İsmail R. FARUKİ – 'TEVHİD' KİTABINDAN (s. 54-60, )2006, İNSAN YAYINLARI
Çevirenler: Dilaver YILDIRIM ve Latif BOYACI
Anahtar kelimeler: dogma, iman, yakin, akıl, zann, vahiy, tevhid
Bugünün dünyasında ve özellikle Batıda, şüphecilik çok vahim boyutlara ulaşmıştır. Bu, “eğitim görmüşler” arasında baskın fikirdir ve toplumlarındaki “aydınları” taklid eden okumamışlar arasında da oldukça sık görülür. Şüpheciliğin bu sıradışı yaygınlığı kısmen, deneysel düşüncenin dini düşünceye karşı süregelen zaferi olarak görülen bilimin başarısına bağlıdır. Bu ikincisi, Kilisenin öğrettiği fikirlere bağlı olarak tanımlanır. Deneycilere göre Kilise, hakimiyetini ya da gerçeği öğretme otoritesini çok uzun bir zaman önce kaybetmiştir. Bu, Kilisenin asla haketmediği bir otoriteydi, çünkü konumu kaçınılmaz olarak dogmatikti: yani, belirli önermeleri ilk olarak deneysel teste ve eleştirel sınamaya tabi tutmadan doğru varsayıyordu. Batı dünyası ve onu taklid edenler, hala bilimsel düşüncenin Hıristiyan Kilisesine karşı kazandığı kolay zaferin sarhoşluğundadır. Bu sarhoşluk haliyle bütün dini bilgilerin kaçınılmaz olarak dogmatik olduğu ve hakikata giden bütün yolların, kontrollü deneyde gösterildiği gibi mutlak doğrulanmasını sadece duyu verisi içerisinde bularak deneyselleşmesi gerektiği şeklinde iki yönlü yanlış genellemeye sıçrayıverdiler. Bu şekilde doğrulanmayan herşeyin şüpheli ve eğer bu yolla doğrulanmıyorsa kesinlikle yanlış olduğu sonucuna varmada çabuk davrandılar.
Şu halde dogma; onlara göre deneyle doğrulanmadığı bilinen, dolayısıyla değersiz olan görüşe taraftarlıktır. Hakikat meçhuldür ve bilinemez. Sonuç olarak inanç, bir insanın kendisi aracılığıyla zihne ket vurup şaşırtan birşeyi doğru (hakikat) olarak kabul etmeye karar verdiği bir davranış, bir karardır[1]. Paskal onu, kişinin gerçekliği kendisinden devamlı kaçan birşey hakkında girdiği “bahis” şeklinde tanımlar. Hıristiyanlar arasındaki dinsizler ise Hıristiyan inancını, kedinin olmadığı karanlık bir odada kör bir adamın kara bir kediye inanması olarak tanımlamışlardır. Ondokuzuncu yüzyılda, bilimin zaferlerinin ortaya çıkardığı bu sarhoşluğun en yüksek noktasında, Schleiermacher adlı bir Alman ilahiyatçı, Hiristiyan arkadaşlarına, “dinin inkarcılarına”[2] cevap olarak Hiristiyan inancını olgulara ya da eleştirel olarak gözlenebilir gerçekliğe değil de, subjektif deneye dayandırmalarını tavsiye etti. Romantizm devrimi Avrupa bilinci üzerindeki hakimiyetini görünürde tamamlamıştı. Romantizme göre Tanrı bile, gerçekliği hususunda inancın konusunu tecrübe etme hissine bağlı kalacaktı.
Bundan dolayı, müslüman iman’ına asla “inanç” ya da “itikad” demez. Genel anlamda kullanıldığında, bu kelimeler bugün gerçeksizlik, ihtimal ve şüphe iması taşımaktadır. Sadece belirli bir kişi ya da grup için kullanıldığında biraz geçerlilik taşır. O zaman bile sadece bu kişinin ya da grubun belli bir önermenin doğru olduğunu savunduğu anlamına gelir. Bu terimlerden hiçbirisi böylesi bir önermenin doğru olduğu anlamına gelmez. Bu, hiç şüphesiz iman teriminin içerdiği anlamın tam zıddıdır.
