(27 EKİM 2018-ANKARA)
Şimdi bilinç ya da daha doğrusu zihin-olgu, düşünce-eylem ilişkisi meselesi var. Biz Müslümanlar yüzyıllardan beri daha çok hep böyle bir Kur’an üzerinden, yani yukarıda bir ruh var, daha böyle mistik bir şey, kutsal bir şey, onun üzerinden hayatı okumaya çalıştık. Bu ciddi bir Platoncu etki bence. Yani teoride de, kelamda da tartışılır ya, ruhun ölümsüzlüğü meselesi. Ezelidir, ebedidir… ama hep ruh üzerinden tartışılır. Yani bununla kastım şu tabi: biz buna kutsal kitap da diyebiliriz, fark etmez, o ruh, neyse. Bir kutsal kitabın üzerinden, kutsal bir ilke üzerinden, işte onun değişmezliğine vurguda bulunarak meseleleri tartıştık hep. İlhami hoca, “Sabit din, dinamik şeriat” diyor ama ben din konusunda da çok farklı düşünüyorum, yani dinin değişebilirliği üzerinde de fikrim, zındıklığım var. Din değişmezse benim için hiçbir anlamı yok, dolayısıyla sabit bir din kavramsallaşmanın ötesinde çok farklı bir şeye bakıyorum. Dolayısıyla Hayri hocamın da hep söylediği gibi, artık bir kutsallık, bir mistifikasyon, bir inşacı bilinç, zihin üzerinden ya da işte Kur’an ya da sünnet üzerinden hayata bakmanın, doğaya bakmanın, siyasete bakmanın, bilgiye bakmanın yüzyıllardır bizi bir yere götürmediğini söylüyorum, bundan sonra da götüreceğini sanmıyorum. Yüzyıllardır Müslümanlar tefsir çalışmaları yaptılar, yüzyıllardır bir sürü müfessirlerimiz var, bir sürü meallerimiz var yüzlerce falan, ama hala korkunç anlaşmazlıklar var ve hayatta bunun neye karşılık geleceğine dair içinden çıkılmaz yüzlerce, binlerce tartışma var. Ben bu tartışmalardan sıyrılmak gerektiğini, artık tefsir yapmanın bile çok anlamı olmadığını düşünüyorum. Yani hayatın tefsirini yapmak lazım, işte o yapay zeka, post-modern ya da bilgi ötesi toplum vs dediğimiz, Murat hocanın çok haklı olarak söylemiş olduğu doğayı anlamak lazım. Yani biz mesela bilgiyi üretmek meselesinden çok bahsediyoruz. Evet, bilginin özgürleşmesi çok önemli, Atasoy hocamın söylediği konu, ama bilgiyi üretme meselesi ne olacak? Bilgiyi biz nereden üreteceğiz? Yani bilgi üretmek istediğimiz zaman kutsal metinlere mi bakacağız, yoksa bizatihi kutsal metnin de işaret ettiği doğa, tabiat, hayvanat, nebatat, insan, sosyoloji vs, bunlara mı bakacağız? Yani şimdi biz bunları ıskalayarak yukarıdaki (yani tarihsel, evrensel vs tartışmasına girmeyeyim ama) belirli bir dönemde hakim olmuş, belli bir söylenişle gelmiş olan, ama aslında insanlara birtakım bakış açıları, perspektifler vermenin ötesinde bir şey kazandırmamış olan, yöntem konusunda bir şey vermeyen, içeriklendirilmemiş konular üzerine mi anlayışımızı kuracağız? Yani ayrıntılı olarak oradan hükümler çıkartılmaya çalışmasının bizi getirdiği ciddi kriz var. Biz bizatihi şu anı, şu çağı anlayalım diyoruz… Çağdaşlık kelimesine yıllardır Müslümanlar çok uzak durdu. Halbuki çağdaşlık (tabi onlar ideolojik anlam yükledi, din dışılık vs yükledi ama) asrilik, yani asrı anlamak, yani çağı anlamak, çağın dinamiklerini anlamak, kendimizi anlamak, kendimizi bilmek, hem içimizdekini, hem dışımızdakini bilmek anlamında önemli.
