Ali Şeriati – ‘İnsan’ kitabından (s. 11-25)
2013, Fecr yayınları
Çeviren: Yrd. Doç. Dr. Şamil Öçal
Konumuz "İnsan ve İslam!" Önceden haberdar edildiğim program benim için oldukça ilgi çekici idi. Bunu şunun için söylüyorum: Bilmeyen biri, benim bu oturum için seçtiğim konuların tümünü ve başlangıçta öğrenci arkadaşların yaptığı konuşmaları önceden bilinen ve kararlaştırılmış şeyler diye düşünebilir. Ne var ki ben bu arkadaşları bugüne dek hiç görmemiştim. Şimdi dinlediğim, bu gece için seçilmiş olan şiir de gerçekten benim bu gece arkadaşlarla yapacağım sohbetin konusu ile uyum içindedir. Bu tür dostça sözler, iyiliğe alamettir. Ayrıca, birbirlerine uzak beldelerden gelmiş, ortak düşünen, aynı yolda yürüyen ve ortak dertleri olan kimselerin fikirde ve inançta birlikteliklerinin göstergesidir. Tekniğin uzak mesafeleri yakınlaştırdığı doğrudur. Ancak, ortak bir inanca sahip olmak bu mesafeleri daha da yakınlaştırıyor.
İnsan kapsamlı ve önemli bir konudur. Bugünün medeniyeti, kendi dininin temelini hümanizm yani insanın asaleti, insanperestlik üzerine kurmuştur. Bunun sebebi antik din ve ekollerin, insanın şahsiyetini beş paralık etmiş, insanı tanrılara kurban olmaya zorlamış olmalarıdır. İnsanı, iradesini, “tanrı iradesi” karşısında “aciz” saymaya zorlamış olmalarıdır. Bundan dolayı hümanizm, Rönesans’tan bu yana gayb ve metafizik üzerine temellenmiş teist dinlerin karşısında yer alan ve insana soyluluk kazandırmak isteyen bir ekoldür. Hümanizmin dayanağı bundan ibarettir. Hümanizm, kökeni Atina’ya kadar uzanmakla birlikte, dünya çapında bir ekol olarak, Batı medeniyetinin temelinde yer almıştır. Yine Orta Çağların skolastik dinine, Hıristiyanlık dinine tepki olarak çıktığı araştırmalara dayanan bir gerçektir. Benim amacım, imkanlar elverdiği ölçüde bu gece bu konu üzerinde durmaktır. Bakalım bizim dinimiz İslam, insan konusunda nasıl bir görüş ortaya koyuyor. Acaba İslam insana: hedef ve ideali tanrı karşısında acziyetini dile getirmek olan aciz bir varlık olarak mı bakıyor? Acaba İslam, insaniyeti asalet olarak kabul etmiyor mu? İslam’a inanmak, insanın zavallılığına inanmakla aynı anlama mı gelmektedir? Ya da bunun aksi, İslam’a, İslam’ın gerçekliğine inanmak, bizatihi insanı asıl kabul etmek ve onun üstünlüklerine değer vermek midir? Bugün üzerinde duracağım konu budur.
Hümanizmin dinlerde ne demek olduğunu veya insanın dinlerde nasıl algılandığını bilmek için tek ya da en iyi yol, söz konusu dinlerdeki yaratılış felsefesini incelemektir. Bütün Doğu ve Batı dinlerinin yaratılış felesefelerini incelemeye fırsatım yok. Zorunlu olarak bunu, İslam’daki ve İslam öncesi dinler olan Musa, İsa ve İbrahim’in dinindeki yaratılış felsefesini incelemekle sınırlandıracağım.
