M. Kürşad Atalar
Düşüncenin Okullaşması, İslam ve modernite arasında mukayeseli bir tahlil yapılmasını gerektirmektedir. Ve bu tahlilde, ‘zıtlıklar’ ve nötr alanlar belirlenmelidir. En önemlisi de ‘zıtlıklar’ın net bir şekilde gösterilmesidir. Eğer bu zıtlık itikada ilişkin ise, bu durumda Gazali’nin İbni Sina ve Farabi için söylediği sözün bir benzeri, modernite savunucuları için de söylenebilmelidir. Zira bu, sonuçta bir iman-şirk meselesidir ve burada kişilerden çok ilkeler önemlidir.
İslam, bilindiği gibi, ‘teslimiyet’ dinidir. Allah’a ‘teslim olmak’, yani O’nun emir ve yasaklarına uymak, bu dinin bağlısı olan Müslümanın en belirgin sıfatıdır. S-l-m fiil kökünden çıkarılacak ilk ve belirleyici mana budur. Aynı fiil kökünden ‘barış’, ‘esenlik’, ‘selamet’ vb. anlamlar da çıkarılmışsa da, bunlar tali manalardır ve ‘kök-anlam’la bir şekilde bağlantılıdırlar. Fakat ‘teslim olma’ eylemi, İslam’ın esasını, ana gövdesini teşkil eder; dolayısıyla da öncelikle bu boyutun üzerinde durulmalıdır.
‘Teslimiyet’, bir otoritenin üstünlüğünün kabulü ile başlar. Savaş sonunda esir alınan tarafın durumu, ‘teslim olma’nın mahiyetini en iyi anlatan örneklerden biridir. Yenilen taraf, silahlarını bırakır ve kendisini ‘galib’in iradesine teslim eder. Galip olan, artık onun üzerinde tasarruf sahibidir. Efendi-köle ilişkisinde de benzer bir durum söz konusudur. Köle, efendisine ‘teslim’ olmuştur ve bu nedenle onun emirlerini itirazsız yerine getirir. Aynı hali, Rab ve kul arasındaki ‘ibadet’ ilişkisinde de görmek mümkündür. Kul, üst otorite olarak tanıdığı Rabbine ‘teslim’ olur ve O’nun emir ve yasaklarına da riayet eder. İşte bu husus, İslam’ın temel inanç cümlesi olan “La ilahe illallah”ın da özünü oluşturur. Yani “Allah’tan başka ilah yoktur” demek, Allah’ı üst otorite olarak tanımak, O’na ‘teslim olmak’ ve O’nun emir ve yasaklarına uymak demektir.
Peki bu niçin böyledir? Burada ‘yaratma’ fiili belirleyicidir. Allah üst otoritedir; çünkü her şeyi o yaratmıştır. Ayrıca yarattığını en iyi bilen Yaratan olacağı için, ‘hükmetme’ hakkı da ona ait olmalıdır. Bir konuda ‘hükmetme’ hakkı, o konuda en doğru hükmü/kararı verene ait olacağına göre, yaratılan hakkında en doğru kararı ancak Yaratan verir; dolayısıyla da hüküm verme yani helal ve haramı belirleme hakkı Allah’a ait olmalıdır. İslam, işte bu hakkın tek sahibi olarak Allah’ı görenlerin dinidir. Müslüman da, Allah’ın bu hakkına kimseyi ortak kılmayan kişidir. Müslüman Allah bir konuda hüküm verdiği zaman, “işittik ve itaat ettik” diyen kişidir (Bakara:286). Yani Müslüman, hükmetme hakkına sahip olan Yaratıcısına gönülden ve itirazsız itaat eder. Nitekim Nisa Suresi 65. ayette, Müslümanın bu özelliği net bir şekilde ifadesini bulmaktadır: “Hayır, öyle değil. Rabbine and olsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp, sonra verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” Bu ayet, teslimiyetin gönülden olması gerektiğini beyan ettiği gibi, aynı zamanda, onu, iman etmenin de bir şartı olarak zikretmektedir. Dolayısıyla Allah’a iman etmiş olmak için, O’na teslim olmak, yani emir ve yasaklarına da uymak gerekir.
