… Felsefecilere gelince, onların durumu Yahudiler ve Hıristiyanların durumundan daha da beterdir. Çünkü onlar berikilerin cehalet ve sapıklığı ile ötekilerin facirlik ve zalimliklerini bir araya getirerek cehalet ve zalimlik alanında Yahudiler ile Hıristiyanları geride bıraktılar. Sebebine gelince, onlar saadeti sadece gerçeği bilmeye bağlı saydılar, insanın varlık alemi ile ve akıl prensipleri ile uyum içinde bilgi sahibi olmasını mutlu olması için yeterli gördüler. Arkasından da Allah’ın zatı, isimleri, sıfatları, melekleri, kitapları, peygamberleri, yarattıkları ve emirleri hakkında çok zayıf bilgilerle yetindiler. Böylece cahillikleri bilgilerinden daha büyük ve sapıklıkları hidayetlerinden daha baskın oldu. Başka bir deyimle basit (sade) cehaletli katmerli (bileşik) cehalet arasında dönüp dolaşır oldular. Çünkü onların tabiî ilimler ile matematik alanında söyledikleri sözler nefsin (insan psikolojisinin) kemalini sağlayamaz, bu konuda yararlı değildir.
Bu arada onların ‘vâcibu’l-vücûd’ (varlığı zaruri varlık) hakkındaki görüşleri çok az bir gerçek payı ile büyük oranlı bir asılsızlık ve batıl arasında bocalar. ‘Akıllar’ ve ‘vicdanlar’la ilgili görüşleri de böyledir. Çeşitli dinlere bağlı taraftarları ‘akıllar’ ile ‘vicdanlar’ın peygamberler tarafından bildirilen melekler olduklarını sanırlar. Oysa gerçek böyle değildir.
… Ayrıca bu görüşlerinde şirk vardır. Çünkü onlar bütün alemi yaratan bir ilah yanında ayın altında kalan varlıkları yaratan bir başka ilahın varlığına inanırlar. İnançlarına göre bu ikinci ilah, daha yukarıdaki ilahın bağımlısı ve sonucudur! Görüldüğü gibi onların bu saçma inançları Hıristiyanların “Mesih Allah’ın oğludur” şeklindeki sözlerinden daha sapıktır.
Bunların ‘ilk’lerinin ve ‘öncü’lerinin peygamberlik hakkında belirli bir görüşü yoktur. ‘Arkadan gelenler’i ise bu konuda şaşkındırlar. Kimisi - Ebu Zekeriya Razi ve benzerleri – peygamberliği kökünden inkar eder ve bununla birlikte evrenin hadis (sonradan yaratılmış) olduğunu söyler. Bunlar beş unsurun kadîm (varlığı öncesiz) olduğunu söyleyerek bu alanda en bozuk ve en saçma görüşü benimsemişlerdir.
Bazıları da peygamberliği kabul eder ve bu arada evrenin kadîm olduğunu ileri sürer. İbni Sina ve benzerleri gibi. Fakat bunlar peygamberi adil bir hükümdar olarak kabul ederler. Onlara göre peygamberlik demek, bazı seçkin insanlarda beliren derin görüş, etkileme yeteneği ve hayal gücü demektir.
Bu adamlar peygamberleri şu üç özelliğe sahip olan kişiler olarak kabul ederler:
Onlara göre Allah’ın sözü, peygamberin vicdanında hayal edilen sesler ve melekler de yine onun hayal gücünün canlandırdığı şekil ve nurlardır. Bu özellikler riyazet ve çile adamında meydana gelebilir. Bu yüzden peygamberlik, onlara göre, doğrudan doğruya Allah vergisi (vehbî) değil, emek verilerek kazanılabilen (kesbî) bir sıfattır.
Bu düşüncelerin sonucu olarak bunlarını görüşünü benimseyenler - mesela öldürülen Sühreverdi ve İbni Sebin Mağribi gibi - peygamberlik sevdasına kapıldılar ve kendilerine “kalk ve uyar” diye seslenilmesini bekler hale geldiler. Nitekim misal olarak isimleri söylenen kimselerin biri: “Bana - kalk ve uyar - mesajı gelmedikçe ölmeyeceğim” derken, öbürü de hep Mekke yakınlarında oturarak sık sık Hira dağına çıkıyor ve orada Peygamberimize olduğu gibi kendisine de vahy gelmesini gözlüyordu.