Dolayısıyla bilgiyi üretme meselesinde bugünkü var olan bilgiyi İslamileştirme çabası da sorunlu. Ta o günlerde, Raci Faruki’ler yazdığında biz üniversite yıllarında okurken de tartışmıştık, bu çok sorunlu bir kavramsallaştırma diye. Yani aslında var olan bir bilginin dilini ya da söylemini vs anlamıyorsanız, siz kurmadığınız bir şeyi İslamileştirmeye çalışıyorsunuz demektir ki, bu, aslında var olan bilgiyi bir taraftan onaylamak gibi bir sonuç doğuruyor, yani bu kavram da problemli. Ha, bunun yolu ne, bunu nasıl aşacağız? Aşmanın en önemli yollarından bir tanesi, Müslüman düşüncesinde yüzyıllardır çok kıt kalan, çok zayıf kalan eleştirel düşünme perspektifinin hakikaten dahil edilmesi ve sistematik hale getirilmesi. Şimdi Batı diyoruz, yani işte Cevat ağabey de az önce bahsetti, modernizasyonu nasıl formatladıklarını anlattı. Şimdi bugün Batı’nın post-modern düşüncesine ve düşünürlerine falan baktığımızda dahi, böyle bir süreç içerisinde birbirini eleştire eleştire büyüyen bir kümülatif ortaya çıkarmışlar. Şimdi bizim tarihimiz ya da oranın tarihi falan anlamında bakıyorum: etkileşimler üzerinden oluşmuş ne olmuşsa. Batı sadece kendi dinamikleri üzerinden oluşmuş değil, yani bu hepimizin bildiği bir konu. Yani eski Yunan birikimini dünyayla buluşturan Latinlerden önce Araplardı, Süryanilerdi, Yahudilerdi vs. Ondan sonra Latinler üzerinden, İbn-i Rüştçülük vs üzerinden Batı’ya doğru ciddi bir süreç falan yaşandı.
Benim en çok sorun yaşadığım noktalardan bir tanesi şu: Gazali’nin oradaki duruşu, yani devletçiliği, işte saray alimi olması falan ayrı bir tartışma konusu, aslında çok büyük, sufi bir feylesof, ama bir taraftan da hesaplaşmak problemli. Yani bizim bugün modernizasyonla ya da bugünkü bilgi ötesi toplumuyla vs hesaplaşmanın ötesine gitmemiz lazım, onu anlamamız ve açıklamamız lazım, hatta onunla etkileşime girmemiz lazım diye düşünüyorum. Aksi takdirde onu ret üzerinden ya da hesaplaşmak üzerinden bir şey yapmaya çalıştığımız zaman, karşıtlık yaptığımız zaman, yine kendi içimize kapanma ve “bizim oğlan döner döner aynı hikayeyi, aynı türküyü söyler” noktasına geliriz. Dolayısıyla çağı anlayacak ve bağlamı anlayabilecek, bu bağlamdaki sorunları anlayacak, anlamlandıracak bir dil ve söylemi üretmemiz lazım. Bunun için ise en önemli noktalardan bir tanesi kavramlar.
Şimdi bizim kavramlarımız hep din eksenli kavramlar. Yani “artık din dilini bırakalım” filan derken Hayri hocamın çok haklı olarak söylemiş olduğu noktaya dair bir şeyler söyleyeyim: biz, mesela Mısır modernleşmecilerinde olduğu gibi Batı’nın ürettiği kavramlara yeni kavramlarla karşılık verdik veya kendi kavramlarımızla Batılı anlamlar üretmeye başladık yahut da Osmanlı modernleşmecilerinde olduğu gibi, işte “demokrasi bizde de var, şûra, meşveret parlamentodur” falan gibi şeyler söyledik. Bunlarla bir yere varamadık. Şimdi bunun için bizim artık, yani yukarı, kutsal, bilinç, mistifikasyon ya da ne bileyim işte kutsal, Kur’an, sünnet üzerinden giderek düşünmeyi bırakmamız lazım; o bilinçle o olguyu, o insanı, o doğayı tanımlamaya çalıştığımızda, düşünceyi inşa etmeye çalıştığımızda ciddi gerilim çıkıyor, yüzyıllardır bu gerilimi yaşıyoruz, yani bu gerilimden kurtulmak önemli. Çünkü kavramlar sosyolojisi diye bir şey söyler Koselleck. Türkiye’de çok kimse çalışmıyor ve bilmiyor. Alman sosyolog. Bizim Yıldırım Beyazıt’ta bir arkadaş son yıllarda çalışmaya başladı. Yani kavramlar sosyolojisini de bu konuda gündeme getirmemiz lazım. Yani sosyoloji değişiyor. İşte biraz önce söyledi, gerek Cevat ağabey, gerek Murat Bey, birbirimizi tanıma, anlama konusunda nesiller arasında yaşanan sorunları. Şimdi bizim bu nesilleri anlayabilecek bir yaklaşıma ihtiyacımız var, artık böyle bilinçten azade, yukarıdaki bir şeyden, işte ne bileyim düşünden vs azade, kutsal metinlerden falan azade bir anlayışa ihtiyacımız var. Aslında bugünkü çağ, bugünkü yaşadıklarımız, hayat, olgular, doğa, tabiat, bir Müslüman olarak baktığımızda zaten Allah’ın ayetleri değil mi?