Teslimiyetin ‘nasıl olması gerektiği’ hususu ise, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmesi örneğinde (Saffat:103) gayet vazıh bir şekilde örneklendirilmiştir. Hz. İbrahim, bu noktada Kur’an’ın zirve örneklerinden biridir. Nitekim Rabbi ona: “teslim ol” dediğinde, derhal: “Alemlerin Rabbine teslim oldum” demiştir (Bakara:131). Kur’an, bütün peygamberlerin de aynı emre muhatap olduklarını ve bu davete aynı şekilde icabet ettiklerini bildirmektedir (En’am:14, Nisa:125, Ali İmran:20, Neml:44, Gafir:66, Hacc:34, vd.). Dolayısıyla, Müslüman, Allah’a ‘kayıtsız ve şartsız’ teslim olan; itaatinde de eksiklik bulunmayan kişidir.
Allah’a ‘teslim olma’nın iradi bir boyutu olduğu gibi, bir de ‘kaçınılmazlık’ boyutu vardır. Bu noktada, Kur’an bize şu mesajı verir: sadece beşeriyet değil, göklerde ve yerde olanların hepsi –ister istemez- Allah’a ‘teslim olmuştur’ (Ali İmran:83). Yani bütün varlıklar, isteseler de istemeseler de, temel ihtiyaçlar (havasız-susuz yaşayamama, rızıklandırılma, doğum, ölüm vb.) hususunda Yaratıcılarına teslim olmak durumundadırlar. İslam, bu ‘zorunluluk’tan sonra şu tasavvuru zihinlere yerleştirir: “madem ki insanlar bu alanlarda Yaratıcılarına mecburdurlar, o halde din konusunda da O’na itaat etmeli ve hükümlerine boyun eğmelidirler.” Ancak burada şu fark vardır: insan dışındaki varlıkların Yaratıcıya teslimiyeti iradi değil iken, insanın teslimiyeti iradidir. Dolayısıyla ‘değer’ bakımından da her iki teslimiyet arasında fark vardır. İnsanı ‘eşref-i mahlukat’ yapan da esas itibarıyla bu farktır.
Özetle, ‘teslimiyet’, bir ‘ibadet’ meselesidir. Her insan, tedeyyün hissi ile doğar ve bir şeye tapar. Dinsiz olduğunu söyleyen insanların bile prestij ettikleri bir ‘mabud’ları vardır. Dolayısıyla her insan ‘dinli’dir. Kimileri sadece Allah’a kul olur; kimileri de hevalarına, Şeytan’a, makama, puta vs. kul olurlar. İnsana yakışan ise sadece Allah’a kul olmaktır (Kafirun: 1-6; Ali İmran: 79; Nisa:125; Ra’d:36; Maide:2-3; Hucurat:14-17, Enbiya:108, Neml:81, En’am:161-164, vd.). Çünkü kul edinmeye layık tek varlık O’dur. Kula kulluk edenler ise, hem Yaratıcılarına hem de kendi nefislerine ‘haksızlık’ etmişlerdir. Zira hem hak edene hakkını vermemişler; hem de hak etmeyene hakkı olmayan bir mevkiiyi layık görmüşlerdir. O yüzdendir ki, şirk, en büyük ‘zulüm’dür (Lokman:13). Ortağı olmadığı halde Allah’a ortak koşmak, Yaratıcı’ya karşı yapılmış en büyük ‘haksızlık’tır. Bu haksızlığın cezasını da, yine Yaratıcı, hakkaniyetle verecektir. İşte İslam’ın mesajının özü budur. İslam’da, kulluk sadece Allah’a yapılır. Ondan başkasına kulluk, haksızlıkların en büyüğüdür.
Bu açıdan bakıldığında, İslam, aynı zamanda ‘doğru yol’dur. Hidayet, İslam’dadır. İnsanlar, doğruya, ancak İslam ile ulaşabilirler. Bu da yine Allah’a, onun emir ve yasaklarına uymakla, yani ‘teslim olmak’la mümkündür. İslam ‘hak din’dir (Ali İmran:19); dolayısıyla, hakka, gerçeğe, tabi olmak; hidayeti bulmak isteyenler, bu dine tabi olacaklardır. Hidayet, Allah’ın hidayetidir (Ali İmran:73). Yani insanlara Allah’tan başkası doğru yolu gösteremez. Buna güçleri de yetmez. Çünkü insan, kusurlu bir varlıktır. Onun aklı da bu kusurdan hali değildir. Dolayısıyla, beşerin kararlarında her zaman yanılma ihtimali vardır. “Beşer, şaşar.” İnsan, doğru bildiğini ‘zanneder’, ancak bu yanlış olabilir. Üstelik mesele, insan yaşamına dair külli kuralların belirlenmesi ise, insanın burada yanılma ihtimali daha da artmaktadır. Beşer, kendi gözlem alanıyla ilgili bilgisini zaman içerisinde geliştirerek, beşeri bilgi düzeyini yükseltebilir; ancak Kur’an’ın ifadesiyle, “insana az bir ilim verilmiştir” (İsra:85). Özellikle de gaybı ilgilendiren konularda, insanın zihinsel çabaları, ‘tahmin’in ötesine geçemez. Dolayısıyla, bütün bu konularda, bilgisine güvenilecek bir varlığın hakemliğine başvurulmalıdır. O da ancak Allah’tır. Allah, ilmiyle de kusursuz varlıktır. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Dolayısıyla da her sözü ‘hakk’tır.
