Bu bölümde, ‘Müslüman Düşüncesi’ne katkıda bulunmuş önemli isimler yer almaktadır. Burada üç ana bölüm olarak Klasik, Orta ve Çağdaş dönemler bulunmakta ve her bir dönem için bir tarih aralığı verilmektedir. Gerek isimler gerekse tarih aralığı konusunda farklı görüşler olabilir, ancak biz burada ‘düşüncenin okullaşması’ perspektifinden bir değerlendirme yapmaya çalıştık ve Müslüman tarihinde dönüm noktası sayılabilecek hadiseleri baz alarak, dönemlerin başlangıç ve bitiş tarihlerini belirledik. Nitekim Klasik Dönem’in başlangıcı olarak M.S.610’u seçtik ki, bilindiği üzere, bu, ‘ilk vahyin iniş tarihi’ne tekabül etmektedir. Hakeza Orta Dönem’in başlangıcı için Abbasi Devleti’nin yıkılış tarihini, Çağdaş Dönem’in başlangıcı için de Müslüman Dünyası’nda Batı etkisinin artık bariz bir hale geldiği ~1850’li yılları seçtik. Düşüncenin Okullaşması projesinde ‘çağdaş dönem’in özel bir önemi bulunması hasebiyle de bu dönemi alt bölümlere ayırdık. Bu dönemin okullaşma sürecindeki önemi ise şuradan gelmektedir: Cemaleddin Afgani’nin ‘öze dönüş’ çağrısı yaptığı yıllardan itibaren, Müslüman Düşüncesi yeni bir ‘dinamizm’ kazanmış; başlangıç döneminde genel olarak ‘savunmacı’ bir karakter taşırken, ‘gelişme’ döneminde ilerleme kaydetmiş ve ‘özgüvenli’ bir dil kullanılabilmiştir. Fakat bu, yeterli değildir. Toplumsal ve siyasal dönüşüm için düşüncenin ‘okullaşması’; bunun için ise, Müslüman ve Batı Düşüncesi’nin ‘yetkin’ bir biçimde bilinmesi ve ‘karşılaştırmalı’ bir değerlendirme yapılarak hakim paradigma olan modernitenin/postmodernitenin fikren mağlup edilmesi gerekmektedir. Çağdaş Dönem Müslüman Düşüncesi’nin alt bölümlere ayrılmasının nedeni budur. Zira bu dönemin ‘yetkin’ bir şekilde bilinmesi, ‘halimizin değişmesi’ açısından önem arz etmektedir.
Bu bölümün adını ‘İslam Düşüncesi’ olarak değil ‘Müslüman Düşüncesi’ olarak belirlememizin nedeni ise şudur: Bilindiği gibi, İslam, bir ‘düşünce’ değil, bir ‘din’dir. ‘Kaynağı’ itibarıyla farklı olduğu için, onu, beşer zihniyetinin ürünü olan diğer düşüncelerle bir tutmak doğru olmaz. Fakat kendilerini İslam’a nispet eden insanların ‘düşünceler’i olabilir ki, biz buna ‘Müslüman Düşüncesi’ diyoruz. Ayrıca, bir fikrin veya görüşün ‘İslamî’ olarak nitelendirilebilmesi için, onun, Kur’an ve sahih Sünnet ile uyumlu olması gerekir. Müslüman Düşünce Tarihi’nde yer alan ve kendilerini İslam’a nispet eden bütün ekoller ise ‘beşer’ ürünü oldukları için, bunların savunduğu görüşleri ‘hakikat’ olarak değil, ‘hakikat iddiası’ olarak görmek gerekir. İşte bu yüzden, Müslüman Düşüncesi’ içerisinde yer alan bütün isimlerin veya bunlara atfedilen düşüncelerin ‘eleştirilebilir’ olduklarını düşünüyoruz.
