şeriati'nin eşinin akrabalarının da ‘siyaseten' aktif olduğunun kanıtı olarak önemliydi. Puran hanımın bu özelliğini Türk okuyucusu fazla bilmez, fakat kendisinin üniversite yıllarında dahi, siyaseten duyarlı bir öğrenci olduğu, Ali Rahnema'nın biyografik ağırlıklı Müslüman Ütopist: Ali Şeriati adlı eserinde de ifade edilmektedir. Hatta Rahnema, Ali Şeriati'nin kendisine evlilik teklifinde bulunmasının önemli bir nedeni olarak, kardeşinin ölümünün ardından, olaydan sorumlu tuttuğu Şah'ın aleyhinde üniversitede açıkça Şah'ı kınayıcı bir konuşma yapmış olmasını göstermektedir.

Şeriati Vakfı'nda

Şeriati Vakfı'nda Puran ve Mona Şeriati ile birlikte

Vakfın salonundaki büyük masa etrafında Puran hanım'la (ve zaman zaman İhsan ve Mona Şeriati ile) birlikte, yaklaşık 1 saatlik bir sohbet gerçekleştirdik. Önce kısa bir tanışma faslı oldu. İran ziyaretimden önce, Fecr Yayınları'ndan çıkan Şeriati serisinin yayım haklarının alınması konusunda aracı olan Mehdi Pişbin aracılığıyla Puran hanımla irtibat kurmaya çalışmış ve kendisine bir de mektup yazmıştım. Mektupta Biz ve Şeriati adlı bir kitap yazmayı düşündüğümü ve bunun için kendisinin görüşlerine başvurmayı istediğimi vs. ifade etmiştim. Mehdi bey bu mektubu Farsça'ya çevirip kendisine iletmiş. Görüşmemiz sırasında, “Türkiye'den bir kişi bana şöyle şöyle bir mektup atmıştı. Yoksa siz o kişi misiniz?” diye sordu. Ben de: “ta kendisiyim” dedim. O zaman Puran hanım'ın yüzünde, benimle ilgili daha olumlu bir kanaatin oluştuğunu gözlemledim. Sonra eşimi sordu; ben de kendisinin de gelmek istediğini fakat şartların buna elvermediğini söyledim. “Bir fotoğrafı var mı?” dedi, ben de cep telefonumdaki resmini gösterdim. Puran hanımın bu fotoğrafı isteme biçiminden, eşimin tesettürlü olup olmadığını öğrenmek istediği izlenimini edindim, ama tabii ki, bunun, görüşme sırasında gelişen spontane ve normal bir talep olmuş olması da mümkün! Fakat gözlemlerime göre, Puran hanım zeki bir kadın ve ben bu talebi böyle yorumlamayı bu nedenle tercih ediyorum! Görüşme devam ederken, İhsan Şeriati, vakıfta sürekli bir o odaya bir ötekine sürekli girip çıkıyordu. Vakıf işleriyle esas itibarıyla o ilgileniyormuş. Hamid beyin söylediğine göre, vakıf Puran hanım'ın üzerineymiş ve yaşı ilerlediği için oğluna devretmeyi düşünüyormuş, fakat resmi makamlar buna izin vermiyormuş. Bunun muhtemel nedeni de, rejimin Şeriati düşüncesine soğuk bakmasıymış. Nitekim İhsan'a üniversitelerde görev verilmemesi de bunu doğruluyor. İhsan Şeriati'nin o yıl Tahran Üniversitesi'nde sadece tek bir ders vermesine izin vermişler. Sara Şeriati ise, sempozyumu düzenleyen Enstitü'de öğretim üyesiydi (şu an profesör unvanını da almış bulunuyor.) Rejimin Şeriati Vakfı'na yönelik bu tutumunu anlamak zor değil, çünkü Ali Şeriati, “insanları rahatsız etmeye geldim” diyen birisi ve onun mirasını devam ettirmeye çalışan ailenin çalışmalarının da bir takım yerleri ve çevreleri rahatsız etmesi normal. Malum olduğu üzere, Şeriati, İran'da mollalarla epeyce mücadele etmiş bir kişidir. Geleneksel (yahut Kara) Şia inancına yönelttiği sert eleştiriler yüzünden, Şeriati'ye yönelik bu tutumu çok görmemek lazım. Fakat şu da var: İran'da büyük caddelerden birinin adı halihazırda Şeriati Caddesi'dir. Bunu, rejimin, Şeriati'ye karşı soğuk davranmasına rağmen, adını toplum hayatından tümden silecek bir tavrı da göster(e)mediğinin bir kanıtı olarak görmek mümkündür.