Yani biz mesela fizik bilmiyoruz, matematik bilen yok. Yani Müslüman dünyasında bu alanlarda ciddi bir gelişme ne zaman oldu? Yani belli ekoller vs olduğu zaman, İslam filozofları işte Kindi, Farabi, İbn-i Sina vs ekolleşmeleri, ayrıca bir takım birikimleriyle birlikte Beyt-ül Hikme’ler vs çıktı, yani birçok birikimler olmuş oldu. Ama biz hep metafiziksel bir şekilde yukarıdan bilinçle baktık. Yukarıdan, işte Kur’an ve sünnete uygun mu, değil mi diyerek. Şimdi buradan baktığımızda olmuyor. Ben bazen şöyle diyorum: Kur’an ve sünnet üzerinden hayatı, insanı, toplumu, bilgiyi, siyaseti, doğayı anlamaya çalışmanın getirdiği sorunları yaşıyoruz yüzyıllardır. Halbuki şöyle bir şey var: Doğa, fizik alem, hayvanat, nebatat, insan, toplum, siyaset, bilgi, teknoloji vs, bunları anlamadan ve bunları bilmeden ben Kur’an’ın ya da işte sünnetin anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Onun için mesela antropolojiyi, hocam söyledi, işte Arap cahiliye şiirini falan anlamadan, Kur’an’da ifade edilen şeyleri, Arapların psikolojisini anlamamız çok zor.
Yani dolayısıyla bizim özellikle farklı kültür ve medeniyet birikimleriyle çok ciddi bir şekilde etkileşime girmemiz lazım, yani çok ciddi bir şekilde onlardan kendimizi beslememiz çok çok önemli. Mesela ben her zaman kendi dünya görüşümün dışındaki insanlarla daha çok diyalektik bir sürece girdiğimde, kendi düşüncemi daha yetkinleştirebildiğimi, derinleştirebildiğimi, ona bir anlam katabildiğimde onun da bana bir anlam katabildiğini gördüm. Çok Marksist, deist, ateist arkadaşlarım oldu, ama ben tabi bunu halk vs seviyesinde söylemiyorum, yani bu kadar bilinçli, eğitimli, yıllardır okuyan insanlar arasında konuşuyorum. Düşüncemizi bu anlamda diyalektik süreç olarak geliştirmemiz, derinleştirmemiz lazım.
Vaktim var mı hocam?
TARIK ÖZKAN- Son 7 dakikamız var.
ADEM ÇAYLAK- Bir de bilginin üretilmesi konusunda şunu söylemek istiyorum: Çağı bilmeden, çağın dinamiklerini bilmeden ve o çağın dinamiklerinin getirmiş olduğu sorunları, disiplinleri falan bilmeden bilgi üretmek mümkün değil, bilginin sadece tüketicisi oluruz. Ve bilgiye dair bu çağı bilenler, çağın dinamikliğini bilenler bilgi üzerine hegemonya kuruyorlar ve o zaman işte Atasoy ağabeyin sömürgeleştirme falan dediği şeyler oluyor.
Dolayısıyla bilmeden bilgi üretmemiz mümkün değil. Ha, bilmek ne demek? Bilmek, nedenleriyle bilmek demektir. İşte burada bize lazım olan Platoncu, Farabici ya da daha sonraki çizgi olarak, kısmen İbni Rüşdçü çizgi değil, daha çok Aristotelesçi ve oradan da İbni Halduncu çizgi. Yani İbni Haldun’u bir sosyolog gibi ya da bir iktisatçı gibi düşünsek, topluma odaklanıyor. Orada belli kanunlar var. Mesela ben şöyle okudum İbni Haldun’un Mukaddime’sini: müthiş bir Kur’an tefsiri bir taraftan baktığınız zaman. Ben İbni Haldun’u okuduktan sonra Kur’an’ı daha iyi anlamaya başladım, çünkü bir tarih felsefesi var ve bir toplum felsefesi var; birtakım toplumsal zorunluluklar, kanunlar vs üzerinden olayı açıklıyor ve benim o bilinç dediğim, kutsal dediğim meseleyi daha anlamlı hale getiriyor.
Dolayısıyla antropoloji, arkeoloji, fizik, metafizik, matematik, sosyoloji ve tarih bilmeden Kur’an’ın anlaşılabileceğini, yani düşüncenin ekolleşebileceğini, daha doğrusu bilginin üretilebileceğini ve bu bilgi üzerine düşünce üretebileceğini pek sanmıyorum, yani pek bir olasılık veremiyorum. Tabi Kürşad hocam çok haklı olarak bir kapı açtı, bu kapı üzerinden umarım her birimizin katkılarıyla yeni bir şeyler çıkabilir. Mesela düşüncenin ekolleşmesi derken, sadece Müslümanların sorunu değil bu. Türkiye’de veya İslam dünyasında ya da dünyada sadece Müslümanlar yaşamıyor. Mesela bu ortamlarda gerçekten aklını kiraya vermemiş, ideolojik vs yaklaşmayan, din düşmanlığı ya da kutsal düşmanlık vs temelinde hareket etmeyen, ama özgür düşünebilen farklı ekollerden insanların olması çok önemli. Yani Marksist olabilir, liberal olabilir, fark etmez, soldan isimler falan olabilir. Yani bu şekilde bir tartışma yaratılır, yine başka yerde her türlü ekoller kurulabilir.