Bu noktada, karşımıza ‘vahy’in mahiyeti meselesi çıkmaktadır. Hakk olan Allah’ın kelamı da ‘hakk’ olacağı için, inzal olunan vahiy de, kaçınılmaz biçimde, ‘hakk’ın (gerçeğin) ifadesi olmaktadır. Hatta vahiy, o kadar ‘hakk’tır ki, Kur’an, onun “insanların kendi aralarında konuştukları şeyler” kadar ‘gerçek’ olduğunu söylemektedir (Zariyat:22). Yani İslam’a göre, vahyin gerçekliği, inanıp-inanmaya göre değişen bir şey değildir. Örneğin Cennet ve Cehennem, tıpkı insanların elleriyle dokundukları, gözleriyle gördükleri şeyler kadar ‘gerçek’tir. Ve insanların buna inanıp-inanmaları da bu gerçeği değiştirmez. İşte İslam’da vahyin gerçekliği hususu böyle anlaşılmalıdır. Müslüman, vahye, ‘hakk’, yani ‘doğru’ olduğu için teslim olan kişidir. Dolayısıyla, Müslümanın ‘iman’ı, diğer (batıl) inançlarla bir tutulamaz. O, sırf bir şeye inandığı için, o dinin bağlısı değildir. O, İslam’a ‘hakk’ olduğu için inanır. Müslümanın ‘tasdik’inin altında da bu mantık vardır. Müslüman vahyi, ‘doğru’ olduğu için tasdik eder. Fakat örneğin teslis akidesine inanan bir Hıristiyan’ın ya da ineğin kutsallığına inanan bir Hindu’nun inancı böyle değildir. O yüzden de, batıl dinlerin bağlıları, genellikle inançların eleştirilmesine karşı çıkarlar. Bu dinlerde ‘inanç’ sorgulanacak bir şey değildir. Hatta aklın işletilmesi, batıl dinlerde ‘suç’tur. Bu anlayışın temelinde de, aklın sahasına girmeyen bir konuda hüküm vermesinin yanlış olacağı düşüncesi yatar. Halbuki İslam, aklın işletilmesinden çekinmez, hatta bunu tavsiye eder (Yunus:100). İslam’da akıl ne kadar çok (ve doğru biçimde) işletilirse, iman da o kadar kavi olur. İşte İslam ile diğer inanç sistemleri arasındaki en önemli farklardan biri de budur.
Vahiy, hakkı temsil ettiği gibi, aynı zamanda mutlak ‘ilim’dir. Kur’an’da birçok ayet vahiy ile ilm’i özdeşleştirmiştir (Bakara: 145; Ra’d:37 vd.) Dolayısıyla, vahiy yoluyla inzal olunan ilim/bilgi, gerçeğe tekabül eder. Bilgi, “nesnesiyle ilgili doğru önerme” olarak tanımlanırsa, bu tanımı en iyi şekilde vahy’in karşılayacağı açıktır. Çünkü vahiy bir şey/nesne hakkında, “bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf” olan Allah’ın verdiği hükümdür. Dolayısıyla bu kararın ‘yanlış’ olmasına ihtimal yoktur. Yani vahiy, aynı zamanda ‘hikmet’tir. Bilgi, sebep ve sonuç arasındaki ilişkinin doğru kurulmasıyla hasıl olduğuna göre, ‘hikmet’ de, ‘ilim’ dairesinin özel bir şubesi olmaktadır. Hükmün isabetli olması, hikmet’i doğurur ki bu da neticede ‘hayr’a vesile olur (Bakara:269). Bu bakımdan, ‘ilm’ İslam’da en önemli değerlerden biridir. Kur’an, Allah’tan hakkıyla ancak ‘alimler’in korkacağını söyler (Fatır:28). Hz. Muhammed de “alimlerin peygamberlerin varisleri” olduğunu beyan eder. Fakat buradaki ilm, elbette öncelikle ‘mutlak ilm’ kategorisine giren vahyin künhüne vakıf olmakla alakalıdır. Bu ‘ilm’e sahip olmayanların, gözlem ve muhakeme sonucu elde ettikleri bilgi ise, vahiyle çelişmediği sürece makbüldür. Çünkü ‘kevni ayetler’ hakkında tefekkür etmek de, yine vahyin bir gereğidir (Ğâşiye:17-26). Bu bakımdan, tarih boyunca Müslümanlar, Allah’ın varlık âlemine yerleştirmiş olduğu kanunları öğrenmek için çaba göstermişler ve bunu da dinlerinin gereği olarak yapmışlardır.