İslam ya da İslam’ın tamamlayıcısı olduğu İbrahim’in sahifeleri, insanı nasıl ele almış ya da onu nasıl tanımlamıştır? Acaba insanın konumu, Kur’an’da Allah’ın anlattığı insanın yaratılış keyfiyetinden ya da Peygamber’in konuyla ilgili hadislerinden anlaşılabilir mi? Dediğim gibi Kur’an’da insanın sembolü olan “adem”in yaratılış hikayesi’ni inceleyerek insanın, İslam öncesi dinlere, İslam’a ve Allah’a göre nasıl bir varlık olduğunu anlayabiliriz. Öncelikle şunu ifade edeyim ki dinlerin kullandığı dil, özellikle
de peygamberlerine inandığımız Sâmi dinlerinin kullandığı dil semboliktir. Sembolik dil, anlamı remizlerle veren dildir. Bugün bu, henüz keşfedilen en güzel ve en yüce dildir. Bu dil, verilmek istenen anlamı doğrudan veren şu bildiğimiz ihbari dilden daha derin ve kalıcı bir değere sahiptir. Normal yani sembol ve remiz taşıyan bir dil, eğitim için daha sade olabilir. Ancak böyle bir dil kalıcı değildir. Neden? Çünkü meşhur çağdaş filozof Abdurrahman Bedevi’nin deyişiyle, kendi öğretilerini ve sahip olduğu gerçekleri sıradan ve tek boyutlu kelimelerle anlatan bir ekol veya din kalıcı olamaz. Zira bu ekolün muhatapları avamdan, tahsil görmüş kişilerden ve diğer kesimlerden oluşmaktadır. Aynı şekilde bir dinin muhatabı, belli bir zaman ya da belli bir kuşak olmayıp tarih boyunca birbiri ardından gelen değişik özellikteki nesillerdir. Bunlar gerek düşünce yönünden gerekse görüş ve bakış açısı yönünden birbirlerinden farklıdırlar. Bu ekolün kendi öğretilerini açıklamak için seçtiği dil, ister istemez birkaç yönü ve katmanı olan bir dil olmalıdır ki bu yönlerden her biri bir nesil ve bu katmanlardan her biri de bir grup tarafından anlaşılmış olsun. Tek yönlü olursa sadece bir grup tarafından anlaşılmış olur ve diğer gruplar için herhangi bir kıymet taşımaz. Ya da bu mesele sadece bir kuşağın anlaması için ortaya konursa daha sonra gelecek olan ikinci ve üçüncü kuşak ondan yeni anlamlar çıkaramaz. Bunun içindir ki sembolik bir dille yazılmış olan tüm edebî eserler kalıcı olmaktadır. Hafız’ın şiirleri günümüze dek gelmiştir. Ondan her defasında yeni yeni anlamlar çıkarıyoruz. Zevkimizin engin kıstasıyla, Hafız’ın dediklerinden yepyeni çıkarımlarda bulunuyoruz. Ancak bir Beyhaki Tarihi aynı şekilde değildir. Sadî’nin Gülistan’ı da böyledir (remizli ifadeler yoktur). Gülistan’ı okuduğumuzda, içerdiği manaların, ayan beyan ortada olduğunu görürürüz. Lafız olarak ondan zevk alırız ama içerdiği manalardan birçoğu şimdi ortadan kalkmıştır. Çünkü söylediği şeyler artık anlaşılmış, boş ve önemsiz şeyler haline gelmiştir. Ancak Hafız’ın kullandığı dil, birkaç yönü olan sembolik bir dildir. Bu sembollerin her birinden bizler kendi fikri yapımıza ve zevkimize bağlı olarak özel bir anlam çıkarırız. Ondan yeni düşünceler çıkararak ona yeni bir bakış açısı kazandırırız. Bu yönüyledir ki ekoller, çok değişik tipteki insanlara ve değişik kuşaklara seslendiklerinden kullandıkları dillerin de sembolik olması gerekmektedir.
Dinde, ortaya çıkış zamanında anlaşılmış olan birçok mana vardır. Din, bunları çıkış zamanında kullanınan bir dille anlatmayacak olsa o dönemin insanları tarafından anlaşılmayacak, meramını böyle bir dille ifade ettiği takdirde ise gelecek nesiller için bir orjinalliği kalmayacaktı. Bundan dolayıdır ki gelecekteki insanların bilimsel ve düşünsel gelişmişliklerine uygun olarak anlaşılabilecek sembolik ifadeler kullanmak gerekmektedir. Batı edebiyatı içerisindeki en önemli akımlardan biri sembolizmdir. Yani remizli bir söylem kullanmaktır. Görünüşte başka bir anlam yüklenirken asıl derin anlamlar remizlerin gerisine gizlenmektedir. Manaları ise insanların ileride çözüp anlayabilecekleri ölçüde derindir.
