Alıntılar

EGZİSTANSİYALİZM’DE AHLAKÎ ÖLÇÜT VE ÖRNEĞİN YOKLUĞU

Ali Şeriati – ‘İnsan’ kitabından (s. 300-310)

2013, Fecr yayınları

Çeviren: Yrd. Doç. Dr. Şamil Öçal

Anahtar kelimeler: egzistansiyalizm, insan, ahlak,

Şimdi egzistansiyalizmin en önemli ve can alıcı konusuna geldik. İnsan “hiç” değildir,  o kendisini oluşturan bir varlıktır. Yani, ilk safhada “seçme”si, ikinci safhada da yaptığı “iş” vardır. “Seçmek”ten ne anlıyoruz? Biz kendi kendimizi yaratmak zorundayız; kabul, peki burada kıstasımız ne olacak? Egzistansiyalizme göre insanın özü, önceden bir Tanrı tarafından belirlenmemiştir. Elinde ahlakî bir ekol ve din bulunmayan bizler insan olarak, “insan”ı neye ve hangi ölçüte göre yaratacağız?!

Egzistansiyalizmin en zayıf noktalardan biri burada yüzünü gösterdi. Şimdiye kadar mantıklı, sağlam, doğru ve dikkatle düşünülmüş bir yol tutturan Sartre’ın bundan sonra artık zorunlu inişe geçtiğini gözlemliyoruz. Yani Sartre gibi büyük bir dehanın zorunlu olarak bu düşüşü yaşaması gerekiyor. Nedenine gelecine; daha önce kendi egzistansiyalizmini bütün yüce ve mutlak ölçülerden soyutlamış, çırılçıplak bırakmıştı.

Şu ana kadar “iyi”nin ve “kötü”nün ne olduğunu, yüce insanın kim olduğunu, neden canlı olduğumuzu, tekamül yolunun hangisi olduğunu, ne yapmamız gerektiğini, onları esas alarak belirlediğimiz birkaç “numune”ye ve “ölçüt”e sahip olduğumuzu anladık. Saydığımız eylemlerin değişik esaslara ve belirli ölçütlere göre yapıldığını kabul ediyorduk.

Bu ölçütlerden birisi, insanlara tarih boyunca zaman ve kültürlerin değişikliğine göre sunulmuş olan Tanrı ve dinî kurallar idi. Bu kurallar bize; insanın sürekli topraktan Tanrı’ya, maddi alçaklıktan manevi yüceliğe, düşüklük ve gelişmemişlikten manevi gelişmişlik ve olgunluğun zirvesine uzanan yolda hayvani içgüdüsel duyumlarının yerine aşk dolu bir tapınmaya tercih eden varlık olduğunu hatırlatmaktadırlar. Yollar ve ahlaki kurallar belirlidir. İyinin ve kötünün ölçüsü “Allah” idi. Bu dünyada hesap ve kitabın olduğu, büyük bir hakiminin bulunduğu biliniyordu. Benim eylemlerim belirli ve sabit yasalara göre her dönemde kontrol edilmektedir. Ben Allah’a karşı iyi işlerimden ve yanlışlarımdan sorumluyum.