İslam’ın ‘hak din’ oluşu, onun önemli bir vasfını da belirler. İslam, madem hakikati temsil etmektedir; o halde, her hak iddiası olan düşünce gibi o da ‘yayılmak’ ister. Doğrular, doğaları gereği, yayılmalıdırlar. İslam da, doğrularının bütün insanlar tarafından benimsenmesini ister. Bağlılarından ‘teslimiyet’ istediği gibi, yayılmak için çalışmalarını da ister. İşte ‘tebliğ’ ve ‘cihad’ın altında yatan mantık budur (Maide:67, En’am:90). İslam, hakk olduğu için, batılı zail etmek ister (İsra:81). Onunla ‘bir arada yaşaması’ mümkün değildir. ‘Fitne’ ortadan kalkıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar mücahede devam edecektir (Enfal:39). Eman ve sulh şartlarında cidal yapılmayabilir; ancak bu, İslam’ın batılı yok etme amacından vazgeçtiği anlamına gelmez. Ayrıca Müslümanlar, yeryüzünde ‘adalet’i tesis etmekle de yükümlüdürler (Maide:42; Nisa:58). Bunun için ise, zulmün ortadan kaldırılması gerekir (Bakara:193).
İşte İslam, en özet ifadesiyle budur. İslam’ın hidayeti, hakk ve ilm temellidir. Bu dine teslim olanlar, bir başka şey için değil, her şeyden önce ‘gerçeği aradıkları’ için Müslüman olurlar. Ancak bir de ‘ahlak’ vardır. Tarih boyunca Müslümanlar, başkalarının elinden ve dilinden emin olduğu kişiler olarak bilinmişlerdir. Fakat şu hususun altını çizmek gerekir ki, Müslüman, ‘iyi insan’ olmaktan önce, ‘Hakk’ın kuludur! İyi insan olmak, bunun üzerine bina olunduğunda anlamlıdır. İslam’da ahlak, itikada dayanır ve bu bakımdan kendine özgüdür. Müslüman, Hakk olduğuna inandığı Allah öyle emrettiği için ihsan ve tasadduk eder, muhtaca yardımcı olur, yetimi gözetir. Ancak yine Hakk olan Allah öyle buyurduğu için, haksızlığa karşı çıkar, fitneyi ortadan kaldırmak için cihad eder ve bu yüzden de zalimlerin korkulu rüyası olur. Fakat başka ‘ahlaklar’ da vardır ve onları da yine kendi inançları belirler. Örneğin bir ‘sosyalist ahlak’ vardır ve bu ahlakta, işçi sınıfının iktidarı için, gerektiğinde ajitasyon tekniklerine başvurmak meşrudur. Yine bir demokratik ahlak vardır ve bu ahlakta, kişi, bedeni üzerinde tam tasarruf yetkisine sahip olduğu için, zina da edebilir, uyuşturucu da kullanabilir. Ancak İslam ahlakında, amaca ulaşmak için her yol meşru olmadığı için, dava uğruna da olsa, kimse haksız yere feda edilemez ve yine kişi kendi nefsine zulm edemeyeceği için, zina yapmak ve uyuşturucu kullanmak haramdır. İslam’ın ahlakında, Allah’ın emri hakka yani gerçeğe tekabül ettiği için, zina etmek ya da uyuşturucu kullanmak ‘yanlıştır.’ Müslüman, hakka muğayir davranamayacağı için bunları yapmaz. Yoksa bunlar bizatihi ‘zararlı’ ve ‘kötü’ olduğu için değil. Müslüman emre itaat ederken, “kar-zarar hesabı” yapmaz. O, sırf hakka tabi olmak için emre uyar.
Modernite ise, İslam’a zıt, ayrı bir paradigmadır. Hayata, evrene ve insana bakışı özden farklıdır. Bu yüzden, İslam ile modernite bağdaşmaz.