Adem’in yaratılışının, yaratılış öyküsünün, daha doğrusu insanın yaratılış öyküsünün, on dört asır geçtikten, sosyal ve fen bilimlerinin bu derece gelişme göstermesinden sonra, böyle bir ortamda yaşayan bizlerin de üzerinde çalışma imkanımızın olması için mutlaka sembolik bir söylemle anlatılması gerekiyordu.
Peki, İslam’a göre insan nasıl yaratılmıştır?
Önce Allah, meleklere seslenerek yeryüzünde kendisi için bir halife yaratma isteğini dile getirmiştir. (Burada İslam’ın insana ne kadar değer verdiğine iyice dikkat buyurunuz. Hatta Avrupa hümanizmi, Rönesans sonrasının hümanizmi bile insan için bu derece yüce bir kutsiyeti kabul edememiştir). İslam’a ve mümine göre en büyük, en yüce, insanın yaratıcısı, bütün evrenin hakimi ve en şereflisi olan Allah, meleklere seslenerek insanı kendi halifesi olarak tanıtıyor. İslam’a göre insanın taşıdığı mesaj, Allah’ın ona yönelttiği bu ilk seslenişten açık ve seçik olarak anlaşılmaktadır. Yani insanın, Allah tarafından evrene yüklenen mesajı, O’nun bir temsilcisi olarak yeryüzünde uygulaması gerekmektedir. İnsanın ilk üstünlüğü onun yeryüzünde Allah’ın temsilcisi olmasıdır. Melekler hemen ‘yeryüzünde kin güdüp intikam peşinde koşacak, kan akıtacak birini mi yaratmak istiyorsun?’ diyerek kıyameti koparıyorlar. (Çünkü Adem’den önce de tıpkı bugünün insanları gibi cinayet işleyen, kan döken, günah işleyen diğer insanlar vardı. Bunun için hemen ardından melekler Allah’a, tekrar yeryüzünde yeni bir insan yaratınca, orada insanlar için yeni bir ‘dönem’i başlatmaya karar verince, bunun insanı tekrar kan dökmeye, günah işlemeye yönelteceğini hatırlatıyorlar). Buna karşılık Allah buyuruyor ki: ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.’ Daha sonra Allah hemen Adem’i yaratmaya koyuluyor. Ardından hemen semboller başlıyor. Bu sembollerin gerisinde antropoloji açısından ne gibi derin nüktelerin gizli bulunduğuna iyi dikkat ediniz. Allah yeryüzünde, pis topraktan kendisine bir halife yaratmak istiyor. Aslında insanın yaratılması için en değerli ve en mükaddes bir maddeyi seçmesi gerekirken aksine Allah, bunu yapmayıp yeryüzündeki en pis maddeyi seçiyor. Kur’an’da üç yerde insanın yaratıldığı şey zikrediliyor. Birisi “salsalin kelfahhar” olarak geçiyor. Yani sel akarken dibe çöküp kalan çamurun kurumasıyla oluşan toprak katmanı. Başka bir yerde “İnsanı hemain mesnundan yarattım” (15/hicr suresi, 26,28,33) diyor. Yani kokuşmuş, pis kokulu balçık. Diğer bir yerde ise “insanı balçıktan yarattım” (6/enam süresi, 2) diyor. Öyleyse Allah kendisi için yeryüzünde bir halife yaratmayı dilediğinde, insanı, aziz temsilcisini, balçıktan ya da kurumuş balçıktan yaratmaya başlamış, sonra bu kuru balçığa kendi ruhunu üflemiş ve nihayet insan yaratılmıştır.