Emn (güvenlik) kökünden türeyen bu terim kapsadığı önermelerin gerçekten doğru ve doğruluklarının akılla teyid edildiği (yani anlaşıldığı ve kabul edildiği) manasına gelir. Arapça’da olduğu kadar İslami konuşma tarzında da, bir adam kâzib (yalancı) ya da münafık olabilir; yani yalan söyleyebilir ya da aldatabilir, ama iman, nesnesinin var olmadığı ya da içerdiği anlamdan başka surette olduğu anlamında yanlış olmaz. Bundan dolayı iman ve yakîn eşanlamlı terimlerdir. Yakîn’den önce kişi gerçeği inkar edebilir ya da soruşturabilir. Ama yakîn hasıl olduğu zaman hakikat, duyumsal kanıt kadar sabit ve ikna edicidir[3]. Böylece kat’i hale gelimiştir: şüphe duymayı sürdüren kişiye verilecek muhtemel bir cevap “Voila”dır; işte burada, kendi gözünüzle görünüz! Yakîn böylece hakikate ait, olabildiğince zorunlu kesinliktir. İman, şu halde ihtimal, tahmin ve belirsizlik şüphesinden mutlak şekilde bağımsız olarak “inanmaktır”. İman bir davranış, bir karar, doğruluğu bilinmeyen birşeyi kabul etme veya ona güvenme önergesi; yani doğruluğu bilinmeyen, talihini şu veya bu sepete bağlayacağı bir bahis değildir. İman; hakikat ya da bir nesnenin gerçekliği, yüzüne vurduğunda ve kendisini kesin bir biçimde ikna ettiğinde insanın kalbine gelen birşeydir. Başlangıç öncülleri verildiğinde, kişinin gerçekliğini ve kaçınılmazlığını kabul edeceği geometrik bir sonucun doğası gibidir: ya da Kur’an’ın ortaya koyduğu gibi, varlığından şüphelenilen bir nesnenin, görülmesi ve dokunulması için üretilmesi ve seyircilerin önüne konulmasdır.[4]
İslam’daki iman, Hiristiyanların inancından farklı olarak, insanın safiyetine değil de, aklına verilen hakikattir. İman’ın doğruları ya da önermeleri: gizli, düşünmeye set vurucu, bilinemez ve akla aykırı şeyler değil, tersine eleştirel ve akla uygun şeylerdir. Onlar şüpheye maruz bırakılmış, doğru olarak teyid ve tesis edilmiş deneyden kaynaklanmışlardır. Onların hesabına daha fazla delil göstererek onları müdafaa etmek gereksizdir. Kim onları doğru olarak tasdik ederse mantıklı, kim inkarda ya da şüphede ısrarlıysa mantıksızdır. Tanım gereği bu, Hıristiyan inancı hakkında söylenemez: ama İslam’daki iman hakkında söylenebilir ve gerekli bir tanımlamadır. Bundan dolayı, Allah İslam’ın hakikatını şu terimlerle tanımlamıştır: “(bu vahiyle) Hak geldi, batıl zail oldu. Muhakkak ki batıl, zail olmaya mahkumdur… İman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır.”[5] İslam’ın mantıklığı eleştirel noktalarda akla müracaatı içerir. İslam, ne karşı kanıttan korkar, ne de bazı “kötü” duygulara, bazı “iç” şüphe ve tereddütlere, olduklarından farklı görünen birtakım gerçekliklerden çekinme veya onlara arzu duyma gibi olaylara başvurarak gizlilik içinde hareket eder. İslam’ın iddası umumidir. Onun hitabı akladır; onu kavranamaz olanla istila etmek[6] ya da onu “her türlü kavrayışı aşanla”[7] teslimiyete zorlamaktan çok, hakikatla ikna etme yolunu araştırır.