Yani dolayısıyla ekolleşme olmadan da düşünce ve bilgi üremiyor. Rufi Bey düşünce olmadan (ya da ben yanlış anlamış olabilirim, yanlış ifade etmiş olabilirim) ekolleşme olmaz tarzında bir şey söylüyor. Mesela şöyle düşünelim: Eski Yunan’da Platon’un kurmuş olduğu ekol, okul, akademiya olmadan, o birikim, o ekolleşme olmayacak. Yani bir ekolleşme, bir okullaşma olacak ki oradan bir düşünce üreyecek, oradan işte müthiş bir şekilde bugünlere kadar bir şeyler oldu. İşte Aristoteles’in kurduğu okul filan ayrı bir ekol oldu. İslam dünyasında Beyt’ül Hikme falan gibi çok ciddi örneklerimiz var, işte Meşşailik falan gibi. Yani bizim öncelikle okullaşmamız gerekiyor, önce ekolleşmemiz gerekiyor, arkasından o bilginin üretimi, düşüncenin üretimi, farklı kanatların vs olması mümkün hale gelebilecek diye düşünüyorum.
Bir de, küçük bir not almıştım, yani sonuç olarak şunu ifade etmek istiyorum: Bilgiyi inanç, iman, vahiy üzerinden ve bir bilinç üzerinden kurmaktansa, artık olgu, doğa ve insan doğası üzerinden kurmak gerekiyor. Mesela insan doğası üzerine çalışmalarımız yok. İnsan doğası üzerine Müslüman feylesoflarda çok az çalışma vardır, ama Batı’ya bir gidin bakalım, özellikle insan doğası özerine çok ciddi birikimler var. Dolayısıyla insan doğası, sosyoloji, toplumun doğası, siyasetin doğası üzerinden bilgiyi üretmemiz ve bu şekilde bilgiyi artık ekolleşmeye doğru götürmemiz gerekiyor. Yani iman ve vahiy üzerinden mi, yoksa yani vahyin de bizzat işaret ettikleri üzerinden mi bilgiyi üretmemiz gerekir, bunun da kaynakları bence hayatın bizatihi kendisi.
Murat Bey’in de hep söylediği gibi, bugünkü realiteden kopuk, bugünkü hayattan kopuk, bugünkü gelişmelerden kopuk bilginin üretilemediğini görüyoruz. Çünkü mitolojiye yöneldim derken şunu söylemeye çalışmıştım: hakikaten mitolojiyi herkese de çok ciddi bir şekilde tavsiye ederim, mitoloji kadim medeniyetlerin ruhunu anlamak için okunmalı, ondan sonra işte teoloji ya da başka şeyler geliyor. Aslında Batı’nın bugün yaşadığı pek çok şeylerde de mitolojinin çok etkisi var. Mitoloji biraz çapraşıklık, biraz farklılık, biraz çok değişiklik barındırır. Mitoloji vasıtasıyla, aslında günümüzü oradan da görmek, buradan da oraya bakmak meselesini anlamak bakımından çok farklı şeyler üretilebileceğini söylüyorum.
Dolayısıyla mekanın bilgisini bilmiyoruz mesela, geometri oradan geliyor. Mekanla ilgili ne çalışmalarımız var, ölçüm vs ile ilgili? Yok. Zamanın bilgisi, bu konuda da hiçbir şey yok. Yani bizden mimar çıkıyor mu? Müslümanlardan mimar çıkmıyor, çıkmaz, çünkü heykel falan yapmak haram olarak görülmüş İslam dünyasında. İşte resim, sanat falan, hepsini haram falan diye görmüşüz, ama modern dünya başka bir yere gidiyor, başka bir dünyaya gidiyor. Biraz önce Cevat ağabeyin söylemiş olduğu şey: yani öyle bir noktada olacak ki Müslüman düşüncesi şunu da onaylamak zorunda kalacak, onaylaması anlamında söylemiyorum, ama o da kanıksanacak: Bugün eşcinsellik falan konuşuluyor, tartışılıyor, reddediliyor. Ret üzerine gidiliyor, ama hayatın bir vakası, bunu anlamamız, bunun dilini üretmemiz gerekiyor. Yarın homoseksüel bir imamla karşılaşırsak ne yapacağız?
©2023 - Düşüncenin Okullaşması. Tüm Hakları Saklıdır.