İnsan dilinde aşağılığı ifade etmek için kullanılan en aşağı, kokuşmuş, alçak ve zelil sembol “balçık”tır. Tabiî varlıklar arasında balçıktan daha adi bir şey yoktur. Yine aynı şekilde insanlığın dilinde en yüce, en aşkın ve en mukaddes varlık Allah’tır. Her varlığın en şerefli, en yüce ve mukaddes ögesi ruhtur. Yani yeryüzündeki en adi maddeden yaratılan insana Allah daha sonra başka bir şeyi değil, kendi ruhunu üflüyor. Yani insanın dilinde “en yüce” olarak geçen bir nesneyi... Allah en yüce varlıktır: onun ruhu da insanın tasavvur edebileceği, insanın zihnine gelebilen en yüce varlıktır. İnsan balçıktan ve Allah’ın ruhundan meydana getirildiği için iki boyutlu bir varlıktır. Bununla anlatılmak istenen, insan düalist bir varlık olduğudur. Tüm diğer varlıkların tek boyutlu olmalarına karşılık o çift boyutlu bir varlıktır. O, bir boyutuyla balçığa ve aşağılığa meyillidir. Tabiatında ve mayasında durmaya, bir yerde çöküp kalmaya, durgunluğa karşı bir temayül vardır. Öyle ki nehrin çoşup akarken, hareket ederken geride bıraktığı şeyler yani dibine çökmüş mil gibidir. Coşması yoktur. Hareketliliği ve dalgalanması yoktur. Geride kalmış ve oturmuş durumdaki bir çökelektir. Yapısı çökelmeye ve oturmaya, rahatlığı istemeye meyillidir.
Diğer taraftan öbür boyutu yani (Kur’an’ın tabiri ile) Allah’ın ruhu ise yüceliğe meyillidir. Birinci boyutun aksine, yükselmeye, düşünülebilen en yüce zirvelere tırmanmaya meyillidir. Yani Allah’a ve Allah’ın ruhuna... İşte insan iki zıtlıktan yaratılmıştır: birisi balçık diğer ise Allah’ın ruhudur. İnsanın büyüklüğü ve önemi iki boyutlu bir varlık olmasından ileri gelmektedir. İki boyut arasındaki aralık, balçıktan Allah’ın ruhuna kadar olan aralıktır. Her insan aynı şekilde iki boyutludur. Balçık ve çökelti kutbuna ya da yücelik ve ruha yani Allah’ın ruhuna gitmeyi istemesi, kendi iradesinde olan bir şeydir. Bu çaba ve savaş, insanın içinde, kendisine bu kutuplardan herhangi birisini alınyazısı olarak seçmesi için sürmektedir.
Sonra Allah insana isimleri öğretiyor. (Bunların her biri değişik yerlerde geçen Kur’an ayetleridir ki anlamlarını öz olarak zikrediyorum). Ancak “İnsana isimleri öğettik” ne demek? Henüz bilinmiyor. Herkes bir şey söylemiş, her müfessir başka türlü tefsir etmiş. Başka biri bunun sembolik olduğunu söylemiş vs. Kısaca herkes kendi ifadesine göre, kendi anlayışına göre anlamlandırmış. Burada bir “öğretim”den söz edildiği üzerinde bir şüphe yoktur. İnsanın yaratılışı son bulduğunda Allah kendi halifesine öğretiyor ve o da böylece isimlere sahip olmuş oluyor. Sonra melekler “Biz, dumansız ateşten’ (55/Rahman süresi, 15) yaratılmışız, oysa insan balçıktan yaratılmış: nasıl oluyor da onu bizden üstün tutuyorsun?” diye feryat ediyorlar. Allah onlara verdiği cevapta “ben sizin bilmediğinizi bilirim, bu iki boyutlu varlığa secde edin” diyor. Allah’ın büyük küçük tüm melekleri, böyle bir varlığın önünde secde etmekle yükümlü tutuluyorlar. Hümanizmin anlamı budur. Burada insanın ne kadar yücelik sahibi olduğu görülüyor. Öyle ki daha üstün bir asalete sahip olan ve nuranî yapıları bulunan melekler, balçıktan ve milden yaratılmış olan Adem’e secde ediyorlar. Allah onları itirazları sebebiyle denemeye tabi tutuyor: isimleri soruyor meleklere, onlar bilmiyorlar, oysa Adem bu isimleri biliyor. Bu denemede melekler yenik düşüyorlar. Adem’in şahsiyeti ve üstünlüğü de böylece ortaya çıkmış oluyor. Bu üstünlük, isimleri bilmesinden dolayıdır ki melekler daha asil bir yapıya sahip oldukları halde onun önünde secdeye kapanıyorlar. İşte bu, insanın İslam’daki yerinin ne olduğunu açıklayan bir örnektir. İnsan öyle şeyler biliyor ki melekler bunları bilmiyorlar. Bundan dolayıdır ki melek ve şeytanın yapısal üstünlüğüne rağmen, insan daha üstün tutulmaktadır. Yani asalet ve üstünlük, soyla değil, ilim ve bilgelikle olur.