Sonuç olarak denilmelidir ki iman, sadece ahlaki bir kategori değildir. Gerçekte, ilk önce bilme ve idrak ile; yani bilgiyle, önermelerinin doğruluğuyla ilgili bir kategoridir. Teklifinin içeriğinin yapısı mantığın ve bilginin, metafiziğin, ahlakın ve estetiğin ilkesi olduğu için insanın içinde her şeyi aydınlatan bir lamba gibi faaliyet gösterir. Gazali’nin de tanımladığı gibi iman bütün diğer verileri ve gerçekleri doğru bir şekilde anlaşılmalarına uygun ve bunun için gerekli bir çerçeveye yerleştiren bir görüştür.[8]İman evrenin akılcı bir şekilde yorumlanmasının temelini teşkil eder. Bizzat aklın temel ilkesi olduğundan gayr-ı akli ya da akıl-dısı ve kendi içinde çelişkili olamaz. Gerçekte o akliliğin ilk ilkesidir. Onu inkar etmek ya da ona karşı çıkmak makullükten ve böylece insanlıktan sapmaktır.
Bilginin ilkesi olarak tevhid, Allah’ın, gerçek (el-Hakk) ve Tek olduğundan bilinmesidir. Bu her türlü tartışma ve şüphenin O’na havale edildiğini: hiçbir iddianın, sınama ve kesin yargılamanın dışında olmadığını gösterir. Tevhid, hakikatin gerçekten bilinebilir olduğunu ve insanın ona ulaşmaya muktedir bulunduğunu tanımaktır. Bu hakikatı inkar eden şüphecilik tevhidin zıddıdır. Şüphecilik, hakikatı sonuna kadar araştırma hususundaki muvaffakiyetsizlikten ve hakikatı bilme imkanının zamanından önce terkedilmesinden doğar. Epistemolojik bir ilke olarak, insanın gerçekle gerçek olmayanın hiçbir zaman ayırt edilemediği sürekli bir rüya halinde yaşadığı önsel varsayımına dayanan ümitsizlik fikridir. Nihilizmden ya da değerlerin inkarından ayırd edilemez. Çünkü değerlerin kavranması ya da bilinmesi, insanların değerlerin hakikatına ulaşabileceği varsayımını gerektirir. Değer olduğu idda edilenin gerçekten değer olup olmadığı, belli bir durumda yaşandığı ya da ihlal mi edildiği ve bu durumun gerçekten olduğu gibi mi tanımlandığı şeklindeki sorular, yoklukları durumunda değerle ilgili hiçbir iddianın ileri sürülmeyeceği türden sorulardır. Bunlara açıklıkla cevap vermek: yani gerçekliklerini ve değer-kuramcıların bilgilerini bilmek mümkün olmadıkça, bir değerin değerliliği ve belli bir durumda yaşadığı, belli bir hayatı olduğu, herhangi bir diğer veri kadar şüpheye maruz kalabilir. Bu nedenle kişi, şüpheciliğin aksine, bu meselelerle ilgili gerçeğe ulaşılabileceği varsayımıyla işe başlamadıkça nihilizm kaçınılmaz hale gelir.
Allah’ın uluhiyetini ve birliğini tasdik etmek hakikatı ve bu hakikatın tekliğini tasdik etmektir. İlahi birlik ve hakikatin tek oluşu birbirinden ayrılmaz. Tek ve aynı gerçekliğin görünüşleridir onlar. Bu, hakikatın, tevhidin içerdiği önermenin bir niteliği olduğunu dikkate aldığımızda daha açık görünür. Zira hakikat tek olmazsa, “Allah tektir” ifadesi doğru olabilir, ama “diğer başka bir şey ya da güç de Allah’tır” ifadesi de ayrıca doğru olabilirdi. Hakikatin tek olduğunu söylemek sadece Allah’ın Tek olduğunu değil, Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığını da ifade etmektir. Bu da şehadetin ifade ettiği red ve tasdikin bir birleşimidir.