Bu bağdaşmazlığı göstermek için, modernitenin tarihsel serüvenine kısaca bakmak gerekir. Modernite, Rönesans döneminden sonra ilk işaretlerini veren ve Batı insanının ‘gelenek’ten kopuşunu simgeleyen yeni bir paradigma ve değerler sistemidir. İtalya’da başlamış ve zamanla da bütün Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Hemen ardından ise Reform hareketleri gelmiştir ki, bu, kaçınılmazdır. Zira yeni paradigma, kaçınılmaz olarak, eskisiyle kıyasıya bir mücadeleye girişmek durumundadır. Bu mücadele uzun sürmüş, fakat 7, 30 ve 100 Yıl Savaşlarından sonra, mücadelenin kazananı belli olmuştur. Hıristiyanlık, ideolojik üstünlüğünü yitirmiş; yerini antik dönem Yunan ve Roma uygarlıklarına hakim olan anlayışlar almıştır. Aydınlanma ile birlikte de, yeni paradigmanın Batı dünyasındaki kesin hakimiyeti resmen ilan edilmiştir.
Modernitenin başlangıcını, ‘doğacı’ anlayışın ve ‘hümanizm’in Batı’da yeniden güç kazandığı 15. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar götürmek mümkündür. Bu dönemde Roma Katolik Kilisesi, toplum üzerinde baskıcı yöntemlere başvurmakta ve egemenliği bütünüyle inhisarına almak istemektedir. Bu da, doğal olarak, Kilise’nin mutlak iktidarına karşı bir tepki doğurmuştur. Başlangıçtan beri, hep çift-başlı iktidar örneklerini tecrübe eden Avrupalılar, bu kez, bu yeni duruma tepkilerini farklı bir ‘söylem’le dile getirmişler ve Yunan ve Roma uygarlıklarının kavramsal araçlarıyla düşünmeye başlamışlardır. Artık, insan ve doğa, bizatihi birer ‘değer’ haline gelmeye başlamış; Avrupa insanı, ‘kutsal’ı terk etmeye başlamıştır. İnsanın merkeze alınması, Tanrı kavramının eski önemini yitirmesine, ‘doğa durumu’ ve ‘doğal hukuk’ kavramlarının benimsenmesi ise ‘ilahi hukuk’un tali konuma düşmesine neden olmuştur. Reform döneminde Luther ve Kalvin’in başlattığı hareket, Roma Katolik Kilisesi’nin otoritesini iyice zayıflatmış; bu da zamanla, özellikle de Aydınlanma’dan sonra, ‘din’in kurumsal boyutlarının sorgulanması ve giderek reddi sonucunu doğurmuştur. Bu arada, farklı bir gelişme daha cereyan etmiş ve coğrafi ‘keşifler’ yoluyla dünyanın zenginlikleri Avrupa kıtasına akmıştır. Böylece giderek büyüyen bir tüccarlar sınıfı ortaya çıkmış ve bu sınıf, zaman içerisinde mahiyet değiştirerek ‘kapitalist’ hüviyetini almıştır. Önceleri sadece ekonomik alanında etkili olan bu sınıf, zamanla gücünü artırmış ve siyasal alanda da taleplerini dillendirmeye başlamıştır.
Tam da bu dönemde, insana ve doğaya bakışın değişmesi, yeni bir kavramın ortaya atılmasına neden olmuştur ki, bu, ‘rasyonalizm’dir. Descartes’in ürettiği bu kavramsallaştırmada, akıl, tek güvenilecek kriterdir ve her türlü değerin de kaynağıdır. Rasyonalizmin yaygınlaşmasıyla birlikte de, dini kavram ve kurumlar otoritelerini yitirmişlerdir. Artık yeni bir ‘insan modeli’ ve yeni bir ‘toplum tasarımı’ söz konusudur. Buna göre, insan, rasyonel bir varlıktır; neyin iyi-kötü yahut neyin doğru-yanlış olduğuna bizzat kendisi karar verebilir. Dışarıdan ona kural veya ilke vaz edecek hiç bir otorite yoktur. Buna Tanrı da dahildir. Toplumsal yaşam da, işte bu yüzden, insanın kendi belirlediği kurallar çerçevesinde düzenlenmelidir. Günlük hayatta ‘sekülarizm’; toplumsal yaşamda ise, çoğunluğun iradesi belirleyici olacaktır. İşte demokrasiyi üreten bu anlayıştır. Artık monarşi, aristokrasi veya teokrasi devri kapanmıştır; bunların yerini, halk iradesinin tecelli ettiği parlamentolar almıştır. Yani artık “hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir.”
