Kürşad Atalar
BÖLÜM I
Dönüş vakti gelmişti ve ben yine uykusuz bir gece yolculuğuna başlamak üzere otobüse bindim. Sabah erken saatlerde Tahran'a vardım ve Zeynel'in tavsiyesine uyarak Ateş Parkı'na gittim. Aralık ayında, buradan Elbruz Dağları'nın karlı görüntüsü, çerçevelik denilebilecek türden güzeldi. Hava açıktı ve parkta fazla da kişi yoktu. Nihayet öğleye doğru Zeynel ile buluşup Milli Kütüphane'ye gittik. Fakat onca çabamıza rağmen, kütüphaneye giremedik. Ardından İbrahim ile de buluşup, daha önce sözleştiğimiz üzere İhsan Şeriati'nin davetine icabet etmek üzere, birlikte Elburz Dağları'nın eteğindeki otantik lokantaya gittik. Dağa doğru tırmanırken, İhsan Şeriati, vaktimiz olsaydı, bize, yolumuzun üzerinde bulunan Şah'ın sarayını da gezdirebileceğini söyledi. Ben, vaktimizin sınırlı olduğunu söyleyip teşekkür ettim ama sözlerime şunları da ekledim: “benim için Şeriati ailesini görmek, Şah'ın sarayını görmekten daha önemli!” Bu sözüm üzerine, İhsan Şeriati'nin yüzünde hafiften bir tebessüm belirdi ve daha başka bir şey konuşmadan yolumuza devam ettik. İhsan Şeriati, görüşmede tercümanlık yapmak üzere, Hamid Muhammed Nejad'ı da yanında getirmişti. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra, lokanta'nın olduğu yere ulaştık. Lokanta dediysem de, kapalı bir mekan değildi. İçinde küçük bir çayın aktığı dar bir vadi üzerine kurulmuş, içinde öbek öbek sofaların bulunduğu bir mekan idi. Ancak 4-5 kişinin sığabildiği bu sofalardan birine de biz oturduk ve üşümemek için naylonvari bir perde ile sofayı örtüp gazla çalışan sobayı yaktık. Bu görüşme, yaklaşık 3 saat sürdü. Burada İhsan Şeriati ile birçok meseleyi görüşüp karşılıklı değerlendirmeler yaptık. İran, Türkiye ve dünya ile ilgili birçok konuyu ele aldık. Bunlar arasında dördünün zikre değer olduğunu söyleyebilirim. İlki, ‘sömürü' üzerineydi. İhsan Şeriati, babasının ‘sömürü'ye karşı mücadele veren bir ‘aydın' olduğunu ısrarla söylüyordu ve bu konuda benim de kendisine bir itirazım yoktu. Fakat konuşma sırasında sömürüye karşı ‘sosyalist' itiraza çok da mesafeli durmadığını gözlemlediğimi ve bunun, bizdeki İhsan Eliaçık'ın söylemine benzediğini söyleyebilirim. Ben ise, ‘sömürü'ye itirazın önemli olduğunu, fakat İslam ile ‘sosyalizm'in veya ‘demokrasi'nin vs. özdeşleştirilmesine karşı olduğumu ifade ettim. Bu, terminolojik bir tartışmaydı. Kast ettiğimiz şey, özde farklı değildi; fakat ben meramı ifade ederken kullanılan ‘dil'e de özen gösterilmesi gerektiğini ifade ettim. Görüşme sırasında İhsan Şeriati'nin ‘demokrasi' kelimesine de çok fazla itirazı olmadığını gözlemledim. O, ‘demokrasi'yi, daha çok halkın taleplerinin temsil edildiği bir rejim olarak görüyor ve bu manada olumlanabileceğini de ifade ediyordu. Ben ise, ‘molla idaresi'nin hakim olduğu İran'da ‘demokrasi' kelimesine bu mananın yüklenmesinin anlaşılabileceğini, fakat tartışmanın bunun ötesinde tazammunları olduğunu, örneğin Türkiye gibi ‘laik' bir ülkede ‘demokrasi' kavramının İran'da anlaşıldığından farklı manalara geldiğini vs. söyleyerek, ‘demokrasi' kavramına karşı mesafeli durulması gerektiğini ifade ettim. İkinci konu, Ortadoğu'da ve dünyada Amerika ve İngiltere'nin rolü üzerine idi. Ben, II. Dünya Savaşı'ndan