Bu ‘liste’yi belirlerken şu mantıktan hareket ettiğimizin de bilinmesini istiyoruz: Müslüman Dünyası, klasik dönemde, ‘haricî’ bir etkiye maruz kalmış ve buna cevap vermeye çalışmıştır. Özellikle de ‘felsefe’ ve ‘tasavvuf’ akımlarından gelen bu ‘meydan okuma’ya karşı, Kelam âlimleri bir cevap verme çabası gütmüş, fakat başlangıçta istenen düzeyde başarılı olamamışlardır. Bununla birlikte, zaman içerisinde düşünce ‘okullaşmış’ ve Ümmet, felsefeye Gazali ile, tasavvufa da İbni Teymiyye ile ‘yetkin’ bir cevap vermiştir. Çağdaş Dönem’de de benzer bir durum söz konusudur ve Müslüman Dünyası yine ‘haricî’ bir etkiye maruz kalmıştır. Bu kez ‘meydan okuma’ moderniteden gelmektedir. Zamanın âlim ve mütefekkirleri, tıpkı Klasik dönemde olduğu gibi, bu meydan okumaya da cevap vermeye çalışmışlar ve yine başlangıçta istenen düzeyde başarılı olamamışlardır. Bilinmelidir ki Çağdaş Dönem’de de düşünce ‘okullaşana’ kadar modernitenin tezlerine karşı ‘yetkin’ bir cevap vermek mümkün olmayacaktır. O yüzden, bugün yapılması gereken, tıpkı Klasik Dönem’de olduğu gibi, ‘düşüncenin okullaşması’ için ilmî bir gayret göstermektir. Fakat burada şöyle bir mesele vardır: ‘karşılaştırmalı’ bir değerlendirme yaparken, Batı Düşüncesi’ne karşı Müslüman Düşüncesi’ni kim temsil edecektir? Yani acaba düşünce tarihimiz içerisinde yer alan bütün isimleri ‘Müslüman Düşüncesi’ kategorisine dahil etmek mümkün müdür? Mesela Klasik Dönem filozofları içerisinde dehrî olan da vardır, tefsir yazmış âlim de vardır. Peygamberlik iddiasında bulunan filozof da vardır, İslam ile felsefeyi te’lif etmeye çalışan filozof da vardır. Tabiatıyla, bunların hepsini aynı kategoride değerlendirmek mümkün değildir. Bizim bu listeyi belirlerken benimsediğimiz kriter şudur: Kendisini İslam’a nispet etmeyen kişi veya akımları biz ‘Müslüman Düşüncesi’ kategorisine dahil etmedik. Örneğin, tabiatın ezelden beri var olduğunu ve ebedi olarak da var olacağını savunan dehrîleri, ‘Müslüman Düşüncesi’ içerisine almadık. Çünkü bunlar, İslamî manada ‘yaratma’ kavramını kabul etmemektedirler. Fakat kendilerini İslam’a nispet eden veya felsefe yahut tasavvuf ile İslam’ı te’lif etmeye çalışanları, bu kategoriye dahil ettik. Ancak bilinmelidir ki, bu, sadece onların görüşlerinin İslam ile çelişmediği noktasındaki ‘iddiaları’ dolayısıyladır. Yoksa, bu isimleri bu kategoriye dahil etmiş olmamız, onların telif çabası güderken savundukları görüşleri olumladığımız anlamına gelmez. Örneğin, ‘felsefe’nin ileri gelenlerinden İbni Sina ve Farabi ile ‘tasavvuf’un ileri gelenlerinden Sühreverdi ve İbni Arabi’nin İslam’la açıkça çelişen görüşleri vardır. Ancak bu isimler, bu görüşleri savunurken dahi, kendilerini İslam dışı bir inanç sistemine veya düşünceye nispet etmemişler ve yaptıklarının bir ‘hakikat arayışı’ olduğunu iddia etmişlerdir. Aynı şey Çağdaş Dönem Düşüncesi için de geçerlidir. Bu dönemde de ‘modernist’ olarak nitelendirilebilecek bazı isimler, modernitenin temel kavramları ile İslam arasında bir ‘uzlaşı’ arayışına girmişler ve bunu ‘İslam adına’ yaptıklarını ileri sürmüşlerdir. Fakat onların böyle bir iddiada bulunmuş olmaları, elbette ki savundukları görüşlerin de İslamî olmasını gerektirmemektedir.