Modernite, üç merkezi kavram üzerine oturan bir paradigmal çerçevedir: hümanizm, rasyonalizm ve sekülarizm. Birey, vatandaş, bilim, ilerleme, özgürlük ve insan hakları gibi kavramlar, bu üçlü sacayağından neşet eder. Hümanizm, insanı, gözlemlenebilen ve hakikatine ancak bu yolla vakıf olunabilen ‘doğa’nın bir parçası olarak tasavvur eder. Yani doğanın ‘yasaları’ bilinebilirse, insanı tanımak ve tanımlamak da mümkün olabilecektir. ‘Rasyonalizm’ de yine doğacı yaklaşımın bir sonucudur. Çünkü doğayı anlamak suretiyle insanı tanımlamak mümkün olabilecekse, o zaman bunun aracı ancak ‘akıl’ olabilir. Descartes kartezyen formülünü ortaya attıktan sonra, artık Batı’da hakikatin ölçüsü akıl olmuştur. İnsan, değer koyma noktasında tek mercidir ve bunu aklıyla yapacaktır. İşte bu yaklaşımın sonucu, günlük hayatta dini pratiklerin öneminin giderek azalması ve zaman içerisinde de terki olmuştur. Sekülarizm tam da burada başlamaktadır. Aklı putlaştıran Batı insanı, artık bir ‘birey’dir; neyin doğru veya yanlış olduğuna kendisi karar vermektedir. Toplumun diğer üyeleri de, kendisiyle aynı statüyü paylaşmaktadır: yani herkes ‘eşit’tir. İnsanlar doğuştan eşit oldukları için, ‘haklar’ konusunda da eşit olacaklardır ve burada artık ‘cinsiyet ayrımı’ belirleyici olamayacaktır. Feminizmin çıkış noktası da burasıdır.
Üçlü sacayağının siyasal terminolojideki yansımalarını ise, laiklik, vatandaşlık, cumhuriyet ve demokrasi kavramları üzerinden takip edebiliriz. Laiklik, seküler yaşam tarzının siyasal alandaki karşılığıdır ve dinin kamusal alana müdahil olmamasını öngörür. Bireyler dinlerini, isterlerse kendi özel hayatlarında yaşayabilirler, ancak siyasal alanda laik kurallar belirleyicidir. Çünkü kamusal alanın sınırlarını, ‘toplum’u oluşturan ve rasyonel irade sahibi ‘vatandaşlar’ tayin eder. Vatandaşlık, monarşilerin yerine ulus-devletlerin kurulduğu dönemin temel siyasal kavramlarından biridir. Yani ‘vatandaş’ olabilmek için, mutlaka bir ulus-devletin olması gerekir. Bu devlette, vatandaşları birbirine bağlayan bağ, artık ne Tanrı’dır ne Kilise’dir. Ulus-devletin vatandaşları, birbirlerine, sadece ‘ulus bilinci’ ile bağlıdırlar. Vatandaş, ulusu için, ulusunun ‘ilerleme’si için, ulusunun gönenmesi için çalışır ve gerekirse de ulusu için hayatını feda eder. Modern çağ, tarihsel evrilme sürecinde en ‘ileri’ aşamaya tekabül ettiği için, geçmiş çağlara ait kavram ve kurumları savunmak ‘gericilik’tir. ‘Vatandaş’ yüzünü, daima ‘aydınlık geleceğe’ çevirmelidir. Burada da onun tek rehberi, ‘bilim’dir. Bilimin yol göstericiliğinden başka ‘hidayet’ yoktur.
Demokrasi de, bu türden ‘vatandaşlar’ın iradesinin tecelli ettiği bir rejimdir. Meşruiyetini yine buradan alır. Bu siyasi örgütlenmenin somut karşılığı ‘çoğunluk idaresi’ olduğu için, ulus-devletlerin bir diğer adı da ‘Cumhuriyet’tir. Böylesi bir rejimde Allah’ın değil, “halkın dediği olur.” Vatandaşlar, bu rejimlerde ‘özgür bireyler’dir ve doğuştan ‘haklar’a sahiptirler. Bu haklar devredilemez; hiçbir otorite de bu hakları iptal edemez. Dolayısıyla, demokratik rejimlerde ‘temel haklar ve özgürlükler’ dokunulmazdır.