İkinci örneği natüralistler ortaya koymuştur. Natüralistler, Tanrı’nın varlığını kabul etmemekle birlikte Tanrı’yı kabul etmeksizin manevî bir ahlaka sahip olabileceklerini söylemektedirler. 1900 yılında (bu sayı oldukça tarihsel bir semboldür) bu işin başını çeken Fransa’da, okullardaki dini esas alan ahlak derslerinin değiştirilmesi, programından “Tanrı” unsurunun çıkarılması ve Tanrı’dan hiç söz edilmemesi gerektiğini açıkladılar. Peki fedakarlığı, “iyi” olmayı ve ahlakî kuralları nasıl muhafaza edeceklerdi? Buna da çözümleri hazırdı: “Ahlaki kuralları Descartes’ten, Voltaire’den, Diderot’tan vs. alırız. Onlar iyiliksever ve şefkatli olabileceğimizi, diğerleriyle uyum sağlayabileceğimizi, kendi çıkarlarımızı toplumun çıkarları uğruna feda edebileceğimizi, hiç kimseyi incitmeyebileceğimizi, kadınlarımızı dövmeyebileceğimizi vs. söylemişlerdi. Bu genel bir bildiri niteliğindeydi. Tanrı’ya inanmamıza, amellerimizle kendisine karşı sorumlu olduğumuz bir hakimin varlığına inanmamıza gerek olmadan da bu işleri yapabiliriz. Çünkü Tanrı yoktur. Onun yerine geçecek, bize yol gösterecek insanın vicdanı (bilinci) vardır.”

İnsan vicdanı ne demektir? İnsan vicdanı, bütün insan fertlerinde ortak olan bir güçten ibarettir. Tarih boyunca coğrafi farklılıklar da ortaktır. Ortak niteliklere ve ortak özelliklere sahiptir. Bu nitelikler bedevi insanda, uygar insanda, kızıl, siyah ve beyaz derilide, Doğuluda ve Batılıda ortaktır. Bu, insanın doğal ve genel vicdanıdır. Hangi renkten, hangi tipten olursa olsun herkes bu mayaya sahiptir. O bana neyin iyi ve neyin kötü olduğunu söyleyebilme gücüne sahiptir. İyi ya da kötü bir iş yaptığımızda o vardır. Paylaşma, rıza gösterme ve ferahlama buna yardım eder. Şu halde Tanrı’yı kaldırarak onun yerine ahlaki öçüyü ve insanın genel vicdanı olan ve bütün insanlarda ortak olan manevi ahlakın uygulanmasını yerleştiririz.

Ancak Sartre genel beşeri vicdanı ya da tüm insanların ortaklaşa sahip oldukları bir “öz”ün varlığını kabul etmiyor, insan ve onun varlığı yoktur, insan bizim gelecekte yaratmamız gereken ve yaratmakta olduğumuz niteliklerden ibarettir. Yani “insan” geçmişte olmadığı gibi şu anda da yoktur. Biz şu an insan olma halini yaşıyoruz. Daha güzel bir ifade ile bir insan oluşturma, kendi insan mekanizmamızı oluşturma halindeyiz. Her insanda ortaklaşa var olduğunu söylenen vicdan ve nitelikler böylece yoksanmış olmaktadır. Ona göre bunlar kuruntudan başka bir şey değildir. Yalnızca “varoluş” hepsinde ortaklaşa var olan şeydir.

Nitelikler, kendimizin oluşturmak zorunda olduğu ve tarih boyunca oluşturulan renklerden ve olgulardan ibarettir. Peki özgür ve sorumlu olan, pratiği ile herkese örneklik etmesi gereken insan bu pratiğini hangi ölçüye dayanarak seçecek?

Sartre bu noktada oldukça duyarlı bir örnek veriyor, diyor ki: “Öğrencilerimden biri gelerek dedi ki; Ben çok büyük ahlaki problemlerlerin içine düştüm. Annemin benden başka kimsesi yok. Bir yandan da İngiltere’ye giderek dostlarla işbirliği yapıp onların çıkarına olan şeylerde fedakarlık yapmak istiyorum. Şimdi “hasta olan annemi mi yoksa ortak düşüncelere sahip olduğumuz dostlarımı mı tercih etsem iyi olur?” diye düşünüp duruyorum. Acaba annemin yanında mı kalsam yoksa İngiltere’ye mi gitsem?”

