‘Binada yenilik’ yapmak, dönüş yapmak ve aramak demektir. Kendi kültürümüzü, kendi bilgilerimizi, kendi tarihimizde ve kendi tarihi senetlerimizin arasında aramak, bu düşünceyi ve bu kişileri yetiştirmiş olan malzemeyi bulmak, bu terbiyenin temel yapısını araştırmak ve tüm boyutlarda yetişmiş ve terbiye görmüş örnek şahsiyetleri (zihnî ve felsefi olarak değil, efsanelerde efsanevi semboller olarak değil) gerçekte var oldukları biçimde tanımak, bu şahsiyetlere ve bu büyük dine yeniden ‘dönüş yapmak’ demektir. İslam’ın yapısında yeniliğe gitmek, yeniden örnek gösterilecek bir insan meydana getirmek ve bu birbirine karışmış olan, her sayfası, her bölümü bir başkasının elinde bulunan Kitab’ı ilk dönemlerinde olduğu gibi tam bir ruh olarak bütünleştirmek demektir…
... İyi ama bu ruh ne zaman ilk günlerindeki haline dönecektir? O ilk günler ki, yirmibeş yıl içerisinde vahşi insanlardan bu dünyaya uygarlık yaratan, tarih yapan ve tarihin akış yönünü bir nesli yetiştiren ruh. Bu ruh artık bir kez daha bir Ebu Zer yetiştirecek midir? Yani yarı vahşi, okuması-yazması olmayan, yalnız dünyadan değil, kendi ülkesinden bile haberi olmayan bir adamdan bir Ebuzer-i Gifari yetiştirecek midir? İnsanı, tüm insanlığı mutluluğa götüren yolda ilham kaynağı ve mazlum ulusların ümidi olan bu ruh ne zaman böyle bir değişim yapacaktır?
Ortaçağ tarihinin karanlıklarında bölünmüş olan bu bedeni yeniden bütünleştirelim. Bütünleştirelim ki, bu ruh asıl bedenine dönsün ve uykuya yatmış olan bu cisim kendisine kutsal ruh İsrafil’in suru üfürülmüş gibi yirminci asrın ölmüş toplumlarına hayat versin, onları harekete geçirsin ve eskiden olduğu gibi, gücü ve manayı yeniden oluşturuversin. Müslüman ve örnek bir insan olarak Muhammed İkbal, yirminci asırda böyle dönüşüm yapmış ve o ruh, onun bedeninde tecelli etmiştir.
Muhammed İkbal, İmam Gazali veya Muhiddin Arabi ve hatta Mevlana gibi yalnız ve yalnız irfan alemine dalarak madde ötesini düşünen ve nefis terbiyesiyle kendisini ve kendisi gibi birkaç kişiyi yetiştiren, dış alemden ve Moğollar’ın ümmet üzerindeki baskı ve zulmünden habersiz bir arif değildir. Eba Müslim ve Selahaddin-i Eyyubi gibi İslam tarihinin yalnız savaş, mücadele ve kılıç adamlarından da değildir. Yalnızca düzeltme ve değiştirme ile uğraşan, düşüncede devrim yapan ve sosyal ilişkilerle insani terbiyeyi düşmana güç ve zor kullanarak kazandırmayı yeterli bulanlar gibi de değildir. Hindli Seyyid Ahmed Han gibi, İslam toplumu ne durumda olursa olsun, hatta İngiltere saltanatı egemenliği altında bile olsa, onun bireşimci bir etkiyle veya ilmi ve yirminci asrın mantıki yorumları ve Kur’an’da derin ve filozofça araştırmalar yapmakla diriltilebileceğine de inanmıyor.
İkbal, Batı gibi ilmi, yalnızca insanlığın kurtuluşunun gelişmesi ve dertlerinin giderilmesinin çaresi olarak görmediği gibi, filozoflar gibi de ekonomiyi ve maddi ihtiyaçları temel ilke saymıyordu. Öte yandan, kendi vatandaşları gibi (yani Büyük Hint düşünürleri ve Budistler) içe dönüklüğü ve ruhun ‘samsarayi’ hayatından kurtulup ‘Karmai’ dolambaçlarından geçerek ‘nirvana’ya erişmesini beşeriyetin risaleti olarak düşünmüyordu…
İkbal’in insanlığa en büyük mesajı şudur: İsa gibi kalbiniz, Sokrat gibi düşünceniz ve Kayser gibi de kolunuz olsun. Yalnız bir insanda, beşer olan bir yaratıkta yüce bir ruh temeli bulunsun. İkbal’in kendisi siyasi uyanışın en yüksek mertebesindeydi (öyle ki, bazıları onu siyasi lideri biliyorlar). Felsefe ve ilmî düşünce açısından ise, Batı’da büyük bir düşünür ve asrın filozofu olarak görülüyordu. Bergson gibi, İslam tarihinde Gazali gibi. Ve aynı zamanda biz onu İslam toplumunun büyük ıslahatçısı olarak tanıyor ve adlandırıyoruz. İçinde yaşadığı insan toplumunu ve İslam toplumunu düşünüp, onun uyanışı, kurtuluşu ve özgürlüğü için mücadele verdi. J. P. Sartre’ın dediği gibi entelektüellik pozunda bir politikacı değildi. Solcu geçinenler gibi değil, fakat sorumlu bir insandı. Üzerine düşeni yaptı, çalıştı, uğraş verdi… Hiçbir zaman tek yönlü olmadı, bölünmedi, herhangi bir yönü ağır basmadı. Yani tam bir müslümandı…
… İkbal’in bir Müslüman olarak yirminci asrın İslam toplumundaki başarısı şudur: Kendi kültürünün zenginliklerini ve yeni kültürün zenginliklerini tanıyarak, kendi inandığı görüşün doğrultusunda, yani İslam’ın çizgisinde kendisini yetiştirmiştir. Bu, İkbal’in büyük başarısıdır ve bizim yirminci asır toplumumuzda bir yüceliştir.