Modernizmin kavramsal içeriğini bu şekilde özetlemek mümkündür. Bu içeriği itibarıyla da, modernizmin İslam’la bağdaşması mümkün değildir. Modernite ile İslam arasındaki en temel zıtlıklar, insanın tanımı ve bilginin mahiyeti konularında görülmektedir. Toplumsal ve siyasal alandaki zıtlıklar, bu temel zıtlıklardan kaynaklanmaktadır. İnsan tanımına baktığımızda, İslam’ın ‘model insan’ı olan Müslüman, her şeyden önce Allah’ın ‘kul’udur. Allah’tan başka üst otorite tanımaz ve onun sözlerini ‘buyruk’ kabul eder. Dolayısıyla, modernitenin ‘model insan’ı olan ‘birey’den, özde farklıdır. Birey, iyi-kötü, doğru-yanlış ‘normları’nı kendisi belirleyebilir; fakat mü’min bu konuda nihai mercinin Allah olduğuna inanır. Allah’ın sınırları vardır ve bu sınırlar çiğnenemez. İkinci önemli zıtlık, bilginin mahiyetiyle ilgilidir. İslam’da vahy, ‘mutlak ilm’dir ve gerçekliğe tekabül eder. İnzal olunur ve teslimiyet ister. Modernite’de ise, bilginin kaynağı akıl ve bilimdir. Gözlem ve deney yoluyla edinilir; zaman içerisinde tekamül eder. Dolayısıyla, ‘ilerleme’ ile birlikte, ‘tarihin sonu’na gelindiğinde kemal noktasına ulaşacaktır. Bu bakımdan, bilginin tekamül sürecine engel olmak isteyenler, ‘gerici’dir ve insanlığın ‘aydınlık yarınlara’ ulaşabilmesi için, bu engellerin kaldırılması gerekir. İşte modernitenin ‘cihad’ alanı da budur. Modernitenin ‘geleneği’ toplum hayatından söküp atmak için verdiği ve zulümle dolu olan tarihsel tecrübenin altında bu mantık yatar. Şu halde, aklı ve bilimi, mutlak hakikate ulaşmanın asli aracı olarak gören modernitenin, özde İslam’la bağdaşması mümkün değildir. Akla ve bilime bu sıfatı veren kim olursa olsun, İslamlık vasfını kaybeder. Ancak bu, akıl ve bilim yoluyla ulaşılan her sonucun batıl ve merdud olduğu anlamına gelmez. Gazali’nin mantık, geometri vb. gibi ilimler için söylediği söz, modern bilimin bazı alanları için de söylenebilir. Bilimin nötr alanları vardır; Müslüman da, gözlem ve deneye olarak elde edilen ‘ispatlı’ sonuçlardan yararlanabilir.
Bir diğer önemli zıtlık da, siyasal ve toplumsal alanda görülür. Ancak bu zıtlığın temelinde de yine, insana bakıştaki farklılık yatar. Batı’da ‘birey’lerden oluşan topluluğun adı ‘toplum’ olurken, mü’minlerden oluşan topluluk, ‘Ümmet’ adını alır. Ümmet, ‘inanç bağı’ ile birbirine kenetlenmiş topluluktur; dolayısıyla ‘haklar’ ve ‘özgürlükler’ temelinde şekillenmiş olan modern ‘toplum’dan özde farklıdır. Ümmette, dil, ırk, cinsiyet farklarının önemi yoktur. Üstünlük ancak ‘takva’ iledir. Hakimiyet ‘kayıtsız-şartsız’ Allah’a ait olduğu için, günlük hayatla ilgili bazı tali düzenlemeler dışında, yasamanın ilke ve kurallarını da ‘vahy’ belirler. Şura ise, esas itibarıyla ‘yürütme’ alanına ilişkin bir ilkedir. Başka bir deyişle, Batı modelindeki ‘yasama’ ve ‘yargı’ alanlarının temel işlevlerini, İslami siyasi düzende vahyin kuralları belirler. Bu temel farklılık nedeniyle de, İslam’ın siyasal düzeni, modernitenin siyasal kurum, kavram ve değerleriyle (demokrasi dahil) bağdaşmaz.
Modern siyaset kuramının İslam’la esastan bağdaşmazlığını, Fransız Devrimi’nin ünlü “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganı üzerinden tahlil etmek de mümkündür. Devrim’le özdeşleşen bu slogan, aslında, Rönesans’tan sonra bütün Kıta Avrupası’na ve daha sonra da Yeni Dünya’ya yayılan ‘modern’ anlayışın bir tezahürü olarak görülmelidir. Bu anlayış, liberalizm ve sosyalizm gibi farklı iki ideoloji üretmiş olsa da, bu kavramlar liberal ve sosyalist siyaset modellerinde ortak bir meşruiyet alanı bulmaktadırlar. Tek fark, liberalizm’de özgürlüğün, sosyalizmde ise eşitliğin öncelikli olmasıdır. Kardeşlik ise, malum olduğu üzere, hümanizmanın ürünü bir kavramdır. ‘Doğuştan’ getirdikleri haklar bakımından, bütün insanları birbirine eşit gören bu anlayışta, insanlığın kardeşliği için sadece ‘insan olmak’ yeterlidir. İslam açısından ise, bu üç kavram da, sorunludur. Müslüman ‘özgür’ birey değildir; Allah’ın kuludur. Müslüman, gayr-i Müslimlerle ‘eşit’ değildir; bilakis onlardan ‘üstün’dür. Müslüman, gayr-i Müslimlerle kardeş olamaz; zira “ancak mü’minler kardeştir.”
