Kürşad Atalar
BÖLÜM I
Bunun nedeni konusunda ise, bendeniz, şöyle düşünüyorum: Bir devrimin ‘sokaktaki insan'ı değiştirebilme gücü, her şeyden önce, ideolojisinin fiiliyatta paradigmal üstünlüğü ele geçirmesine bağlıdır. Devrim gerçekleşmeden önce, Fransa'da ‘milliyetçilik' özellikle de Rousseau ve Voltaire gibi ideologlar sayesinde, ideolojik üstünlüğü ele geçirmişti. Devrim, bir nevi, bu üstünlüğün tescillenmesi anlamına geliyordu. Devrim'den sonra ‘sokaktaki insan'ı değiştirmek bu yüzden kolay oldu. Aynı şekilde Rusya'da da, ‘sosyalizm', özellikle de Marks ve Lenin gibi ideologlar sayesinde ideolojik üstünlüğü ele geçirmişti. Ekim Devrimi, bunun ardından geldi ve o da bir nevi bu üstünlüğün resmiyet kazanması anlamına geliyordu. İran'da ise, durum biraz farklıdır. Her ne kadar İslamcılık akımı, Devrim'den önce Müslüman Dünyası'nda gelişme kaydetmiş olsa da, İslamcılığın ‘küresel çapta' ideolojik üstünlüğü' ele geçirdiği söylenemez. Evet, Devrim, milliyetçilik ve sosyalizmin Müslüman Dünyası'nda cazibesini kaybettiği yıllarda gerçekleştirmiştir; fakat bu, İslamcılığın, gerek bu ideolojilere karşı, gerekse küresel ölçekte bütün ideolojilere karşı, “kendi dinamiklerine dayalı olarak üstünlük sağladığı” anlamına gelmez. Burada İran toplumunun kendine özgü dinamiklerinin (örneğin, imamet inancı ile humusun dini bir vecibe olmasının) rolü olduğuna kuşku yoktur. Bendeniz, İran'ın şu an yaşamakta olduğu sıkıntıların, esasen, ‘ideolojik üstünlük' noktasındaki zaaflardan kaynaklandığını düşünüyorum. ‘Sokaktaki insan'ın değişmesi hususunda yaşanan zorluğu da bununla irtibatlı görüyorum. Fakat tabii ki Devrim'in nispeten ‘başarılı' olduğu alanlar da var. Bunları ise İslam'ın dönüştürücü gücü ile izah etmeyi daha doğru görüyorum. Modern dönem tarihinde, İran Devrimi'nin müstesna bir yeri olduğuna kuşku yoktur. Dinin toplum hayatından silindiğinin genel kabul gördüğü bir dönemde böyle bir Devrim'in gerçekleşmiş olması, Müslüman Dünyası'nda bir şeylerin değişmekte olduğunun da sinyalini vermiştir. Fakat yaşanan yaklaşık 40 yıllık deneyim şunu da göstermiştir ki, bu değişim, henüz yeterli değildir. Ne için yeterli değildir? Belki, ‘bireysel' değişimi gerçekleştirmek için yeterli kabul edilebilir; ama toplumsal değişimi gerçekleştirmek için yeterli olmadığı, bizzat tecrübe edilerek görülmüştür. Toplumsal değişim için, bir kavmin “kendi nefsinde olanı” değiştirmesi gerekir. Bunun için ise, öncelikle, ‘ideolojik üstünlük' ele geçirilmelidir. Belki Şia inancına dayalı İslam anlayışının İran toplumunda değişimi bir ölçüde sağladığı söylenebilir; ancak ‘küreselleşen' dünyada, sahici değişimin ‘lokal' değil, ‘küresel' olması gerektiği çok açıktır. İran'da (veya Müslüman Dünyası'nda her hangi bir yerde) eksik olan budur. Bu noktada ‘sahici' ve ‘ispatlı' bir üstünlük sağlanamadığı sürece, Müslüman Dünyası'ndaki benzer ‘devrimler'in akıbetinin de farklı olmayacağı çekinmeden söylenebilir.