Buna göre eğer o annesini tercih ederse ve İngiltere’ye gitmezse bu davranışı, görünüşte ahlakîdir. Çünkü annesini sadece tercih etmek için tercih etmiş oldu! Ortada başka bir hedef gözükmemektedir. Ancak, o aynı zamanda mücadele ettiklerine inandığı, hemfikir olduğu arkadaşlarının yanına gitmedi çünkü orada bir vesile sözkonusu olması ihtimali vardı. “Siz çalışınız, hedefe ulaşınız, bende size katılacağım.” Görüldüğü gibi burada ahlakî olmayan bir sonuç vardır. Fakat o davranışın kendisi ahlakî olduğu için oraya giderse, annesini feda etmiş ve hedefine ulaşmada vesile kılmış olur. Bu durumda onun bu tutumu da ahlaki olmayan bir davranıştır. Öyleyse öğrencisine hangi tutumunun en iyi olduğunu söylececek bir ekol var mıdır?

Sartre diyor ki: Ona egzistansiyalizmin konuya yaklaşımını söyledim. Sen özgür olduğun için istediğini seç, yani yarat, gönlüne başvur!” 

Yani akhakî tutumunun hangisi olduğu sorusuna Sartre da sağlıklı cevap veremiyor? Anne mi seçilecek yoksa hemfikir olduğu dostlar mı? Halk mı önemli yoksa annenin duygusu mu? O kadar mantıklı ve bilimci adamlar ki bir yerde duraklayarak “gönlüne başvur, sana ilham edilen şey neyse onu seç!” yani, eğer daha çok anneni seviyorsan onları feda edersin ya da tersi. Her iki halde de ahlakî bir tutum içinde sayılırsın. Hangisi ahlakî? “Yaptığın, seçtiğin şey!” Hangi ölçüye göre? ‘Senin seçimine esas olan ölçü’ye göre. Peki bunun en iyi tutum olduğunu hangi ölçüye göre belirleyebileceğiz? Ahlakta ölçü yoktur. Ölçüyü davranıştan sonra oluşturuyoruz. Eğer anneni seçtiysen ahlakî bir ölçü meydana getirmişsin demektir. Anneni artık her ahlakî mesaja tercih etmen gerekir. Şayet ortak düşünceleri paylaştığın arkadaşlarını seçtiysen başka bir ölçüt yaratmışsın demektir!

Sartre diyor ki: “sonra ertesi gün ona ne yaptığını sordum. Dedi ki annemin ben olmaksızın hayatını idame ettirebilmesi mümkün değil, onun için annemi seçtim. Ona, sen ahlakî bir davranış sergilemişsin” dedim.

Burası egzistansiyalizmin en karmaşık noktalardan biridir. Çünkü şu an zihnimizde bulunan düşünceyle çelişmektedir. Problemi anlamanın zorluğu neden ileri geliyor? Bir işi yapmak istediğimiz zaman önce kendi seçtiğimiz kutsal bir ‘temel’e dayanarak bu işin iyiliğini ve kötülüğünü tartarız. Sonra “neden bu işi yaptınız” diye sorduklarında “bu temel daha iyi de onun için, bu iş diğerinden daha iyi olduğu için” şeklinde cevap veririz. Eğer ben soyumu ve akranlarımı yoldaşlar uğruna feda etmişsem buna neden olarak, soy sop düşkünlüğünün kötü bir iş olduğunu, insanları tümüyle sevmek gerektiğini gösteriyorum. Ne yazık ki egzistansiyalizmde ne Tanrı’nın seçmiş olduğu zihinsel ve soyut ölçü ne de vicdan vardır. Ne Tanrı ne de vicdan!

İyi ve kötüyü ilham eden, ahlakî kuralları bize bahşeden bir vicdan ya da temeller koyan bir Tanrı olmadığında herkesin yaptığı iş, iyi niyetle yapılmak koşuluyla, “ahlakî”dir.