Metodolojik ilke olarak, tevhid, üç ilkeden müteşekkildir: Birincisi, gerçeklikle uyum göstermeyen herşeyin reddi: ikincisi, nihai anlamdaki çelişmelerin reddi: üçüncüsü, yeni ve/veya karşı kanıta açık olma. Birinci ilke dindeki herşeyi sorgulamaya ve eleştiriye açık tuttuğu için, yalanı ve aldatmayı İslam’dan hariç tutar. Gerçeklikten ayrılık ya da İslam’da bir kanun, kişisel ve sosyal ahlakın bir ilkesi ya da dünya hakkında bir ifade de olsa, herhangi bir maddenin ihlaline yeterlidir. Bu ilke Müslümanı zanna, yani bilgiyle denenmemiş, teyid edilmemiş bir iddiaya karşı korur. Teyid edilmemiş iddia, Kur’an’a göre, bir zann olayı, ya da aldatıcı bilgidir ve konusu önemsiz bile olsa Allah tarafından yasaklanmıştır.[9] Müslüman, kendi aleyhine bile olsa, hakikatten başka hiçbir şey ileri sürmeyen ve hakikatten başka birşeyi söylemeyen kimse olarak tanımlanabilir. Hakikatı yalanla örtmek ya da karıştırmak ve hakikate kendi çıkarından ya da kabilesinin menfaatlerinden daha az değer vermek İslam dininde kötü karşılandığı kadar nefretle de anılmıştır.
İkinci ilke; yani, nihai anlamda hiç çelişkinin olmaması, onu bir yandan basit bir tezada, öte yandan paradoksa karşı korur. Bu ilke akılcılığın özüdür. O olmadan şüphecilikten kaçış olmaz; çünkü nihai anlamdaki çelişki, her iki çelişkiden hangisinin doğru olduğunun kesinlikle bilinmeyeceği anlamına gelir. İnsanın gerek düşünürken, gerek konuşurken çelişkilerden kaçamayacağı kesindir. Sorun çelişkiden kaçmanın mümkün olup olmadığıdır. Bu ise, çelişkileri çelişkilerin çözümlenebilmesi ve farklılıkların giderilmesi açısından aşan bir ilke ya da olgudur.
Aynı şey vahiy ve akıl arasında bir çelişki gerçekleştiğinde de geçerlidir. İslam sadece bu tür bir çelişkinin mantıken mümkün olduğunu reddetmekle kalmaz: zihinde böyle bir çelişki oluştuğunda halledilmesi için sözkonusu ikinci ilkede talimat verir. Ne akıl ne de vahiy birbirine efendilik yapamaz. Eğer vahiy öncelikli olsaydı, bir vahyi diğerinden, ya da iki vahiy iddasını birbirinden ayırd edebilecek hiçbir ilke olmazdı. Hatta basit çelişkiler, ihtilaflar ya da vahyedildiği iddia edilen herhangi iki ifade veya fikrin ayrıntıları arasında görünen aykırılıklar çözülemezdi. Bu nedenle hiçbir vahiy kendini kendisiyle uyumlu kılacak ya da kendi evini düzene koyacak araçlardan mahrum bırakmak istemez kendini. Öte yandan vahiy akla, yani rasyonel sınama ve idrak bulgularıyla çelişkiye düşebilir. Bu gibi durumlarda İslam çelişkinin çözülemez olmadığını beyan eder. Daha sonra araştırmacıya ya vahyi anlayışını, ya rasyonel bulgularını, ya da her ikisini tekrar gözden geçirmesini tavsiye eder. Hakikatin tebliği olarak tevhid, mutlak çelişkiyi reddettikten sonra bizden, bir defa daha bakma niyetiyle çelişkili tezlere geri dönmemizi ister. Gözden kaçan ve dikkate alındığında çelişik bağlantıyı kuracak bir yönü olması gerektiğini varsayar. Aynı şekilde, tevhid bizden vayhin okuyucusunu -vahyin kendisini değil- tekrar ele alındığında çelişkiyi