Vakıftaki görüşmemizde Şeriati ailesiyle çeşitli konularda konuştuk ama bunlardan ikisine dair aktarımda bulunmalı yararlı görüyorum. İlki, Fecr Yayınları tarafından tercümesi yapılan Şeriati Külliyatı üzerineydi. Görüşme sırasında, bendeniz, Biz ve Şeriati başlıklı bir kitap yazmayı düşündüğümü, bu amaçla, Şeriati'nin bütün eserlerini okuyacağımı, ardından da, ‘düşüncenin okullaşması' zaviyesinden bakarak Şeriati düşüncesini kritize eden bir kitap yazmayı düşündüğümü söyledim ve okumalarıma başladığımı da sözlerime ekledim. Fakat bu arada, okuduğum kadarıyla, bazı tercüme hataları olduğunu ve bunun çoğunlukla ‘kavramsal' düzeyde görüldüğünü ifade ettim. Puran hanım, konuşmanın akışından, bütün dizinin ‘yanlış' tercüme edildiğine dair bir hisse kapıldı ve ben orada müdahil olup, bir yanlış anlama olduğunu; kastımın yapılan tercümeleri kötülemek değil, genel olarak bütün tercümelerde görülebilecek bir şey olduğunu ifade ettim. Bunun üzerine Puran hanım rahatladı. Yayınevi'nden Hüseyin Nazlıaydın'ı tanıyıp tanımadığımı sordu; ben de tanıdığımı ve dönüşte bu konuyu kendileriyle de görüşeceğimi söyledim. Nitekim döndükten sonra, birkaç kitapta tespit etmiş olduğum tercüme hatalarını kendisine de ilettim. O da bundan memnuniyet duyduğunu ve bu yöndeki eleştirilere her zaman açık olduklarını, yenileri olursa, bunları da rahatlıkla bildirebileceğimi söyledi. Mesele şuydu: bana göre, bir çeviride, tercüme edilecek metnin ‘teknik dili'ne hakim olunması en önemli husustur. Pratikte bunun anlamı şudur: bir sosyoloji metninin tercümesini, en iyi, sosyoloji eğitimi almış kişi yapabilir; hakeza bir tıp metnini de en iyi tıp diline vakıf bir kişi tercüme edebilir. Örneğin eğer bir ilahiyatçı, bir sosyoloji metnini tercüme ediyorsa, orada bazı ‘kavramsal' hatalar olabilir ve bu, doğaldır! Çünkü her disiplinin dili ayrıdır ve kelime haznesi de zaman içerisinde artar. Şeriati ailesine söylemek istediğim esasen buydu. Yani, demek istiyordum ki, bir sosyolog olan Şeriati'nin eserlerini, bir ilahiyatçının veya bir edebiyatçının çevirmesi bazı hatalara yol açabilir! Buna dair verdiğim örnek de şu idi: örneğin İngilizce'deki ‘worker' terimini Türkçe'ye ‘çalışan' olarak çevirmek bir kavramsal hatadır. Doğru tercüme, ‘işçi' olmalıdır. Eğer siz, bu terimi ‘çalışan' olarak çevirirseniz, Marksist literatürün en temel kavramlarından birinin yanlış anlaşılmasına sebep olursunuz. Çünkü İngilizce'de ‘laborer' diye bir kelime de vardır ve bunun Türkçe'ye doğru çevirisi ‘çalışan'dır. Bu, çalışma hayatında sıklıkla kullanılan ‘beyaz-yakalı' ve ‘mavi-yakalı' ayrımında net olarak görülür. ‘Beyaz yakalı', en basit ifadesiyle, büro çalışanı iken, ‘mavi yakalı' fabrika işçisidir. Orijinal manada bütün Marksist ideoloji, esasen fabrika işçileri üzerine kurulu olduğundan, siz ‘worker' terimini (sonuçta o da çalışma eylemiyle ilgili bir terim olsa da) ‘çalışan' olarak çevirdiğinizde, ‘işçi devrimi' yerine ‘çalışan devrimi' gibi bir şey söylemiş olursunuz ki, bundan, bilim çevreleri, özellikle de kendisini Marksist olarak niteleyenler hiç hoşnut olmaz! İhsan Şeriati, bu sözlerimi, olumlayarak dinledi ve dönüşte bu hususu yayıneviyle konuşacağımı söylediğim için de, kalben müsterih olarak bu tartışmayı bitirdik.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16