Sartre’a sormamız gereken başka bir konu gündeme geliyor. Annesinin yanında kalmayı ya da dostlarının yanına gitmeyi seçme konusunda kararsız kalan gencin bu iki yoldan birisini seçmesi gerekiyor, seçtiği her yol da Sartre’a göre ahlakî sayılıyordu. Peki üçüncü yolu seçip ne annesine ne de dostlarına gitmeyi değil de geziye, eğlenceye gitmeyi tercih etmiş olsaydı, öğrencimizin seçtiği bu üçüncü yolu kötülemek için elimizde ölçü olacak mıydı? Öyle bir ölçüye sahip değiliz!

Dostoyevski’nin ifadesiyle “Tanrı”yı doğadan çıkarırsak her şey mübah olur!” Andre Gide’nin de dediği gibi “Evrende insanın eylemlerinin ya da insanın manevî yüceliklerinin ölçüleceği mutlak değerler bulunmuş olsaydı varlık diye bir şey olmazdı. Her şey boş ve abes olurdu.”

Bizim bireysel eylemlerimizin dışında mutlak bir ölçüt yoksa iyi ve kötü davranış, sadakat ve hıyanet, hayır ve şer, güzellik ve çirkinlik arasındaki ayrılık ortadan kalacak demektir. Kişinin seçtiği eylem türü “seçkin” olup eleştirisi olanaksızdır. Çünkü bir eylem eleştirilebilir olduğunda bizim dayanacağımız ve eylemleri ona göre açıklayabileceğimiz temeller, ahlakî ve manevi değerler bütünü var demektir. Bunlara göre eylemleri değerlendirip uygun olmayanı reddederiz, uygun olanı da kabul ederiz.

Evrende var olan hiçbir şey yoksa, evrendeki bütün nitelikleri ve insana ait şeyleri hepimizin inandığı soyut bir manevi esasa göre değerlendirmezsek, tüm insanlar, yüce insanın, iyi ve kötü insanın kim olduğunu, en yüce beşeri niteliğin ne olduğunu bilmiyorlarsa, herkesin yaptığı iyi veya kötü eylemin ahlakî ölçüye uygun olduğunu söylüyorsak (çünkü bizim inandığımız anlamda mutlak bir iyi ve kötü olmadığı için bir eylemin “iyi” ya da “kötü” olduğunu söylememiz imkansızdır.) Sartre’a ve onun büyük bir dahi olduğuna inanan dünya gençlerine şu soruları sorma hakkımız olsa gerektir: insanlar arasında halk için, inancı ve davası için, bilim için, beşeri bilgi için annesini, çocukluk duygusunu, akrabasını, aşkını, parayı ve serveti hiçe sayan ya da canını tehlikeye atan kimse ile şahsi zevki için Roma’yı yakan Neron, menfaati için bir grup insanı topyekün öldüren bir gangster arasında ne fark vardır? Ben bunlardan hangisini suçlayacağım? Hangisini yücelterek ona övgüler dizeceğim? Bu mümkün mü? İki kişi düşünün ki biri insanları cehalet ve fesat ateşinden kurtarmak için kendisini yok ederken, ikincisi kendi çıkarı için başkalarını yakıyor. Elimde bunların birini mahkum etmemde, diğerini ise ödüllendirebilmemde işime yarayacak bir kriter var mı?

Sartre’ın cevabı: “İyi davranışın kriteri, insanın onun iyi olduğunu bilmesi ve davranışının genel geçer olmasını arzulamasıdır!”

Orta çağ’da Araplar kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı.. Ve gönülleri istiyordu ki bu davranışları herkes tarafından benimsensin! Yani Araplar bu tavırlarının yanı sıra kız çocuklarını diri diri gömmeyen kimseleri kınıyor, şerefsiz ve hamiyetsiz olarak nitelendiriyorlardı. Şimdi buna göre kızlarını diri diri gömen bir toplumda yaşayan insan kendi kızını toprağa gömmeye karar verdiği gibi gönlünün bu davranışının genel geçer bir âdet haline gelmesini, herkesin onun gibi davranmasını istemesinin egzistansiyalizme göre ahlakî bir dayanağı vardır.