Hiçbir zaman mutlak bir kişilikten bahsetmiyorum; sembol bir kişilikten söz etmiyorum. Parçalanmış olan İslam kişiliği, Müslüman kişiliği onda yirminci asırda yeniden bütünleşerek yenileşmiştir. Ve bu yenileşme sorumlu Müslüman aydınlar için bir başlangıçtır. Bu başlangıcı sürdürmeli ve en büyük sorumluluğumuz olan toplumumuzun yapısını ve kendi yapımızı yeniden kurma bilinci içine girmeliyiz. İlk kez Seyyid Cemal asırların uyuttuğu bu büyük toplumu uyandırdı, “ne durumdaydın, ne durumdasın, ne idin, ne oldun” diye sorarak. İşte bu hareketin verdiği ilk meyvedir; Seyyid Cemal’in, ümmetin kurumuş çölünde serptiği tohumun ilk sonucudur İkbal. Bu ilk meyve, olgunlaşıp büyük bir önder ve bizim için yol gösterici oldu…
İkbal’in ıslah ediciliği veya Seyyid Cemal’den sonra dünyada asrımızın en büyük düşünürü olması, onun, toplumun üst yapılarında aşamalı bir gelişme taraftarı olmasından değildir. Hayır, belki bu derin ve köktenci bir devrimin destekleyicisi olması, düşüncede devrimci, duyguda devrimci, görünüşte devrimci, ideolojide devrimci ve kültürde de devrimci olması demektir.
… İslam’ın belki en büyük devrimci niteliği, sosyal hayattaki değişimi din gücüyle yapması, yani manastırlarda, puthanelerde boşuna akıtılan kanların ve boşuna harcanan zamanların, toplumun gelişmesi yönünde kullanılması ve despotluğu, sömürüyü, ulusların cehaletini yok edip, adalet ve eşitlik ruhunu, kültürel, bilimsel gelişmeleri teşvik ederek yeni bir çığır açmış olmasıdır.
İşte budur bireyleri ıslah eden tek yol, nefsî arınma, ahlaki gelişim ve takvayı kazanma. Sonuç: ‘ıslah’ olmuş – ıslah eden insan.’
Takvayı kazanmak, nefsi arındırmak ve kendini ıslah etmek, köşelere çekilip, toplumdan koparak toplumun kaderinden gafil kalmakla ve sosyal sorumluluğu unutmakla olmaz; İslam da zaten bunu istemiyor, kesinlikle istemiyor. İnancımız, düşünce yapımız ve bu inançla yetişen insanlar bunu onaylamıyorlar. İslam’ın yetiştirdiği ve terbiye ettiği büyük insanlar da böyle değildirler.
Peygamber’in çevresini alanlar bir âbid veya köşelerine çekilmiş sahabiler değildiler, hatta, ariflerin ve zahidlerin benzemek ve bağlanmak istedikleri ‘Suffe Ashabı’ da böyle değildi; elde kılıç cihada hazır durumda beklerlerdi. Yirminci asırdaki Müslüman ıslah ediciler de aynı fikri özellikleri ve bu temel inancı taşımaktadırlar. Çünkü bu İslam’a özgü bir sorundur ve İslam inancının ayrılmaz bir parçası ve temel taşlarından biridir…
Müslüman kişi halkın kaderinden ve düşünce biçiminden Allah katında sorumludur. Fikrî, sosyal ve gündelik bir sorumluluktur bu; iyiliği emredip, kötülükten sakındırma sorumluluğudur…
‘Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker’, kişinin kendi toplumunda oynaması gereken rol ve bu çizgide, yani inandığı ideoloji doğrultusunda üstüne düşen görev demektir; sorumlu bir aydının, ideolojisine bağlı bir bireyin, geri bırakılmış tutsak bir toplumda yaşayan insanın, sömürülen, yoksun ve mustaz’af sınıfa bağlı kişinin, bir filozofun, düşünürün, yazarın, bilginin, sanatçının insanlık karşısındaki görevidir…
Müslüman ıslah edicilerin başlattığı ‘yeniden doğuş’ hareketi, Çin’den Basra Körfezi’ne, oradan da Kuzey Afrika’ya kadar, İslami çerçevede olmak koşuluyla 19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana süregelen bir harekettir. Bu hareket, Hz. İbrahim’in getirdiği dinin devamı niteliğindedir. Bu hareket, yalnız kelam, felsefe veya metafizik alanlara özgü değildir. Bu hareketin en açık ve en net karakteri, halkın et ve kemiği üzerinde kurulan yönetimlere karşı olmasıdır…
Seyyid Cemal, İslam’daki bu yeniden doğuş veya İkbal’in deyimiyle ‘İslam Düşüncesinin Yeniden Oluşumu’ hareketinin öncüsüdür. O, bu hareketi yürütmek için, Selefiye hareketini başlattı. Yani, İslam’ın ilk dönemlerindeki hayata dönme ve daha güzel bir deyişle, ölmüş cesede eski ruhu üfürme tezini ortaya attı.