Burada ikinci bir mesele vardır ki, bu daha önemlidir. Gayri İslamî düşünceleri aleni bir şekilde savunmanın tarih boyunca Ümmet üzerinde fazla olumsuz bir etkisi olmamıştır. Fakat te’lif gayreti böyle değildir. Burada, doğru ile eğri bir arada bulunabilmekte ve bu, genel kitle için ‘tehlikeli’ olabilmektedir. Ulemaya veya aydınlara düşen, bu tehlikeye karşı kitleyi uyarmak ve meseleyi ‘köklü’ bir şekilde çözerek tehlikeyi bertaraf etmektir. Bunun için yapılması gereken ise, bir ‘tasnif’ çabası göstermek, yani ilmî faaliyet yürüterek doğruyu eğriden ayırmaya çalışmaktır. İşte Gazali’nin Klasik Dönem’de filozoflara karşı yapmaya çalıştığı şey esasta budur. Benzer bir çalışmayı bugün modernite ile İslam arasında bir ‘uzlaşı’ arayışında olanlara karşı da yapmak gerekir. Zira bütün dünyada olduğu gibi, Müslüman Dünyası’nda da modernitenin kavramları konusunda bir kafa karışıklığı söz konusudur. Bu kafa karışıklığını ortadan kaldırmak için, hem Klasik Dönem’de hem de Çağdaş Dönem’de ‘uzlaşı’ taraftarlarının düşüncelerinin yetkinlikle bilinmesi ve eleştirilmesi gerekmektedir. Bizim Klasik Dönem’de İbni Sina ve Farabi gibi filozofları, Çağdaş Dönemde de Muhammed Arkoun ve Hasan Hanefi gibi isimleri ‘Müslüman Düşüncesi’ içerisine almamızın nedeni budur. Kısacası, burada amaç, ‘haricî’ düşüncenin meydan okumasına yetkin bir cevap verebilmek için bu düşüncenin en ince ayrıntısına kadar tanınması ve bilinmesidir.
Esasen, biz, İbni Sina, Farabi ve İbni Arabi gibi isimleri, ‘Batı Düşüncesi’ içerisine de yerleştirebilirdik. Zira bunların meselelere yaklaşımı veya ‘düşünme biçimleri’ ‘felsefe’ olarak bilinen akıma özgüdür. Bu akım ise, bilindiği üzere, Yunan Düşüncesi’nin zirve isimleri olan Sokrat, Eflatun ve Aristo tarafından sistemleştirilmiştir. Nitekim İbni Teymiyye, genel düşünce tarihi içerisinde ‘Müslüman filozof’ olarak nitelendirilen bu isimleri, klasik Yunan düşüncesinin ‘çömezleri’ olarak nitelemektedir. Bizim bu isimleri ‘Batı Düşüncesi’ kategorisine yerleştirmememizin nedeni, düşünce tarihi uzmanlarının da genel olarak bu yaklaşımı benimsemeleridir. Fakat biz biliyoruz ki, Klasik Dönem’de ‘müslüman filozof’ olarak nitelenen bu isimler, Yunan Düşüncesi ile İslam arasında bir ‘uzlaşı’ arayışındadırlar ve bunu yaparken, Yunan düşüncesinin ‘düşünme kalıpları’nı kullanmaktadırlar. Bu nedenle, bu isimlerin tıpkı antik dönem Yunan filozofları gibi, ‘Batı Düşüncesi’ içerisinde değerlendirilmeleri de mümkündür.
Ancak, ifade etmekte yarar görüyoruz ki, bizler, ‘düşüncenin okullaşması’ projesinin amaçları doğrultusunda, Klasik Dönem düşüncesinden ziyade Çağdaş Dönem Düşüncesi’ne odaklanılması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü Klasik Dönem’de Ümmet, harici unsurların ‘meydan okuma’sına bir şekilde cevap vermiş ve bu tartışma büyük ölçüde bitmiştir. Ama Çağdaş Dönem’deki meydan okumaya hala yetkin bir cevap verilememiştir. Bu nedenle, Klasik Dönem düşüncesinde ‘felsefe’ ve ‘tasavvuf’ akımları içerisinde yer alan her ismi listeye almayı uygun görmedik. Bunun yerine, bu iki akımın görüşlerini en ‘yetkin’ şekilde temsil eden kişileri listemize dahil etmeyi yeterli gördük. Zira bu kişilerin veya akımlarının görüşlerinin yetkinlikle bilinmesi durumunda, inanıyoruz ki, Klasik Dönem Düşüncesi’ndeki ‘ideolojik’ tartışma da, büyük ölçüde, bilinmiş olacaktır. Ümmet’in genel düşünme karakterinin dışına çıkmayan Mutezile, Cebriye, Kaderiye, Mürcie gibi akımların önemli isimlerini de Klasik Dönem Düşüncesi içerisine yerleştirdik. Hakeza ‘zühd tasavvuf’unun önemli temsilcilerini de bu kategoriye yerleştirmekte bir mahzur görmedik. Zira bu akım, ‘felsefi tasavvuf’ta sıklıkla görüldüğü gibi, itikat alanında şirk/küfr içeren görüşler ileri sürmemiş, sadece ‘amel’ alanında ‘bidat’ sayılabilecek pratiklerde bulunmuştur. Bid’at ise, ‘merdud’tur, ama kişiyi inanç alanının dışına çıkarmaz.