giderecek açık ve net olmayan bir mananın gözden kaçmaması için vahyi tekrar okumaya çağırmamızı ister. Akla ve anlayışa bu tarz bir müracaat vahyin kendisini değil -zira vahiy her türlü insani tedbirin üzerindedir- bizim onu yorumlamamızı telif etme etkisine sahip olacaktır. Bu, bizim vahyi anlayışımızı aklın ortaya çıkardığı şehadetle mutabık kılmaya vesile olur. Öte yandan, çelişkili ya da paradoksal olanın nihai olarak geçerli olduğunun kabulü, ancak aklı karışmışlara (şaşkınlara) nasip olan bir görüştür. Müslüman hakikatin iki kaynağının, yani vahiy ve aklın birliğinde ısrar ettiğinde, bir akılcıdır
Hakikatin birliği olarak tevhidin üçüncü ilkesi: yani, yeni ve/veya karşı ispata açıklık, Müslümanı harfi harfine tekrarcılığa (literalism), taassuba ve durgunluğu meydana getirici muhafazakarlığa karşı korur. Bu ilke onu entellektüel tevazuya sevkeder. Tasdik ve inkar ettiklerine “Allahu a’lem” (Allah daha iyi bilir) ifadesini eklemesini emreder. Çünkü o, hakikatın kendisinin herhangi bir zamanda bilebileceğinden daha büyük olduğuna inanmıştır.[10]
Allah’ın mutlak birliğinin tasdiki olarak tevhid, hakikatın kaynaklarının birliğinin de tasdikidir. Allah insanın bilgisini aldığı tabiatın Yaratıcısıdır.[11] Bilginin nesnesi Allah’ın eseri olan tabiattaki delillerdir.[12] Hiç şüphesiz Allah onları bilir: zira onların Yaratıcısıdır: aynı şekilde vahyin de kaynağıdır. İnsana bilgiyi (ilmi) veren O’dur: ilmi de mutlaktır ve evrenseldir.[13] Allah aldatıcı değildir, amacı yanlış yola sevketmek ve yanlış yönlendirmek olan bir bedhah müessir de değildir. Allah, insanların bilgilerini, isteklerini ve kararlarını değiştirdiğinde yaptığı gibi hükmünü değiştirmez. Allah Zülkemal ve Alim’dir. Asla hata yapmaz. Aksi takdirde, İslam’ın yüce Allah’ı olmazdı.
Tevhid Allah’tan başka ilah olmadığının tasdikidir. Bu, daha önce gördüğümüz gibi, Allah’ın her hayrın, her hakiki değerin nihai kaynağı olduğu anlamına gelir. Bunu beyan etmek Allah’ı mutlak iyi, yani, her iyi şeye iyiliğini verdiği için en yüksek iyi olarak kabul etmektir. Allah iyiye iyiliğini, değere değerliğini verir. İyiliğin kaynağının iyiliğinden şüpheye yer yoktur. Kişi her zaman Allah neyi takdir etmişse, iyi bir gayeyle takdir ettiğini varsaymalıdır. Bunun tersini kabul etmek tevhidi inkar etmektir. Kur’an Müslümanların Allah’a karşı kötü zanda bulunmalarını kesinlikle yasaklamış[14] ve şüpheli kelimelerle bile olsa böyle davrananları kınamıştır. Allah bizi, bize işkence etmek ya da bizi yanlış yola sevketmek için yaratmamıştır. Bilgi, içgüdü, arzu melekelerini de bizi sapıklığa sürüklemek için vermememiştir. Duyularımız açıkça bozulmadıkça ya da hastalanmadıkça onlarla neyi kabul edersek doğru; aksi ispat edilene kadar sağduyumuza tutarlı gelen şey doğrudur. Aynı şekilde, Allah’ın açıkça yasakladıkları dışında içgüdülerimizin ve arzularımızın istediği şeyler temelde iyidir. Tevhid iyimserliği epistemolojik ve ahlaki düzeyde emreder. Bu aynı zamanda hoşgörü dediğimiz şeydir.