Yeniden bir doğuştur bu; kokuşmuşluğa, uyuşukluğa, ölüme ve durgunluğa karşı çıkan devrimci ve ilerici bir hareket…
…
Eğer toplumumuzun alınyazısını ağartmak istiyorsak, bu ümmeti uyandırmak ve ölmüş cesedine yeniden ruh vermek kararlılığında isek dinî ruhu canlandırmaktan başka çaremiz yoktur. İslam’ı, içine sokulan hurafelerden, yanlış inançlardan ve gerici ögelerden arındırarak, sömürgeciliğin girdiği yolun tam tersi bir yöne koyulduğumuzda görevimizi başarmamak için hiçbir neden kalmayacaktır…
…İşte böyle bir İslami görüşle sosyal, siyasal ve kültürel açıdan bakıldığı zaman İkbal’in ve yaptıklarının büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor. O, Batı’yı yakından tanıyordu, ama kendi toplumunu, kültürünü, uygarlığını, tarihini de çok iyi bildiği için Batı’ya köle olmadı. Batı’ya ve Batılılaşmaya karşı mücadele vermek için Batı’yı iyi bilmek gerekir…
İkbal Müslüman bir ıslah edici ve devrimci bir düşünürdür. Luther ve Calvin gibi Batılı ıslahatçıların yaptıklarını bir düşünün: çürümüş Hıristiyanlığı durgunluktan, sıkışıp kaldığı kalıplardan ve Katolisizm sapıklığından kurtarma hareketi olan Protestanizm’i ve bugünkü Avrupa uygarlığının ve maddi gelişim hareketinin doğuşundaki etkisini şöyle bir tartın; göreceksiniz ki, günümüzün uyuyan ve yosun tutan Müslüman toplumlarında devrimci ve uyandırıcı Müslüman ıslahatçılara olan gereksinimimiz ne kadar büyüktür.
…
Öze Dönüş derin bir harekettir; öz yapıyı kurmak olan çetin bir harekettir. Bu hareketi yürütmek için Batı kültürünü, içinde yaşadığımız dünyanın tüm güzelliklerini ve çirkinlerini, bugünkü uygarlığın tarihini, kültürünü ve edebiyatını, dini, insanı, sapıklığın nedenlerini, kendi toplumumuzu, halkımızın psikolojisini, sömürgeciliğin bizden alıp götürdüğün değerleri bilmek, yıllar hatta yüzyıllar boyu pas tutmuş değerlerimizi temizlemek gerekir. Bu iş bir çeviri veya röportajla, ya da Eme Sezar’dan, Fanon veya bir iki İranlı yazardan kitap ve makaleler yayınlamakla olmaz. Öyleyse, öze dönüş hareketi nasıl gerçekleştirilebilir? İşte önümüzde canlı bir örnek: İkbal! Ne yaptı İkbal? Avrupa’ya gitti, çağdaş bir filozof ve düşünür oldu. Yaptığı inceleme ve araştırmalarla Batı toplumunun kültür ve uygarlığını tanıdı. Ardından aşılması güç engelleri aşarak, çetin bir mücadelenin sonunda İslam’ı tanıdı ve tanıttı. Kur’an’ı öğrendi. Halkının kültürünü, irfanını, yazgısını, memleketini, İslami yönetim biçimini, Hindistan toplumunu ve dünya çapında egemen olan sömürgeciliği bilen ve tanıyan biri olarak, bu sömürgeciliğe karşı özgürlük ve bağımsızlık savaşını, siyasal, edebî, sanatsal ve felsefi alanlarda başlattı. Kendi özünü gördü ve bu öze döndü. Dünya ufuklarında yaptığı gezintiden sonra, Doğulu bir düşünür, Müslüman bir mücahid, filozof, sanatçı, yazar, şair, siyaset adamı, edip ve İslam bilgini oldu. ‘Öze Dönmek’ diye işte buna derler.
Kaynak: Biz ve İkbal, Bir Yayıncılık, 1985, s.15-74.