Diğer bir konu ise kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılışı meselesidir. Problem Arapça’dan Farsça’ya yapılan tercümeden kayanaklanmaktadır. Bu kelimenin Farsçaya “dende” (kaburga kemiği) şeklinde tercüme edilmesi hatalıdır. Arapça ve İbranice’de bu kelime “huy, tabiat” anlamına gelmektedir. “Havva”yı (yani kadını) erkeğin tabiatından yarattık.” Çünkü kelime “kaburga kemiği” manasına gelmektedir. “Kadını erkeğin sol kaburga kemiğinden yarattık. Bunun için kadınların bir kaburga kemiği eksiktir!” şeklinde bir de rivayet bulunmaktadır.
Nietzsche gibi büyük bir adam bile şöyle diyor: “Kadın bir varlıktan, erkekse başka bir varlıktan yaratılmıştır. Daha sonra bunlar birbirine benzemişlerdir. Tarih boyunca birbirlerine karışmışlardır.” Yani bu ikisi köken olarak iyi ayrı kökten gelmiş kabul edilmişlerdir. Yaklaşık olarak bunların tek bir kökenden geldiğine inanan bütüm bilim adamları ve filozoflar bile her zaman kadının tabiatını aşağılama, erkeğin tabiatını ise yüceltme temayülündedirler. Kur’an’da ise Allah; “Havva”yı erkeğin (Adem) tabiatından yarattık.” (4/Nisa, 1; 7/Araf süresi, 189) buyuruyor. Yani kadın ve erkek tek bir mayadan ve ortak bir tabiatla yaratılmıştır.
Fakat burada insanın yaratılışında gözden kaçmaması gereken bir husus daha vardır. Allah tüm yaratıklarına sesleniyor. Hayvanlara, bitkilere ve cansız varlıklara seslenerek “Benim yere, göğe, dağlara, sizin hepinize sunmak istediğim bir emanetim var” diyor. Hepsi de bu emaneti almaktan çekiniyor, ancak insan kabul ediyor. (33/Ahzab süresi, 72) Burada insanın başka bir faziletinin daha olduğu ortaya çıkıyor. Allah’ın tüm varlıklara teklif olarak götürüp de kabul etmedikleri bir emaneti, sadece insan omuzluyor. Yani insan yeryüzünde ve bu alemde hem Allah’ın temsilcisi hem de O’nun emanetçisidir. Acaba bu emanet nedir?
Herkes bu konuda başka bir şey söylüyor. Mevlana bu emanetten kastın “insan iradesi” olduğunu söylüyor. Yani insanın seçme serbestisi (ihtiyar). Benim görüşüm de bu doğrultudadır.
İnsanın tüm yaratıklara karşı yegane üstünlüğü, onun iradesidir. Yani hiçbir hayvan ve bitki kendi fıtratlarının tersine hareket edemezken sadece insan kendi fıtrat ve içgüdüsünün aksine hareket edebilmektedir. Mesela sizin bir hayvanı iki gün oruç tutuyor olarak görmeniz mümkün değildir. Kederden intihar eden veya büyük bir hizmeti yerine getiren ya da hıyanet eden hiçbir bitki görülmemiştir. Yani bir şeyin yaratılıştan gelen kendi yapısına aykırı davranabilmesi söz konusu değildir. Kendisine yaratılıştan belirlenen bir rotaya, bedeninin maddî ve manevî ihtiyaçlarına bile kafa tutabilen yegane varlık insandır. Kendi yararına olan şeylerin bile tersini yapabilir. Hem aklının gösterdiği doğrultuda hem de aklının muhalefet ettiği doğrultuda davranışlar sergileyebilir. İyi ya da kötü olmakta hürdür. Hem balçık olabilir hem de Allah’ı isteyen. Kısaca irade, insanın en büyük özelliğidir. İşte Allah ile insan arasındaki “akrabalık” da buradan anlaşılmaktadır.