sonra dünya siyasetinde belirleyici olan ülkenin ABD olduğunu ifade ettim, fakat İhsan Şeriati, Amerika'yı bu denli ‘etkin' bir ülke olarak görmenin yanlış olduğunu ve asıl İngiltere üzerinde durulması gerektiğini söyledi. Buna şaşırmadığımı söyleyemem, çünkü bu benim kabul edebileceğim bir şey değildi! Fakat biliyorum ki, Türkiye'de de bazı köşe yazarları, “her taşın altından İngiliz çıktığı” yönünde bir görüşü ısrarla savunuyor. Belki onlar kadar değil ama benzer bir görüşün İhsan Şeriati'de de olduğunu gördüm. Üçüncü konu, Suriye meselesi ve IŞİD'le ilgiliydi. İhsan Şeriati, açık bir şekilde Esed rejimine karşı ve Suriye'de rejimin yaptıklarını ‘zulüm' olarak görüyor. Tabii, bu, İran'daki ‘resmi' tutumdan farklı bir yaklaşım ve ülke içi siyasette Şeriati ailesiyle rejim arasındaki ilişkilere dair bir boyutu da olabilir! Şeriati ailesi, tahmin edilebileceği gibi, IŞİD'i de olumlamıyor. Bu noktada İhsan Şeriati'nin söylediklerini, “bütün Müslümanların, mazlumun yanında dayanışma içerisinde olması gerektiği” şeklinde özetlemek mümkün. Bu da, tabii ki, Şeriati ailesinin genel ideolojik yaklaşımlarıyla uyumlu bir tutum olarak görülebilir. Dördüncü konu ise, yine Türkiye siyaseti ve Erdoğan ile ilgiliydi. Çok açık bir karşıt tutum takınmasa da, gözlemleyebildiğim kadarıyla, İhsan Şeriati de Erdoğan'a pek sıcak bakmıyor. Konuyla ilgili fikrini açık söylemektense, çoğunlukla, soru sorarak malumat edinmeye çalışan bir kişi görüntüsü sunmasına rağmen, ben, diyaloglarımızdan İhsan Şeriati'nin Erdoğan'a çok sıcak bakmadığı neticesini çıkarıyorum. Şeriati düşüncesini bilenler, onun düşünsel mirasını devam ettiren aile fertlerinin bu tutumunu anlamakta zorlanmayacaktır! Çünkü genel olarak ‘iktidar'a mesafeli duran bir Şii anlayışın sahibi olarak, Şeriati ailesinin üyelerinin Sünni bir ülkede ‘sağ-muhafazakar' bir politika güden bir lidere karşı da mesafeli durması doğaldır.
Ateş Parkı'ndan Elbruz Dağları
Sohbetimizi tamamladıktan sonra, vakit de hayli ilerlediği için, yemeğimizi yemek üzere, aynı alanda bulunan, üstü kapalı ve daha sıcak bir mekana geçtik. İhsan Şeriati, bize İran'ın geleneksel yemeği olan Dîzî ısmarladı. Bazıları abgoşt da diyor. Küçük bir testi içerisine konulan nohut, kuzu eti, patates, domates ve kuyruk yağından oluşan yemek, otantikti. Bu yemeği ilk kez orada tattım. Yemeğin kendisinden çok, yeme şekli daha ilginç. Kalın demir bir kap içerinde gelen yemeğin suyu, başka bir kaba boşaltılıyor ve çorba olarak ayrıca içiliyor. Sonra yemeğin geri kalanı demir kabın içinde püre yapılarak yeniliyor. Bu, benim için farklı ve hoş bir deneyim oldu. Yemeğin ardından, Zeynel'in aracıyla tekrar Tahran'ın merkezine indik ve İhsan Şeriati'yi evine gitmesi için uygun bir yere bıraktık. Ardından, İbrahim'in evine geçtik. Ben ertesi sabah Türkiye'ye geri dönecektim. İbrahim'in evinde gece 02:00'ye kadar bekledikten sonra, İmam Humeyni Havaalanı'na gitmek üzere yola çıktık. Zeynel beni havaalanından uğurladı ve yine uykusuz bir uçak yolculuğu sonucunda Esenboğa havaalanına iniş yaptım.
Elburz Dağları'nın eteğinde otantik İran lokantasında İhsan Şeriati ile Dîzî yerken. Soldan Sağa: Zeynel Çakır, İbrahum Uçan, İhsan Şeriati, ben ve Hamid Reza Mohammednejad.