Bu arada bu adamların her ikisi, diğer benzerleri gibi, durmadan bir çeşit büyücülük olan simyacılık ile uğraşıyor ve peygamberler tarafından gösterilen mucizelerin simyacılıktan kaynaklanan birer büyü olduklarına inanıyorlardı.
Şunu da belirtelim ki İbni Arabi gibi ya “Benden sonra peygamber yoktur” sözünün sahibinin (Peygamberimizin) doğru söylediğine inanarak veya başka bir endişeye dayanarak kendilerini peygamberlik sevdasına kaptırmayanlar ve bu iddia ile ortaya çıkmayanlar peygamberlikten bile daha yüksek bir derecenin cazibesine kapılarak “velilerin sonuncusu, peygamberlerin sonuncusundan daha büyüktür. Çünkü peygamber ancak bir aracı vasıtası ile Allah’tan bilgi alabilirken veli bu bilgiyi aracısız olarak doğrudan doğruya alabilmektedir” demişlerdir.
Adam böyle derken, çömezliklerini yaptı feylesofların prensiplerine dayanıyordu. Çünkü bu felsefecilere göre, peygamberlerin veya velilerin zihinlerinde, vicdanlarındaki imajlar hayali birer ışık varlığı olan meleklerden kaynaklanır. Yani onlara göre melekler, zihinde canlandırılan hayal ürünü varlıklardır. Peygamber de işte bu hayali varlıklar aracılığı ile bilgi alır. Oysa veli, akıl ürünü olan bilgilerini böylesine hayali bir varlığın aracılığı söz konusu olmaksızın sağlamaktadır. Böyle olunca, ancak hayal ürünü bir aracı sayesinde kazanılabilen bilgiye göre, işin içine hayali bir araç girmeksizin, doğrudan doğruya elde edilen bilgi, tabii ki, daha üstün, daha mükemmeldir.
Bu adamlar peygamberlik konusunda felsefecilerin inançlarına katılınca, “velilik peygamberlikten daha büyük bir derecedir” demeye başladılar. Tıpkı çoğu felsefecilerin “feylesof, peygamberden büyüktür” dedikleri gibi.
Bu söz, Farabi, Mübaşir b. Fatek ve benzerlerine aittir. Bunlar “peygamberliğin en yüksek derece olması büyük halk kalabalıklarına göredir, yoksa seçkin azınlığa göre böyle değildir” derler. Onlara göre, peygamberliğin özelliği, sadece hayal etme ve hayal ettirmektir.
Bu kimseler işi o kadar ileri götürdüler ki, sonunda felsefeyi velilik kılığına büründürerek felsefeciye veli demişler ve felsefecilerin açıklamalarını mükaşefe ve muhasebe sonucu varılmış gerçekler sanarak demişler ki; “veli, peygamberden üstündür. Çünkü o, mücerred (soyut) gerçekleri Rabbinin katından hayal gücünün aracılığına dayanmaksızın alırken, peygamber bu gerçekleri zihninde hayali olarak canlanan şekil ve sesler aracılığı ile sağlayabilmektedir.”
Adamlar bu ağır iftira ile bile yetinmeyerek “bütün peygamberlerin ve nebilerin Allah ile ilgili bilgileri, bu velilerin sonuncusunun ışıklı kandilinden sağlamaktadırlar” dediler. O sonuncu veli ki, kendisi aslında insanların Allah’ı en tanımayanı ve Allah’ın dini ile O’nunla ilgili bilgiden en uzak olanıdır. Onlara göre bu sonuncu veli bütün evreni kapsamına almış ‘mutlak varlık’tır. Buna göre her varlığın varoluşu tıpkı ‘vâcibu’l-vücûd’un varlığı demektir.
Bu görüş, aslında evrenin ayrı bir yaratıcısı olduğunu kabul etmeyen, bizzat evrenin ‘vâcibu’l-vücûd (varlığı gerekli temel varlık) olduğunu ileri süren Tabiatçı, başka bir deyimle dehrî felsefe ekolünün görüşünü yansıtır. Daha doğrusu bu ekolün felsefecilerin “Evrenin kendisi, kendi kendinin ‘vâcibu’l-vücûd’udur” derler.
Şunu da belirtelim ki, eğer bu adamların ne dedikleri iyice incelenirse, görüşlerinin ilahiyatçı dehrîlerinkinden daha sapık olduğu ve üzerinde iyi düşünülen Tabiatçı dehrîlerin görüşlerine katıldıkları anlaşılır.