Tersini düşünelim: Yine aynı toplumda bu tip bir davranışı tasvip etmeyen ve bu cinayeti işlemeyen birini düşünelim. Bu toplumda herkesin bu davranıştan vazgeçtiğini düşünelim. Diyelim ki bu toplumda kız çocuğunu gizlice diri diri gömen bir kişi bulunsun. Bu adam o durumda “keşke başkaları da beni örnek alsa” diye ah vah ediyor! Yani bu cinayeti işleyen kişinin başkalarının bu umumi geleneği terketmesine gönlü razı olmuyor! Dikkat edin burada herkesin kızını diri diri toprağa gömdüğü bir toplumda onlara uymayarak kızını yanında tutan ve başkalarının da aynı şeyi yapmasını isteyen kişi ile, herkesin bu cinayeti işlemekten vazgeçtiği bir toplumda kızını diri diri toprağa gömen ve bu davranışın umumileşmesini isteyen kişi arasında egzistansiyalizme göre hiçbir fark yoktur. Çünkü her ikisi de böyle bir tavır sergiledikleri esnada yaptıkları işlerin genel geçer olmasını istedikleri için ahlakî bir iş yapmışlardır!

Sartre ekolünün en “kırılgan” noktası ve boyutu burasıdır. Birçok yönden gelişmiş ve üzerinde düşünülmeye değer noktaları bulunan Sartre ekolünden derinlemesine etkilenen gençlerin etkilenme nedenini de burada aramak gerekir. Manevî bağları için yaslayacakları hiçbir dayanak bulamayan, önceden yaratılmış hiçbir “örnek”e sahip olmayan bu gencler neticede, Sartre’ın bizzat ifade ettiği gibi, sersemliğin, başıboşluğun ve bunalımın içine düşmektedirler.

Sartre 1937 yılından bu yana dört beş kez kahvelere, restoranlara, üniversitelere gidip çeşitli insanlarla temas kurarak onlara meramını anlatmaktadır. Benim “bunalımla kastettiğim, ahlakla kastettiğim söylenildiği gibi değildir! Ancak görünen köyün de (pratiğinde görüldüğü gibi) kılavuza ihtiyacı yoktur. Yani biz sürekli olarak onlara ulaşma arzusu içinde olduğumuz ahlakî yüce ölçülere, “büyük insan” “yüce ve şeref veren ahlak” gibi düşüncelere sahip değilsek neden Sartre’ın dem vurduğu o zor sorumluluğu benimseyelim ki?

İnsanlık, tarih boyunca Allah’a inanmış, cehennemden korkmuş, cenneti arzulamış, kendisini Allah’a karşı sorumlu saymıştır. Ne var ki ahlakı ve ahlakî öğretilerini “cennet, cehennem, Tanrı, insanın böylesi büyük bir güç karşısındaki sorumluluğu” gibi esaslar üzerine kuran Peygamberler genelde insanlığın ahlakını temizleme hususunda ve toplumdaki sapmalara karşı verdikleri mücadelelerinde başarısız kalmışlardır.

Sartre’a soruyorlar: “Sen insanın bütün sorumluluklarını kabul ediyor ve insanın kendisine karşı sorumlu olduğunu söylüyorsun; onun kime karşı ve hangi ölçütlere göre sorumlu olduğunu söyler misin?”

Sartre’ın söyleyecek fazla bir şeyi kalmamıştır: “İnsan kendisine karşı sorumludur: herhangi bir ölçüt de yoktur!”

Sartre devam ediyor: “İnsanın önünde duran bütün alametler ve bütün işaretler ortadan kaybolmuştur. Yani seçtiği her yönün onun için bir ‘yol’ (görüş) olduğu bir çölde yaşamaktadır.”