Bu düşüncelere rağmen, ben, İran'a ilk ayak bastığımda, (kendi iddiası ölçeğinde de olsa) bir İslam Devleti'nin topraklarına ayak basmanın bende uyandırdığı duygularla Tahran sokaklarında gezdiğimi ifade etmeliyim. Bu duygunun, örneğin bir İngiliz milliyetçisinin 1789 Fransız Devrimi'nden sonra Paris'e ayak bastığında hissettiği duygudan veya bir İtalyan sosyalistin Ekim Devrimi'nden sonra Moskova'ya ayak bastığında hissettiği duygudan çok farklı olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu hissiyat, ‘ideolojik amaç birlikteliği' ile ilgilidir. İran Devrimi, ne olursa olsun, İslam adına yapılmış bir devrimdir ve bu yönüyle, ‘değerli'dir. Daha sonraki dönemde yaşanmış tecrübelerin tenkidi elbette yapılabilir ve yapılmalıdır. Hatta bunlar gerektiğinde çok sert bir şekilde de yapılmalıdır. Fakat bu ayrıdır; yaşanan tecrübenin önemi ayrıdır. İkisini birbirine karışmamak gerekir. Bütün yanlışlarına ve eksikliklerine rağmen, İran, halihazırda Müslüman Dünyası'nda İslam'ı toplum hayatına hakim kılmak amacıyla devrim yapmış tek ülkedir. Bir başka Müslüman ülkede bu çapta bir toplumsal kalkışma (henüz) gerçekleşmemiştir. Sünni dünyada, tabiri caizse, “yavaş ve emin adımlarla” bazı gelişmeler olmaktadır, ancak, bunlar, henüz, İran'da tecrübe edildiği oranda bir başarı yakalayamamışlardır (Müslüman Kardeşler ve Cemaat-i İslami gibi İslami Hareketler'in çalışmaları da buna dahildir). Fakat hem İran tecrübesi hem de Sünni dünyadaki diğer çalışmaların gelmiş olduğu nokta şunu göstermiştir ki, İslami Hareketler bir ‘tıkanma' durumu yaşamaktadırlar. Bana öyle geliyor ki, bu tıkanıklık aşılmadığı sürece de, küresel ölçekte başarı kazanmak mümkün olmayacaktır. Bendeniz, bu tıkanıklığın, esasen, ‘düşüncenin okullaşması' noktasında yaşandığını düşünüyorum. Eğer İslam, çağdaş dönemde, ‘iç tutarlılığa' sahip ‘sistematik' bir ‘ideolojik' söylemle insanlığa sunulamazsa, İslami Hareketler'in uzun vadeli amaçlarına ulaşmaları zordur.