Nitekim bize anlatıldığına göre, Muhyiddin b. Arabi ile Şeyh Ebu Hafs Sühreverdi “Hakk tecelli edince kul onunla karşılıklı şekilde (muhataba) konuşabilir mi, konuşamaz mı?” diye tartışmaya girişmişler, Sühreverdi “Evet, bu mümkündür” derken İbni Arabi “Hayır, böyle bir şey olamaz” demiş. Öyle zannediyorum ki, bu tartışma bu iki kafadarın yekdiğerinin gıyabında olmuş. Bu sırada İbni Arabi’ye “Sühreverdi böyle böyle diyor” denince İbni Arabi, adama şu cevabı vermiş: “Zavallı adam! Biz doğrudan doğruya zatı görerek konuştuk, o ise sıfatları görerek konuşabiliyor.”
Şunu da belirtelim, çok sayıda tasavvuf ve irfan mensubu, kendilerini Peygamberimize sımsıkı bağlı ve her türlü bidatten uzak saydıkları halde, İbni Arabi’nin yukarıdaki sözünü sık sık aralarında tekrar edip ona önem verirler ve bu sözü söyledi diye İbni Arabi’yi de saygı ile anarlar. Oysa bu sözün vahdet-i vücûd ile Allah’ı inkar etmeyi bir araya getirmiş bir küfür temeline dayandığını hiç düşünmezler.
Çünkü İbni Arabi’ye göre, Allah, ne ismi ve ne de sıfatı olmayan mücerred (soyut) bir varlıktır. Ne dünyada ne de ahrette görülmesi mümkün değildir. O’nun ne sözü ve ilmi ne de bunlara benzer başka bir niteliği vardır. O sadece yaratılmış varlıklara yansıyarak (tecelli ederek) görülebilir. O varlıkların varlığından ve bunun benzerinden başka bir şey değildir. Cinsin türlere ve türün bireylere yansıdığı gibi bazen belirli nesnelerde (cüziyet) genel şekilde belirir. Tıpkı her hayvan bireyinde hayvanlığın ve her insan bireyinde insanlığın genel anlamda belirmesi gibi.
İbni Arabi’nin bu açıklamaları, fikir babaları olan eski yunan mantıkçılarının yanılgılarına dayanır. Onlara göre, belirli varlık bireyleri, kapsamına girdikleri genel kavramlara bağlı olarak bazı akıl ürünü cevherleri birlikte taşırlar. Buna göre her belirli insan bireyi, aynı zamanda akıl ürünü bir insan, akıl ürünü bir hayvan, akıl ürünü bir konuşabilir canlı (natık), akıl ürünü bir duygusal canlı ve yine akıl ürünü bir cisim (beden) taşır. İşte varlığın yansıdığı mahiyet budur ve bu mahiyet bütün belirli varlık bireyleri arasında ortaktır.
Bu görüş, ancak onu anlamaya ve üzerinde düşünmeyenler tarafından benimsenebilir. Yoksa insan bu görüşün iç yüzünü kavrayınca onun bir akıllı sözünden çok bir deli saçmasına benzediğini kolayca anlar. Çünkü hem akla ve hem de duyu organlarının algılarına aykırıdır. Sözü geçen kimselerin böyle bir görüşe kapılmaları, kendi zihinlerinde bir takım ‘mutlak genel’ kavramlar düşünmeleri ve sonra da tasarlamalarını dış dünyada da var olduklarını sanmalarından ileri gelir. Bu konudaki yanılgıları peygamberler konusundaki yanılgılarının tam tersidir. Bilindiği gibi, peygamberler, kaynağı kendileri dışında olan bir çok şeyler müşahede etmişler, fakat bu inkarcılar, söz konusu müşahedelerin peygamberlerin kendi hayallerinden kaynaklandığını sanmışlardır.
Demek istediğimiz şu ki, bu inkarcılar kendi hayallerinde, kendi zihinlerinde bir takım ‘mutlak genel’ kavramlar müşahede etmişler, sonra da bunların dış dünyada var olduklarını sanmışlardır. Oysa bu genel kavramlar sadece onların zihinlerinde ve hayallerinde vardı. Onlar hayallerinde var olan şeyleri dış dünyada var saymışlardır. Buna karşılık peygamberlerin bildirdikleri gerçekleri onların hayallerinden kaynaklanıyor sanmışlar. Oysa bu gerçekler peygamberlerin dışından kaynaklanıyordu. Bu yüzden Peygamberlerin haber verdikleri gayb kaynaklı gerçekleri yalanlamışlardır.