“Falanca işi yapman gerekir, şöyle hissetmen gerekir, sağduyulu olmalısın! Hiçbir probleme ve kıyaslamaya inanmamalısın! Dünya anlamsız, yaşam hedefsizdir: yaşama hedef verecek ve dünyaya anlam kazandıracak olan da insanın kendisidir.” Bunlar Sarte’ın, ahlakî öğretisindeki sorumluluk anlayışının neliğini anlatan görüşleridir!

İnsanın eylemlerinin karşılığının garantilenmediği ve karşısında sorumluluk duyulacak bir gücün bulunmadığı, neyin nasıl yapılacağına dair bir numunenin bulunmadığı ve sadece Sartre’ın tavsiyelerini temel alan bu ekole göre, insanlığı ve günümüzün çılgın kuşağını bir yere götürmek mümkün müdür? Manzara gördüğümüz gibi.

Bu konuda aynı zamanda genel yargım olan son sözlerim şunlardır: egzistensiyalizm, insanı tarihsel determinizmin kuklası olarak gören diyalektik materyalizm ile karşılaştırıldığında, insanı doğal bir nesne olarak kabul eden natüralizmle karşılaştırıldığında, insanı kendi müdahalesi bulunmayan kanunların elindeki bir oyuncak olarak tanıtan belirlenimcilik (cebr) ile karşılaştırıldığında, ekonomik problemlerin çözülmesiyle birlikte insanlığın tüm sıktıntılarının ortadan kalkacağını, insanlığın tüm emellerinin gerçekleşeceğini savunan Marksizm ile karşılaştırıldığında: 19. ve 20. asırda insanlığa sunulan “boşluk” üzerine kurulu nihilist ve pesimist ekollerle karşılaştırıldığında, en iyisi olduğu görülür.

Bilim, dini toplumun dışına iteledikten ve toplumu yönlendirme işini üstlendiği açıkladıktan sonra büyük dünya savaşlarını sahneye koydu. Daha sonra gerçeğin hizmetinde olacağı yerde ekonomik mallarla, üretim ve tüketim ile ilgilenen bir kurum haline geldi. Broucht’ın deyişiyle; “Bilim Orta Çağ’daki durumundan daha trajik ve daha alçak bir şekilde çökmüştür.” 1933 yılında bilimin böyle bir çehreye büründüğünü görüyoruz. Avrupa toplumlarında dinin bundan daha iç açıcı bir durumda olduğunu söyleyemeyiz. Hepsinden önemlisi de insanın, huzurunu temin edecek araçlar yapmak için “huzurunu” hiçe saydığı “bir yaşam”a müptela olmuş olmasıdır.

Böyle bir bataklığın içine düşmüş, gayri insanî, hastalığın kol gezdiği bir havayı soluyan bir insan için, bugünün insanını anlamayan 19. asrın ekolleri ile karşılaştırıldığında (savaş sonrası ortaya çıkan kuşağın başka bir ekol ve mesaja gereksinim duyduğu göz önünde tutulmalıdır) egzistansiyalizmin en büyük bilimsel ve insanî değeri; Marksizm’in, materyalizmin ve natüralizmin tersine, insanın özgür olduğunu ilan etmesi, kendinden sorumlu, kendi özünün yaratıcısı ve eğiticisi olarak tanıtmasından kaynaklanmaktadır.

Zamanımıza kadar görülen bütün ekoller arasında egzistansiyalizmin, günümüzün zavallı insanının gereksinimlerine en iyi cevap veren bir ekol olma özelliği gösterdiğini görüyoruz. Anacak “yüce insanın” karşısında, insanın Budizm’deki gibi, endüstriyel tenasühün aptal dolabından kurtulması için bütün insanların inanacağı ve karşısında ciddi sorumluluk duygusu taşıyacağı hiçbir yol ve hiçbir “mutlak model” gösteremediği için güçsüz bir ekol olarak karşımıza çıkmaktadır.