Allah insana kendi ruhundan üfleyerek onu kendi emanetçisi yapmamış mı? O halde insan yeryüzünde Allah’ın halifesi ve akrabasıdır. Allah’ın ve insanın ruhu, iradeli olma denilen tek bir faziletle beslenmiştir. Yani yeryüzünde mutlak irade sahibi olan, evrendeki nizamın ve kanunun aksine bile olsa istediği her şeyi yapan Allah, insana kendi ruhundan üflemiştir. İnsan bu iradesiyle yeryüzünde Allah gibi hareket edebilir. Ancak O’nun kadar değil. İnsan, yalnız bu benzerlik sebebiyle yeryüzünde kendi fizyolojik ve içgüdüsel kanunlarına, istediğinde aykırı hareket edebilir. Bu yüzden Allah ile insan arasındaki ortaklık ya da akrabalık, seçme serbestliğinden, iyi ya da kötü şeyi yapma, isyan veya itaat etme özgürlüğünden gelmektedir. Şu halde bu fıtrattan ve yaratılış felsefesinden çıkarabilecek netice şudur:
İnsanlar birbirleriyle, değil eşit olmak, kardeştirler. Kardeş olmakla eşit olmak arasında fark açıktır. Eşitlik hukuki bir kavramdır. Ancak “kardeşlik” bütün insanların aynı tabiattan yaratılmış olduklarını ifade eder. Tüm insanlar bütün renkleriyle aynı kaynaktan doğmaktadırlar.
İkincisi ise kadın ve erkek tabiatının eşitliğidir. Yani tüm eski felsefelerin ve eski düşünce tarzlarının tersine, kadın ve erkek aynı varlık tarafından, aynı tabiattan ve aynı mayadan, aynı zamanda yaratılmışlardır. Özetle bütün yönüyle birer çifttirler. Aynı mayadandırlar ve aynı ırktandırlar. Kardeştirler, bacıdırlar ve eşittirler. Yana bir anadan ve babadan ya da bir kaynaktan gelmişlerdir.
Üçüncüsü, insanın meleklere ve tüm evrene üstünlüğü, bir bilgi üstünlüğüdür. İşte bunun için isimleri öğrenebiliyor ve tüm meleklerin kendisine secde ettiği bir varlık haline gelebiliyor. Melekler asil, soylu ve üstün tabiatlı olduklarını bilmelerine rağmen insanın ayağına kapanıp secde etmek zorunda kalıyorlar.
Hepsinden önemlisi; insan balçık ve Allah arasında bulunmakta ve irade sahibi olduğu için de Allah kutbunu ya da balçık kutbunu seçebilmektedir. İrade sahibi olduğu için sorumluluk söz konusudur. Özgürlük ve seçme hakkı, bu sorumluluğu zorunlu kılmaktadır. Bundan dolayı İslam’a göre insan, kendi alın yazısından sorumlu olan yegane varlıktır. Hatta sadece kendi alın yazısından bile değil: dünyada ilahî mesajı uygulamaktan ve O’nun emenatçisi olmaktan da sorumludur. İsimleri öğrenen odur. Bana göre isimlerin en iyi anlamı, çeşitli ilmî hakikatlerdir. Çünkü isim her şeyin sembolü, yani her kavramın somutlaşmış şeklidir. İsimlerin Allah tarafından öğretilmesi: evrendeki ilmî gerçekleri kavrama ve tüm manaları anlama yeteneği demektir. İnsan Allah’tan ilk öğretimi almasıyla birlikte alemdeki hakikatleri öğrenebilecektir. Bu da bizatihi en büyük sorumluluktur. İnsanın yazgısı bizzat insan tarafından oluşturulmalıdır. İnsan toplumu kendi yazgısından, insan ferdi de kendi yazgısından sorumludur. “Onların kazandıkları kendilerine ve sizin kazandıklarınız sizedir” (2/Bakara süresi, 134). Önceki medeniyetlerin yazgıları kendi kazandıklarıdır. Sizin yazgınızı da kendi kazandığınız şeyler belirleyecektir. İnsan, dileme ve seçme hakkına sahip olduğu için Allah’a karşı büyük bir sorumluluğu vardır.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: İnsan yeryüzünde Allah’ın emanetçisi ve akrabasıdır. İnsan iki boyutludur: Birisi balçık ya da kokuşmuş mil, diğeri onun Allah’a doğru sıçrayışıdır.