Modernite, pek çoklarınca “aklın ve bedenin özgürleşmesi” olarak da tanımlanır. Her ne kadar modernite, aklın önceki bağlarından (gelenek, din vs.) ‘özel bir biçimde’ kurtulması olarak tanımlanabilirse de, ‘bedenin özgürlüğü’, asıl post-modernite ile gerçekleşmiştir. Bunun temel nedeni, post-modernitede gerçekliğin görecelileşmesidir. Gerçeklik göreceli ise, birey ve toplum hayatını düzenleyen kurallar da görecelileşir. Bu, tipik bir ‘değer yitirimi’ durumudur. İnsan, bu durumda, kaçınılmaz olarak, ‘hazlar’ı tatmine yönelir. İşte ‘bedenin özgürleşmesi’ tam olarak bu durumda gerçekleşir.
Post-modernitenin gerçeklik anlayışının sonucu olarak ortaya çıkan yaşam tarzı, Kur’an’ın, tam da ‘hevanın ilah edinilmesi’ olarak tanımladığı şeye karşılık gelir. Post-modernitenin ‘insan’ı için aslolan ‘anı yaşa’ felsefesidir. Bu yüzden, bu anlayışta, herhangi bir ‘değer’ için kendini ya da kendinden herhangi bir parçayı feda etmek ‘anlamsızlaşır.’ “Savaşma, seviş” sloganının post-modern evrede yaygınlık kazanmasının temel nedeni de yine aynı anlayıştır. Modern insan, örneğin ‘ulus’ için kendini feda edebilir; çünkü ‘ulus’ modernitenin ürettiği bir ‘değer’dir. Fakat post-modern insan, ne ulus için ne Tanrı için ne de bir başka ‘değer’ uğruna bir fedakarlıkta bulunur. Onun ‘emirlerine uyacağı’ tek merci, arzuları, yani ‘hevası’dır. Bu bakımdan, post-modernite de, özü itibarıyla, İslam’la bağdaşmaz.
Kısacası, hakikat anlayışları, insan, tarih ve evrene bakışları, yaşam biçimleri açısından, hem modernite hem de post-modernite İslam’la özden çelişirler. Bu çelişki, belki de tarihin hiçbir döneminde bu denli büyük olmamıştır. Yunan filozofları dahi, örneğin ‘İlk Sebep’ ya da “Akl’ul-Evvel” kavramsallaştırmalarıyla, bir anlamda ‘varoluş’u Tanrı ile izah edebilmişlerdir ama modernite, hakikate ulaşmanın tek yolu olarak gördüğü ‘bilim’ anlayışı ile, inanç mevzularını daha baştan ‘konu dışı’ ilan etmiş; ‘bilim adamı’nı da ‘tarafsızlık’ kuralıyla, inzal olunan hakikat iddialarından soyutlamıştır. Dinin modern dönemde, bireyin ve toplumun hayatından giderek artan oranda silinmesinin asli nedeni, işte bu gerçeklik anlayışıdır. Tarih boyunca, hiçbir dönemde, ilhad, modern ve post-modern dönemde olduğu kadar yaygınlık kazanmamıştır. Dolayısıyla, Müslümanlar, düşüncenin okullaşması sürecinde, hala küresel ölçekte etkili olan bu iki anlayışın, öncelikle hakikat iddialarıyla hesaplaşmalı ve her ikisinde mağlup etmelidirler. Bu, kolay bir görev değildir; ilmin birçok dalında uzmanlık düzeyinde bilgi ister; tabii ki bundan önce de ‘yakin’ düzeyinde bir imana sahip olmayı gerektirir. Ancak, bu, aynı zamanda, ‘mümkin’ bir görevdir. İslam, bunu yapabileceğini, tarihinde Yunan felsefesine karşı verdiği mücadelede bilfiil göstermiştir. Bugün de, Düşüncenin Okullaşması sürecinde, moderniteyi ve post-moderniteyi mağlup edebilecek güce, ideolojik ve kavramsal araçlara sahiptir.
Düşüncenin Okullaşması, Pınar Yayınları, 2012