İşte ‘sokaktaki insan'ın değişmesi noktasında yaşanan sıkıntıların bu önemli sorundan kaynaklandığını düşünen biri olarak, bendeniz, 2015'in Aralık ayında Tahran ve İsfahan caddelerinde dolaştım. Türkiye'deki ortalama insan profiliyle İran'daki ortalama insan profilinin çok farklı olmaması da beni şaşırtmadı. Fakat birçokları, özellikle de Batılı gözlemciler, İran'a gittiklerinde, genellikle çok farklı bir tablo ile karşılaşacakları vehmiyle hareket ediyorlar ve gördükleri karşısında şaşkınlıklarını da gizleyemiyorlar. Tabiatıyla, vehim, gerçek karşısında bir şey ifade etmez. Sahici manada bir ‘Düşüncede Devrim' gerçekleşmeden vuku bulan bir Devrim'in uzun vadeli amaçlarına ulaşması imkansızdır. Uzun vadeli amaçlara ise, ancak, ‘düşünce' açısından ‘dinç' bir ideoloji ulaşabilir. İran'da da, Müslüman Dünyası'nın diğer bölgelerinde de, Müslümanların en çok titizlenmesi gereken husus budur. Tabiatıyla, hayat bir yandan akıp gidiyor; onun gereklerini de yerine getirmek lazım. Fakat burada öncelik-sonralık sırasına dikkat edilmelidir. Müslümanlar bir yandan hayatın gereklerini yerine getirmeye çalışacaklardır ama bunu yaparken her daim, ‘istikamet'lerine de dikkat edeceklerdir. İstikameti, uzun vadeli amaçlar belirlemelidir. Aksi takdirde, gündelik ihtiyaçlar, amaç yerine geçebilir. Bugün İran'da Şia'nın (veya ‘ulusalcı' amaçların) yeniden belirgin hale gelmesinin asıl nedeni budur. Bunlar, ‘ideolojik' zaafın olduğu yerde, o boşluğu derhal dolduran etmenlerdir. Sünni dünyasında da bunun benzerlerini görmek mümkündür. Örneğin Türkiye'de 1990'lı yıllardan itibaren ‘geleneğin' (örneğin tasavvufi pratiklerin) İslamcı camia içerisinde yeniden popülarite kazanması, aynı zaaftan kaynaklanmaktadır. Kısacası, sorun, bütün Müslüman Dünyası'nın sorunudur; Müslümanlar, bütün düşünsel imkanlarını seferber edip bu sorunu çözmeye odaklanmalıdırlar.
İdeolojik üstünlüğü sağlama noktasında zaafları olan bir İslam Devleti'nin yapabilecekleri konusunda ise, İsfahan'da Çehel Sütun'u ziyaret ederken yapmış olduğum bir gözlemimi aktarabilirim. Çehel Sütun, turistik bir yer ve ülke dışından da ziyaretçileri çok oluyor. Bu mekanı çevreleyen demir parmaklıkların üzerine, bazı ayetlerin Arapça orjinallerinin yanına İngilizce mealleri de yazılmıştı. Sokaktan geçenler rahatlıkla bu ayetleri okuyabiliyordu. Türkiye, malum ‘laik' bir ülke ve bu nedenle, sıradan bir sokakta bu türden levhaları vs. görmek pek mümkün değildir. Bunlara ancak mezarlıklarda veya dini mahiyeti olan kurumların girişlerinde vs. de rastlanabilir. Türkiye gibi ülkelerde, halka açık mekanlarda rahatlıkla görülebilen levhalar, devletin resmi hüviyetine uygun olarak genellikle ‘seküler' mahiyetlidir ve bu da doğaldır. Benzer bir şeyin, ‘resmi olarak' bir İslam Devleti olan İran'da geçerli olmasına şaşmamak gerekir. Turistik bir mekan olan Çehel Sütun'da yapmış olduğum bu gözlemin bana düşündürttüğü şey, bir İslam Devleti'nin ‘etki alanı'yla ilgiliydi. Evet, bir devlet, sokağa hakim olabilir ve ideolojisinin propagandasını bu tür yerlerde yapabilir. Fakat asıl ‘etkili' propaganda ‘kalplere' yönelik olarak yapılandır. Acaba İran İslam Cumhuriyeti, bunu, vatandaşlarına ne kadar yapabiliyor ve bu noktada ne kadar başarılı? Kitaplarda okuduklarım ya da İran'daki gözlemlerim, bana bu konuda çok da başarılı olunamadığını söylüyor. Peki, o zaman geriye ne kalıyor? Bunun üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gerekir. Başarı, eğer ‘görüntü'de kalıyorsa, sahici değildir. Çünkü kalplere hükmetmek, güç ile değil, ikna ile mümkündür. İknanın en etkilisi ise, ‘düşünce gücü'yle yapılanıdır. Hipnotize ederek yahut zihinleri uyuşturarak da insanlar ‘ikna' edilebilirler. Fakat iknanın bu yolu, kalıcı olmaz. Tıpkı vehim gibi, gerçeğin anlaşılmasıyla, buharlaşır gider. Peki, İran'daki bu uygulamayı, esasen ‘laik' karakterli ülkelerde uygulanan ‘İslamizasyon' politikasına benzetmek mümkün mü? Bence burada önemli bir fark var. İran'daki uygulamaya ‘İslamizasyon' politikası diyemeyiz; çünkü İslamizasyon, bir ülkede, sahici bir İslami rejim gelmemesi için uygulanan ‘tedbir'lerden biridir. Görüntüde ‘dini' simgeler kullanılır; fakat gerçekte dinin kendisi yoktur. İran'da ise, sahip olunan inanç doğrultusunda bir şeyler yapılmaya çalışılmaktadır. Burada sorun, ‘yetkinlik' ile ilgilidir; amaç veya yönelim ile ilgili değildir. Dolayısıyla, İran'daki uygulamayı ‘kötü' bir uygulama olarak nitelemek mümkün iken, Türkiye ve Pakistan gibi ülkelerde uygulanan İslamizasyon politikalarının ‘özde farklı' (yani İslami gelişmeyi önlemeye yönelik) uygulamalar olduklarını söylemek daha uygun olur.