Ayrıca şu hususun da altını çizmekte yarar görüyoruz ki, ‘haricî’ unsurlar konusunda ‘toptancı’ bir yaklaşımı benimsemenin bazı sakıncaları vardır. Zira Klasik Dönem’de ‘felsefe’ ve ‘tasavvuf’ Çağdaş Dönem’de de ‘modernite’ başlığı altında ileri sürülen bütün görüşlerin gayr-i İslami olduğu söylenemez. Burada, Gazali’nin yaptığı gibi bir ‘ayrıştırma’ çabası gösterilmeli; küfür ve şirk unsurları ile ‘nötr’ alanlar belirlenmeli, küfür ve şirk unsurları reddedilirken, ‘nötr’ alanlara ilişkin de ‘makul’ bir tavır sergilenmelidir. Başka bir ifade ile söyleyecek olursak, kabul edilebilecek hususlarda reddiyeci bir tavır takınmaya gerek yoktur. Zira doğrular, esasen, İslam’ın malıdır. Mümin, hikmeti nerede bulursa, alır.
Bu bölümde, Biruni ve İbni Heysem gibi, ‘bilim adamı’ kimliği önde olan şahsiyetleri de listeye almadık; zira bizim amacımız, ‘haricî’ unsurlarla ‘ideolojik’ alanda hesaplaşmaktır. Adı geçen isimlerin ise bu alanlara ilişkin bariz bir tutumu yoktur. Bizim ‘bilim’ alanı ile ilgili görüşümüz ise özetle şudur: gözlem ve deneye dayalı bilgi, insanlığın ortak malıdır ve tarihsel süreç içerisinde sürekli bir ‘gelişim’ çizgisi izlemiştir. Dolayısıyla, ‘bilim’ alanındaki ilerleme ile bir dünya görüşünün veya inanç sisteminin ‘doğru’ ya da ‘yanlış’ olması arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Bu nedenle, Biruni ve İbni Heysem gibi, ‘bilim adamı’ kimliği önde olan isimlere de ‘liste’de yer vermedik.
İsimlerin kategorizasyonuna gelince, elbette burada farklı değerlendirmeler olabilir. Zira bazı isimlerin Müslüman Düşüncesi’ne katkısı, diğer bazılarına göre daha fazladır. Örneğin bir Ebu Hanife’nin fıkıh alanındaki katkısı ile Serahsî’nin katkısı aynı değildir. Ebu Hanife, fıkhı sistemleştiren ilk kişi iken, Serahsî bu sisteme bağlı kalarak ürün vermiş bir âlimdir. Hakeza Eş’arî’nin kelâm alanındaki katkısı ile Taftezânî’nin katkısı da aynı değildir. Eş’ari, kelâmın temel ilkelerini belirleyen kişi iken, Taftezânî’nin bu alandaki katkısı tali düzeydedir. Buradaki ‘liste’ ile yapılmak istenen şey, ‘Müslüman Düşüncesi’ne bir biçimde katkıda bulunmuş isimleri derli-toplu bir şekilde sunmak ve böylece bu düşünceyi ‘doğru tanıma’ yönünde yapılacak çalışmalara katkıda bulunmaktır.
Şunu da ifade edelim ki, Müslüman Düşüncesi’ni tanımak için sadece isimler üzerinden bir çalışma yapmak da yeterli olmaz. Bunun yanı sıra, olaylar ve kavramlar üzerinden de bir değerlendirme yapılmalıdır. Örneğin, İslam dininin ana metni olan Kur’an’ın, yazarı belli olmayan belgelerin, Haçlı ve Moğol Saldırıları veya İstanbul’un Fethi gibi tarihsel olayların da Müslüman düşüncesini/medeniyetini tanımak bakımından önemi vardır. Dolayısıyla ‘tam tanıma’nın gerçekleşmesi için ‘küllî’ bir faaliyet yürütmek gerekir.[1] Bu faaliyetin nihai aşamasında da ‘kavramsal’ tahlil çalışması yapılmalıdır.
Bilinmelidir ki, bu bölümde verilen ‘liste’deki isimler, ‘düşüncenin okullaşması’ zaviyesinden değerlendirilecektir. Halihazırda bu isimlerin görüşlerine yönelik bir değerlendirme/eleştiri zaten vardır. Ancak yapıl(a)mamış olan, bu isimlerin görüşlerinin ‘bütüncül bir yaklaşımla’ ve ‘İslamcı’ zaviyeden kritize edil(e)memiş olmasıdır. Bizim ‘düşüncenin okullaşması’ projesi bağlamında yapmaya çalışacağımız şey de bu olacaktır.
↩ [1] Bu çalışmada izlenecek yöntem, Proje bölümünde izah edilmiştir.