Ayrıca bu adamlar, bütün varlıkların yaratıcısı olan ve yarattıklarının tümünden başka ve farklı olan Allah’ı (C.C.) insanlardaki ‘insanlık’ ve hayvanlardaki ‘hayvanlık’ genel kavramı gibi bir şey saymışlardır. Başka bir ifade ile bunlar, Allah’ı varlıklar üzerinde bulunan, fakat bu varlıklardan başka bir şey saymak istemişlerdir. Bunun için bazen genel kavramları, bazen madde ile şekli örnek olarak vermişlerdir. Bu arada Allah’ı duyu organları ile algılanabilir şeyler ile örneklendirmek istediklerinde camdan süzülen ışınlar ile kıl parçası içindeki havayı misal olarak göstermişlerdir. Böylece alemlerin Rabbini basit örneklerle ifade etmeye çalışırken iyice bataklığa saplanarak bir daha doğru yolu bulamamışlardır. Onlar Allah (C.C.) ile ilgili olarak verdikleri bu örneklerde şu bakımlardan yanılmış, sapıklığa düşmüşlerdir.
1. Onlar Allah’ı ifade edebilmek için madde ile şekil ve genel kavram ile belirli bireyler örneklerini kullandılar. Oysa iyice incelendiklerinde bu saydığımız ikil örneklerin aslında tek bir şeye dönüştükleri görülür. Buna rağmen onlar bunları iki ayrı şey saydılar. Tıpkı Allah’ın sıfatları gibi konularda iki şeyi bir saydıkları gibi. O alanda mesela ilmi alimle, yine ilmi malumla (bilinen nesne ile), yine ilmi kudret (güçlülük) ile ve yine ilmi irade ile bir saymışlardır.
Bütün bunları akıllı bir insan düşünce süzgecinden geçirince bu adamların ilahiyat konularında en cahil insanlar ve bu alanda en batı (asılsız) görüşleri ileri süren kimseler olduklarını anlayıverir. Bu böyle olduğu halde gerek kendi hayallerinde ve gerekse taraftarlarının zihinlerinde onlarla ilgili korkunç ve ölçüsüz iddialar vardır. Tıpkı fikir yoldaşları olan Batınîlerden Karmatîlerin - aslında en cahil, en sapık ve en kafir kimseler oldukları halde - kendilerinin peygamberler gibi masum imamlar olduklarını iddia etmeleri gibi.
2. Onlar, bu varsayımların hangisi ele alınırsa alınsın, Allah’ın varlığını, O’nun tarafından yaratılmış olmayan bir başka şeyin varlığına bağlı sayarlar. Çünkü genel kavramların dış dünyada var olabilmeleri belirli nesnelerin ve maddenin varlığı şeklin varlığına bağlıdır. O zaman ‘vacibu’l-vücûd’un (zaruri varlığın) kendisi tarafından yaratılmış olmayan bir şeye bağlı olması görülür. Oysa varlığı kendisi tarafından yaratılmış olmayan bir şeye bağlı olan bir şeyin kendisi ‘vacibu’l-vücûd’ olamaz. Bu açık bir gerçektir.
3. Bu adamların görüşü iyice incelendiğinde işin yaratıcının varlığının yaratılmışların varlıklarının tıpkısı olmaya varıp dayandığı görülür. Bu adamlar açıkça bu görüşü ileri sürerler, fakat buna rağmen vücûd (varlık) ile subut (bulunma) arasında, varlık ile mahiyet arsında ve genel kavram (küllî) ile belirli nesne (cüz’î) arasında başkalık olduğunu ileri sürerler. Bu başkalık ‘mutlak’ ile ‘belirli’ arasındaki farklılıktır.
Bu yüzden onlar hulül (sızma) teorisini ileri sürerler. Böyle düşünürken bazen yaratıcıyı yaratıklara hulül etmiş ve bazan da yaratıkları yaratıcıya hulül etmiş kabul ederler. Fakat ileri sürdükleri örneklerde iddia ettikleri gibi bir başkalığın ispatsız kaldığı meydana çıkınca görüşlerinin özeti şu olur: “Yaratıcı, yarattıklarının ta kendisidir. Buna göre, ne yaratıcı ne de yaratık vardır. Evrenin kendisi vacibu’l-vücûd’tur.”