Burada değinmem gereken bir husus var. Maalesef tarih büyük bir trajediye şahitlik etmektedir. Bu da insanın iki boyutunun gereği gibi tanınmamış olmasından ileri gelmektedir. Diğer dinlerin, Allah’la Şeytan’ın evrende varlığına ve onların birbiriyle savaşmakta olduklarına olan inancının aksine, İslam’a göre evrende tek bir güç vardır ve bu Allah’ın gücüdür. Ancak insanın derinliklerinde Şeytan ve Allah savaşmaktadırlar. İnsan, bu ikisi arasında geçen savaşa sahnelik etmektedir.
Önceki dinlerin aksine İslam’daki bu düalizm, tabiatta değil, insanın içinde yaşanan bir ‘iki tanrılı’ tapınmadır. Tabiat bir “uknum”dur ve birinin egemenliğine, iradesine bağlıdır ki o da Allah Teala’dır. Bundan dolayı Şeytan, İslam’da Allah’ın karşısında değil, insanın karşısıdındadır. İnsanın toprak ve Allah olmak üzere iki boyutu ve tabiatı olduğu için hem Allah’a muhtaçtır hem de toprağa. Ortaya konulması ve inanılması gereken din, ideoloji veya hayat tarzı: her iki boyutun ihtiyaçlarını karşılayan ve her ikisine de önem veren bir din, ideoloji ve hayat tarzı olmalıdır. Ne yazık ki tarih bunu böyle anlatmamaktadır. Tarihin anlattığına göre bütün toplumlar ya tamamen zahitlik ve ahirete yönelmişler ya da tamamen toprağa ve dünyaya meyletmişlerdir. Çin medeniyeti başlangıçta dünyacı idi. Çin eşrafının hayatında olduğu gibi bütün tabiî lütuflardan daha çok dünya lezzetlerin ve güzelliklerine önem vermesine ve onlardan yararlanmak için çalışmasına rağmen daha sonra Lao Tsu geldi ve ahiret inancı olan bir din getirdi. Bu, insanın öbür yarısına, manevi yönüne şiddetli bir eğilimdi. Sonra Çinlileri öbür yarı olan manevî alana öyle bir çekiş çekti ki yaşam zevklerinden pay almaya her zaman hırslı olan bu insanlar, rahip, arif ve sufi oldular. Sonra da Konfüçyüs gelerek toplumu tamamen dünya tarafına yöneltti. Çinlilerin dikkatlerini yaşam lezzetleri yönüne çekti. Çin tekrar bu yüzden bozulmaya yüz tuttu. Binbir gece masalları ve racalar diyarı Hindistan... Mahavira ve Buda, insanları öbür dünyaya yöneltiyor: onları züht, ruhbanlık, mistiklik ve nefis tezkiyesi yönüne çekiyor. Bugün de racalar diyarı, mistiklerin çivi üzerinde uyuması, tek bir hurma ya da badem ile kırk gün oruç tutmanın, ruhsal egzersiz yapmanın ve sonra da uygarlık ve yaşam sahnesinden çekilmenin yaygın olduğu bir yerdir. Avrupa’da Roma’nın dünya üzerinde cinayetlerle ve kan akıtarak kurduğu materyalist, politik ve askerî otorite bütün servetleri kendi elinde toplayarak Asya’ya ve Avrupa’ya açıldı. Sonra nimetler, zevkler, gladyatör türü oyunlar içinde boğuldu. Sonra İsa geldi. Toplumu ahirete doğru yöneltti. Sonra Romalılar zevkten ve dünyaperestlikten Orta Çağdaki durumun oluşumunu sağlayacak kadar mistikliğe ve ahirete yöneldiler. Savaş, kan dökme ve askerî otoritelerin kurulduğu yerler, Orta Çağda yerini kiliselere, manastırlara, ruhbanlığa ve inzivaya bıraktı. Bu öyle bir sapmaydı ki nihayet mecburen Rönesans geldi, Avrupa’nın gözleri önüne tekrar dünyayı serdi. Bugün yine görüyoruz ki Avrupa medeniyeti dünya ile o kadar bağlılık kurmuş, insanı ve insanlığı lezzetin, dünya yaşamının ve “daha iyi bir hayat yaşama”nın tekeline öylesine sokmuştur ki Profesör Schandall’ın deyişiyle, “Bugünün dünyası, hayatında ihtiyaç duyduğu aleti yapmak için hayatını durdurmuştur.” Bu, bugünkü insanlık felsefesinin sersemliğidir. Bu, gayesiz teknolojinin ve idealsiz medeniyetin ne anlama geldiğidir. Bugün insanlık bu tarafa öylesine yönelmiş ve o kadar sapmıştır ki artık başka bir Mesih’e gereksinim vardır.