Epistemolojik bir ilke olarak iyimserlik, yanlışlığı ortaya konulana kadar mevcut durumun kabulüdür; ahlaki bir ilke olarak ise, aksi kanıtlanıncaya kadar istenilir olanın kabulünü içerir.[15] Öncekine sa’ah, sonrakine yüsr (kolaylık) adı verilir. Her ikisi de Müslümanı dünyaya kapalılıktan, körletici muhafazakârlıktan korur. Her ikisi de onu hayata, yeni tercübeye “evet” demeye ve onaylamaya sevkeder. Her ikisi de onu yeni verilere inceleyici mantığıyla, yapıcı çabasıyla eğilmesi ve böylece tecrübesini ve hayatını zenginleştirmesi, kültürünü ve medeniyetini olabildiğince ileriye götürmesi için cesaretlendirir.
Tevhidin özündeki metodolojik bir ilke olarak hoşgörü, Allah’ın hiçbir ümmeti, kendi aralarından seçtiği ve kendilerine Allah’tan başka bir ilah olmadığını, O’na karşı itaat ve ibadetle yükümlü olduklarını[16] öğretecek ve kendilerini sapıklığa ve sebeplerine karşı uyaracak[17] bir peygambersiz bırakmadığı inancıdır. Bu bakımdan hoşgörü, bütün insanlara hak dini bilmelerini, Allah’ın iradesini ve emirlerini öğrenmelerini sağlayan bir sağduyu bahşedildiğinin kat’i surette ortaya konuşudur. Dinlerin çeşitliliğinin bütün etkileyici faktörleriyle, zaman ve mekanının farklı şartlarıyla, önyargılarıyla, ihtiraslarıyla ve kazanılmış haklarıyla tarihe bağlı olduğu inancıdır. Dini çeşitliliğin arkasında bütün insanları bu yada şu dinin taraftarı yapan kültürsüzleşmeden önce kendisiyle doğdukları, Allah’ın aslî dini olan Hanif dini vardır.[18] Tarihin incelenmesi; hoşgörünün, Allah’ın her dönemde ve her yere tebliğ için peygamberlerini gönderdiğini keşfetmesi ve ikinci olarak da bu asli dini vurgulaması ve insanları daha sağlam delillerle ve güzel bir şekilde ona çağırması maksadıyla Müslümandan istediği şeydir.[19]
Dinde -insan ilişkilerinde bundan daha önemli ve öncelikli başka birşey bulmak zordur- hoşgörü, dinler arasındaki çatışmayı ve karşılıklı suçlamaları, dinlerin doğuşunun bilimsel bir şekilde araştırılmasına; dinlerin gelişmesini de tarihî ilaveleri vahyin aslından ayırd etmeye dönüştürür. Bir sonraki önemli olan ahlakta, yüsr, insan hayatının başına gelen tüm trajedilere ve musibetlere rağmen, Müslümanı hayattan feragat eğiliminden kurtarır ve ona sağlığı, dengeyi ve bir oran kavramını sürdürmesi için gerekli asgarî iyimserlik ölçüsünü verir. Allah bize “zorlukla beraber kolaylığı (yüsr)”[20] sağlamıştır. Ve bize belli bir yargıya ulaşmadan önce her iddiayı tetkik ve tahlil etmemizi[21] emrettiğinden, usüliyyun (fıkıh alimleri) açık bir ilahî emre muhalif olmayan istenilen herhangi birşeyi iyi veya kötü olarak nitelendirmeden önce sorgulamaya müracaat etmişlerdir.