4. Bu adamlar sözde ‘Tevhid’ prensibini koruyabilmek için Allah’ın gerekli sıfatlarının ve isimlerinin çok sayılı oluşundan, yaratılmış varlıklarla ilgili olmasından, madde veya cevher sanılmasından sakınırlar. Oysa arkasından sözleri iyice incelendiğinde anlaşılır ki, Allah’ı bozulan ve kokuşan cisimlerin aynısı sayarak her türlü noksan sıfatla nitelerler. Nitekim bu iddialarını şu sözlerle açıkça ifade ederler: “Görmüyor musun ki, Allah yaratıkların sıfatlarını takınarak belirir. Bunu bizzat kendisi bize bildirerek noksan ve kınanmış sıfatları üzerinde taşıdığını ifade ediyor. Yüce Zat (Allah) mükemmelliğin sahibidir. O mükemmellik ki varlığın tüm tezahürleri ile yokluğun boyutlarını kapsamına alır. Bu tezahürler geleneksel olarak veya şeriata göre yahut akla göre hoş görülen şeyler olabilecekleri gibi, bunun tersine geleneklere, akla ve şeriata göre hor görülen şeyler de olabilirler. Bu yalnız Allah için böyledir.”
Görülüyor ki, onlara göre Allah, güzel ve çirkin, övülen ve yerilen her sıfatı üzerinde taşımaktadır. Başka bir yazımda bu adamların bu konudaki görüşlerini uzun uzadıya anlattım. Şimdi bu konuda sözü uzatmanın sırası değildir. Fakat bu meseleye değinmekten maksadım, sapık görüşlülerin elebaşları arasındaki benzerliğe parmak basmaktır. Öyle ki, mümin bu elebaşlarından birinin görüşünü anlayınca, bu bilgisi ona başka bir ele başının görüşünü anlama hususunda yardımcı olur ve böylece ortaya çıkardıkları sapıklıkların çokluğunun farkına vararak sapıklıkları belli hale geleceği için onlardan kaçınabilir.
Mesela Muhyiddin İbni Arabi’nin görüşüne göre Allah kendisine ‘mutlak müşahede’ anlamında tecelli etmiştir. O, varlıkların varlığıdır ve mutlak mücerred (soyut)tir, ne ismi ve ne de sıfatı vardır.
Bellidir ki, böyle düşünen kimse için Allah tarafından hitap meydana gelmesi mümkün değildir. Bu yüzden İbni Arabi, “Allah tecelli edince hitap (diyalog) meydana gelmez” diye düşünmüştür. Ebu Hafs Sühreverdi’ye gelince, sünnet bilgisi ile bağlılığı İbni Arabi’den daha güçlü olduğu ve ondan daha iyi bir insan olduğu için hadislerde Allah’ın kullarına tecelli ettiğini ve bu tecelli sırasında onlarla konuştuğunu okumuş ve bu okuduklarına inanmıştır. Fakat İbni Arabi, felsefesi ile Sühreverdi’nin sünnete bağlılığından daha çok tanınmıştır.
Bu yüzden bu ikisinin bağlıları Sühreverdi’nin sünnete bağlılığını dile getirmekle birlikte, İbni Arabi’ye daha çok saygı gösterirlerdi. Nitekim taraftarları arasında ‘Sultanu’l-Ektab’ lakabı ile anılan İbni Hamuye’nin bağlılarından biri olan Şeyh Hüsamüddin bana aynen böyle söylemişti. Bu zat İbni Arabi ile İbni Hamuye’ye aşırı derecede saygı ve bağlılık gösteriyordu. Kendisine bu iki kimsenin sözlerindeki yanlışlık ve küfür belirtileri ile Peygamberimize - salat ve selam üzerine olsun - iftira yolu ile yakıştırmış oldukları sözde hadisleri açık açık anlattım. Adam, bu kişilere körü körüne bağlı olduğu, onların sözlerini incelemeden ve sapıklıklarını araştırmadan peşlerine düştüğü için aramızda uzun tartışmalar oldu.
Bir gün Hemedanlı Tavusî, bana şeyhi Saadeddin İbni Hamuye’nin “İbni Arabi, su kovalarının bulandıramayacağı bir denizdir. Fakat Şeyh Şahabuddin Sühreverdi’nin yüzündeki Peygamberimizin yolundan gitme nuru ayrı bir şeydir” dediğini anlatmıştı. Kendisine dedim ki, bu söz şöyle demeye benzer: “Şu adamlara kafir mülkünden büyük bir pay verildi. Fakat Meyafarıkın (Diyarbakır) emiri Şahab Gazi’nin yüzündeki İslam nuru başka bir şeydir.”