İlk İran ziyaretimden izlenimlerim özetle böyle. Bunlara dair değerlendirmelerimi ise şöyle özetleyebilirim: Tabiatıyla, İran'ı tanımak için farklı yöntemler kullanılabilir. Örneğin, kitaplardan yahut resmi makamlarla görüşerek İran hakkında bazı ‘resmi' bilgilere ulaşmak da mümkün. Fakat ayrı bir bilgi edinme yolu olarak gözlemleme de yararlıdır ve kitaplardan dahi elde edilemeyecek bazı bilgilere bu yolla ulaşılabilir (halk arasında “çok okuyan değil, çok gezen bilir” sözünün yaygın olması, bunun için olsa gerek!) Ben de, olabildiğince, İran ziyaretimde bunu yapmaya; sokağı, binaları, insanları, tabiatı, vs. gözlemleyerek bir takım neticelere ulaşmaya çalıştım. Tabii, ilk intiba önemlidir; o nedenle, öncelikle bundan bahsetmeyi daha uygun buluyorum.
Birçok kitapta, araştırmada veya makalede ifade edildiği üzere, İran'da Devrim'in “kalıcı etkileri olduğuna” ya da “ toplum katmanlarına nüfuz ettiğine” dair sokakta çarpıcı ve görünür izler çok bulunamıyor. Tersine, geleneğin ya da modernitenin izlerini bulmak daha kolay. Bunu, özellikle de Tahran gözlemlerime dayanarak söylüyorum. İsfahan belki biraz farklı ama birçok yönden o da Tahran'a benziyor. Bilindiği üzere, İmam Humeyni, “devrimin semerelerinin görülmesi için zamana ihtiyaçları olduğunu” söylemiş ve bunun için “ikinci nesli” beklemek gerektiğini ifade etmişti. Fakat geçen zaman, Humeyni'nin bu sözlerini çok da doğrulamadı. İran'da bir ‘kültürel devrim' gerçekleştirme idealinin çok da tutmadığı artık hemen herkes tarafından dile getiriliyor. Hatta yapılan bazı kamuoyu araştırmalarına göre, bu alanda gerilemenin olduğu bile söylenebilir. Nitekim Mansur Muaddel tarafından 2000-2005 yılları arasında yapılan bir araştırmaya göre, “sizi hangi kimlik en iyi ifade eder?” sorusuna “her şeyden önce Müslüman” cevabını verenlerin oranı, 2000 yılında yüzde 62 iken, 2005 yılında yüzde 52'ye düşüyor; hakeza “kadınlar için tesettürün çok önemli olduğuna” inananların oranı 2000 yılında yüzde 70 iken, 2005 ‘te yüzde 34'e düşüyor. Belki bundan daha önemli olanı, aynı araştırmada, “demokrasinin sorunları olabilir ama diğer hükümet türlerinden daha iyidir” ifadesini doğru bulanlar, 2000 yılında yüzde 20 iken, bu oran, 2005'te yüzde 31'e yükseliyor (Bu araştırmanın sonuçları ‘ılımlı' Hatemi dönemindeki uygulamalarla ilişkilendirilebilir ama benzer gözlemleri yapanların çok olduğu da biliniyor). Benim gözlemime göre de, ‘sokaktaki insan' örneğin bir Türkiye'dekinden çok farklı değil. Bu, şu açıdan önemli: açıktır ki, bir devrimin toplumda kök salıp-salmadığı, en iyi sokaktaki insanın değişiminden ölçülebilir. Bu da ancak, ‘zihniyet değişimi' ile sağlanabilir. Her devrim, öncelikle, iyi örgütlenmiş ve daha öncesinde zihniyet devrimi yaşamış kadrolarla yapılır ve bu kadrolar, kendi ideolojisinin toplumda yerleşmesi için çaba gösterirler. Elbette ki devrimci kadroların da toplumda belirli bir karşılıkları vardır. Fakat ‘sokaktaki insan' devrimin ‘öncü kadrosu'na dahil değildir. Bilakis onun ‘hedef kitlesi'dir. Başarılı devrimler, zaman içerisinde ‘sokaktaki insan'ı da dönüştürebilmiş olanlardır. Çağdaş dönemde Fransız ve Rus devrimlerini bu kategoriye dahil etmek mümkündür. İran Devrimi'nin ise, gelinen aşamada, bu hususta ciddi sıkıntılar yaşadığı ortadadır.