↩ [1] St. Paul, İ. Korintiler, 1: 22-23
↩ [2] Friedrich D.Schleiermacher (ö. 1834). Religion-speeches to İts Cultural Despsers, çeviren John Oman, New York: Harper and Brothers, Publisers, 1958, s.94’den itibaren.
↩ [3] Bkz. Kur’an, 102:5-7
↩ [4] İslami imanın zıddı: itikadı, kişinin tanım itibariyle bilinmeyen bir sonuca oynadığı bahis olarak idda eden Pascal’ın itikadında en kuvvetli idi. Pascal’ın düşüncesinde insan asla Tanrı’nın varlığına, O’nun emirlerine ve nihai yargıya ispat edilir şekilde ikna olmazken, İslam tehdidi böylesi gösterime vermeyi üstüne almıştır. Tartışmanın şekli böylesi akılcı iknayı meydana getirmek için Müslümanlar tarafından kullanılmıştır. Yaratılış ve değişimdeki düzenlemede, amaçta ve ahlaki şuurda münakaşa konuları en iyi ifade şekillerini Kur’an’dan almıştır.
↩ [5] Bkz. Kur’an, 17:81, 2:256
↩ [6] İslam’ın bu akılcı, açık ve kati ispatlar üzerindeki israrını, bilgiye ve akla teşvikini ve ödüllendirimesini, bilimi ve tüm yaradılışta, doğada, gökte, insan ruhunda Allah’ın ayetlerini keşfe teşvikini St. Paul’un İ Corinthians 1, kitabındaki Hıristiyanlık itikadıyla mukayese ediniz.
↩ [7] İ. Corinthians 1: 1-20
↩ [8] Ebu Hamid el-Gazali, El-Munkiz mine’d Dalal (şam: University Press, 1376/1956), s. 62-63. Burada Gazali imanın akıl delilini inkar etmediğini, karşı çıkmadığını ya da zıddına gelmediğini, ama tasdik ettiğini ifade eder. “Ben şüphem için bir çare aradım, ama bu mantıki delil olmadan imkansızdı. Maamafih temel bilimlere (metafizik) dayanmadan hiçbir delil ayakta duramazdı. Ve bu bilimlerin temelleri emin olmadığından, onların sonuçları ve onlar üzerine bina edilen herhangi bir şey de aynı derecede emin değildi… Ama daha sonra (yani imanın altında ya da onunla).., (bilimin ve metafiziğin) bütün bu akli temelleri emin, akıl yoluyla mantıklı, kabul edilebilir, bilgi temelleri tarafından tamamen desteklenir hale geldi.” (s. 62)
↩ [9] Bkz. Kur’an, 49:12
↩ [10] Bkz. Kur’an, 6:80, 65:112, 6:117
↩ [11] Bu, Kur’an’ın dünyayı veya olguları ya da tabiatı Allah’ın ayetleriyle dolu olarak tanımlaması anlamındadır. Bütün bu örneklerde, Kur’an mahlukat ile varlığı ve sürekli aktivitesi tabiattaki olgularla ima edilen Yaratıcısı arasında, görecek nazara sahip olanlar için aşikar olan bir neticeye başvurur.
↩ [12] Bkz. Kur’an, 51:20, 10:5-6
↩ [13] Bkz. Kur’an, 4:32, 6:80, 96: 4-5, 2:31, 2:151
↩ [14] Bkz. Kur’an, 48:6
↩ [15] Bu ilkeden ilham alarak, İslam fıkıhçıları kanunun temeli olarak ‘Genel olarak Allah tarafından yasaklanların dışında bütün şeyler mübahtır’ görüşünü ortaya atmışlardır.
↩ [16] Bkz. Kur’an, 51:56
↩ [17] Bkz. Kur’an, 15:36
↩ [18] Bkz. Kur’an, 30:30
↩ [19] Bkz. Kur’an, 16:125
↩ [20] Bkz. Kur’an, 2:185
↩ [21] Bkz. Kur’an, 49:6