Bu adamlar İbni Arabi’yi üstün tutup kendisine saygı duyuyorlardı. Çünkü Şeyh Şahabuddin Sühreverdi, sünnet bilgisi ve bağlılığı ile Peygamberimizin getirdiği gerçekleri ortaya koyma konusunda İbni Arabi’nin felsefe ile tasavvufu birleştirip özel bir akım meydana getirme yolundaki başarısı ile boy ölçüşememiştir.
Bu kimselerin belini bükecek olan şey, yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki başkalık ve yaratılmışlardan bağımsız olarak yaratıcının belirliliğinin ispat edilmesidir. Öyle belirli bir ilah ki, eller dua etmek üzere O’na kaldırılıyor ve Peygamberimizin miracı da O’na oluyor. Oysa Sühreverdi’nin inancını ortaya koyan bir konuşmasında Allah hakkında ‘işaretsiz ve belirlemesiz (bila işaretin ve tayinin) ifadesini kullandığı söylenmiştir. İşte kendisini ölüme götüren sözü bu olmuştur. Çünkü Allah hakkında ‘işaret ve belirleme’ yok sayılınca geriye sadece kesin bir ‘yokluk’ ve inkar veya vahdet-i vücûd ile hulül (sızma) anlamında bir küfür kalır.
Bu arada sözü geçen sapık inkarcılardan olan İbni Sebin ve benzerleri “Ne işaret ne de belirleme (söz konusudur), tersine ne ki görüyorsan görünmeyen zattır ve görmediğin zat gördüğünün ta kendisidir” dediler. Zikirlerinde de Müslümanların “la ilahe illallah” cümlesi yerine “leyse illallah” (sadece Allah vardır) sözünü kullandılar. Çünkü onların inançlarına göre Allah bütün varlıkların varlığıdır. O’ndan başka hiçbir varlık yoktur.
Oysa Müslümanlar bilirler ki, Allah, her şeyin yaratıcısı, Rabbi ve melikidir. O, ne yaratılmışların ta kendisi ne onların bir parçası ve ne de onların bir sıfatıdır. Tersine O, yaratılmışlardan apayrı ve başkadır. O, ibadet edilmeye tek müstehak olandır, başka hiçbir varlık buna layık değildir. O’ndan başka ilah yoktur…
Şurası kesindir ki, bu sapık görüşlüler ibadet edilebilecek, dost (veli) edinilebilecek ve ilah olarak kabul edilebilecek bir başkasına sahip değildirler. Tersine onlara göre, O, hem ‘ibadet eden’ hem ‘ibadet edilen’ ve hem ‘namaz kılan’ ve hem de ‘kendisi için namaz kılınan’dır. Nitekim bunların şairleri olan İbni Farız, ‘Nuzûmu’s-Sulûk’ başlıklı kasidesinde böyle demektedir.
Kelamcılardan ve tasavvufçulardan olan bu ‘Cehmiyye’ mezhepliler “iman sadece bilmek ve onaylamak (tasdik) demektir” şeklindeki görüşleri hakkında “tanınan ve bilinen, olumluluk ve olumsuzluk niteliklerini taşıyan varlıktır” derler ve bu konudaki sözlerini şöyle bağlarlar: “söz konusu varlık ne evrene dahildir ne onun haricindedir; ne evrene ters bir şeydir ne de ondan farklıdır.” Arkasından dönüp bu varlığı, yaratıklara hulül etmiş (sızmış) veya yaratıklara zemin olmuş yahut onu yaratıkların aynısı sayarlar veya O’nu tamamıyla yok farz ederler.
Bu adamlar bu konuda Meşşaî ekolüne bağlı felsefecilere benzerler. Bilindiği gibi, bu felsefe ekolü insanın kemalini ilme bağlı sayar. Bunlara göre en yüksek ilim ve en yüce felsefe varlık felsefesi ile bu meselenin eklentileri (leşahik) üzerine düşünmektir. Bunlar ‘vacibu’l-vücud’u mutlak varlık olarak kabul ederler.
Fakat bu ekolün çömezleri olan yukarıda sözü geçenler bir yandan temel kaynaklardaki sözleri değiştirirler ve bunun sonucunda İslami ve Kur’an’da geçen terimlerle eski yunan felsefesinin inkarcılıklarına meşru bir ifade kalıbı hazırlamaya çalışıyorlar. Bu tutum kesin şekilde tespit edilmiş ve daha birçok yerde tarafımızdan açıkça ortaya konmuştur.
Kaynak: İman Üzerine, Pınar Yayınları, 1985, s.189-201.