Son olarak, Şeriati Vakfı'nın gayesi ve çalışmalarıyla ilgili kısa bir değerlendirme de yapmak isterim. Görebildiğim kadarıyla, Vakıf, kısıtlı imkanlarla Ali Şeriati'nin düşünsel çizgisini korumaya çalışıyor. Bizdeki dernek ve vakıfların çalışma yöntemlerine benzer eğitim faaliyetleri yapan vakıf, küçük yardım ve bağışlarla ayakta durmaya çalışıyor. Resmi olarak destek almıyorlar, hatta dolaylı olarak faaliyetlerinin kısıtlandığı bile söylenebilir. Bizzat İhsan Şeriati'nin bana ifade ettiğine göre, rejim ile resmi olarak, Devrim'den iki sene sonra araları açılıyor. İhsan Şeriati'nin de resmi bir akademik unvanı yok. Vakıf, resmen Puran hanımın üzerinde görünüyor. Puran hanım, yaşlandığı için, vakfı, İhsan Şeriati'ye bırakmak istiyor, fakat rejim (veya ‘derin devlet') buna yasal olarak izin vermiyor. Bütün bunların sebebini anlamak da zor değil. Esasen Şeriati Vakfı, şu anki İran'da ‘muhalif' bir yapı olarak muamele görüyor. Bendeniz, özellikle de “düşüncede devrim olmadan, siyasal devrim yapmak doğru değildir” anlayışına sahip oldukları ve siyasette mollaların hakimiyetine karşı çıktıkları için, vakfın rejim ile ilişkilerinin iyi olmadığını ve halihazırdaki şartlarda bunun düzelmesinin de pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Yine bizzat İhsan Şeriati'nin ifade ettiğine göre, Vakıf ile halihazırdaki ‘ılımlı' Ruhani hükümetinin arası fena değil. Fakat vakfın, ‘derin devlet' olarak ifade olunabilecek ‘partizan' Şia kurumları ile sorunu var! Bunu, belki “öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” deyişiyle ifade etmek çok doğru değil, ama Şeriati ailesinin Devrim sonrası İran'daki siyasi yapıyı çok da makbul bulmadığı açık. Bu da şunu gösteriyor: Ali Şeriati'nin “sizi rahatsız etmeye geldim” cümlesiyle özetlediği anlayış, İran'da çok da kökleşememiş. Resmi düzeyde bu desteğin neredeyse yok mesabesinde olduğu dahi söylenebilir. Vakıf, ‘ılımlı' iktidarlar döneminde, görece rahatlama yaşasa da, çoğunlukla ‘mahalle baskısı'na maruz kalıyor. İran ziyaretimde, bu durumun yakın zamanda değişeceğine dair bir izlenim edinmediğimi de burada ifade edebilirim.
(Birinci Bölümün Sonu)