Fakat İslam’daki insan felsefesine göre iki boyutlu bir varlık olan insanın, daima dengeli olabilmesi için toplum ve insan ruhu üzerinde iki zıt yönde sürekli etkili olan iki boyutlu bir dine sahip olması gerekir. Bu din de İslam’dır. Niçin?
Bütün dinleri tanıyabilmek için onların tanrısına, kitabına, peygamberlerine ve en önemlisi de kulların gidişatına bakmak, bunları tanımak gerekir.
Birincisi Allah anlayışı: İki boyutlu, iki yönlü olan bir Allah anlayışı vardır. Hem “Yehova”lık yönü (Yehud’un Allah’ı) olan bir Allah’tır ki toplumcu, dünyaya önem veren, siyasi, haşin, cezalandırması ağır ve otoritedir, hem de İsa’nın Allah’ı gibi raûf, rahim ve rahmandır. Bunların hepsi de Allah’ın Kur’an’da geçen sıfatlarıdır.
İkincisi kitap: Kur’an, tıpkı Tevrat gibi toplumsal, politik ve askerî ahkamı içeren: hatta savaşmaktan, esir almaktan, esiri azat etmekten bahseden kitaptır. Yaşama karşı özendirme, inşâ ve imar etme, düşmanla ve olumsuz unsurlarla savaşma gibi konular Kur’an’ın üzerinde durduğu hususlardandır. Kur’an aynı zamanda nefsin arındırılmasına, ferdin ruh ve yüce ahlak bakımından takvalı olmasına özen gösterir.
Üçüncüsü, İslam’ın peygamberi, örneklerini tarihte gördüğümüz gibi tek ruhta iki zıt yönü toplamış bir insandır. O hem düşmanlarıyla ve toplumu yıkıma sürükleyen unsurlarla savaşmakta ve sürekli kendi dünyasında yeni bir toplum ve medeniyetin oluşturulmasıyla uğraşmakta ve toplumu özel bir hedefe doğru götürmektedir hem de namaz kılmakta olan muttakî ve zahit biridir.
Son olarak O’nun Ali, Ebuzer ve Selman gibi kullarının yaşam çizgileri. Bunlar iki yönlü âlim insanlardır. Öyle insanlar ki hem daha iyi bir yaşam sürmek için savaşım veren siyaset ve savaş adamıdırlar; - öyle ki biz bunların sürekli savaş sahnelerinde, eğitim, öğretim ve ilmî araştırmalarda boy gösterdiklerini görüyoruz- hem de muttakî, Doğu’nun büyük arifleri ve ruhbanları gibi arınmış, tertemiz adamlardır. Ebuzer hem fakirlik sebebiyle Osman’a savaş açan bir siyaset ve mücadele adamıdır hem de takvalı ve âlim bir kimsedir. Bugün Ebuzer’in Allah’ı tanıma hususunda yaptığı mevcut incelemeler, Kur’an’ı tanımak için en güzel örnekler ve anahtarlar arasında yer alır. Bakınız Peygamber’in tüm sahabesine. Hepsi kılıç adamıdır, hepsi toplumun daha iyi bir hayat yaşaması için ve daha iyi bir toplum oluşturmak için bir gayret içerisindedirler. Hepsi adalet, istikrar, büyük düşünme ve daha iyi hissetme adamıdırlar.
Sonuç itibariyle demek istediğim, İslam’a göre insanın Allah karşısında aşağılık bir yaratık olmadığıdır. Çünkü o, yeryüzünde Allah’ın işbirlikçisi, dostu, emanetçisi ve akrabasıdır. Allah tarafından ilim öğretilmiş, meleklerin secdesine mazhar olmuş biridir.
İki boyutlu olan ve böylece sorumluluğu omuzlamış bulunan insana, onu sadece dünyaya veya sadece ahirete yönelterek saptırmayan, her iki yönü de dengeleyecek olan bir din gereklidir. Yani insana büyük sorumluluğunu gerçekleştirebilmesi için iki boyutlu bir din gerekmektedir.