* Düşüncenin Okullaşması Çalıştayı (2018)’nda yapılan konuşmaların tam metni birkaç hafta önce sitemizde yayınlanmıştı. Şimdi de bu konuşmalarda dile getirilen görüş, eleştiri veya önerilere ilişkin kanaatlerimizi içeren metni yayınlıyoruz. Burada şöyle bir üslup benimsenmiştir: önce her bir konuşmanın ana tezi tek bir cümlede özetlenmeye çalışılmış, ardından da katılımcının bu tez bağlamında ortaya koyduğu görüş, öneri yahut eleştirilere cevap vermeye gayret edilmiştir. Önceki katılımcıların dillendirdiğine benzer eleştirilerde bulunan sonraki katılımcıların görüş ve eleştirilerine ise, tekrara düşmemek için cevap verilmemiştir. Cevaplara yönelik olarak gerek katılımcılardan gerekse okurlardan yeni eleştiriler gelirse, onlara dair de yeni bir tartışma başlatılabilir.
MEHMET HAYRİ KIRBAŞOĞLU:
"Dünyada olup bitenleri iyi bilmeden, düşünce üretemeyiz."
KÜRŞAD ATALAR: Bu konuda Hayri hocamla benzer kanaatleri paylaşıyoruz. Kendisi: "dünyada olup bitenleri bilmeden bir varlık gösteremeyiz" diyor, ben ise (düşüncenin okullaşması tezi bağlamında defaatle ifade ettiğim gibi) "Batı’yı iyi bilmeden Batı’yı mağlup edemeyiz" diyorum. Bunun sebebini de özetle: "hakim paradigmayı Batı temsil ettiği için" şeklinde açıklıyorum. Eğer ideolojik/bilimsel üstünlük iddiası örneğin bir Çin’e yahut Japonya’ya ait olsaydı, bu kez cümleyi: "Çin’i veya Japonya’yı iyi bilmeliyiz" şeklinde kurmak gerekirdi! Aslında burada mevzu, Şeriati’nin sıklıkla üzerinde durduğu "tam tanıma" meselesidir. Çağdaş dönemde Müslüman Dünyası Batı sömürgeciliğine ve epistemolojik bir saldırıya maruz kalmıştır. Fakat karşılaşmanın gerçekleştiği ilk dönemde, "tanıma eksikliği" nedeniyle mücadeleden ciddi bir netice alınamamıştır. Verilen cevap büyük ölçüde "savunmacı"dır ve bu yüzden etkili olamamıştır. Şeriati bu hususu görmüş ve meselenin adını "tam tanıma" olarak koymuştur. Bu, bence de doğru bir tespittir, çünkü eksik malumatla hiçbir mücadele kazanılamaz. Çağdaş Müslüman Düşünce’nin bir varlık gösterebilmesi için, öncelikle hakim paradigmayı iyi bilmesi gerekir. Meydan okumanın anlamlı olabilmesi için bu şarttır. Nasıl ki klasik dönemde Yunan felsefesine ve tasavvufa karşı verilen mücadele "tam tanıma" gerçekleştikten sonra başarıya ulaşmışsa, çağdaş dönemde de moderniteye/postmoderniteye karşı verilen mücadele ancak bu paradigmalar iyi bilindikten sonra kazanılacaktır.
Fakat "tam tanıma"dan neyi anlamamız gerekiyor? Hayri hocam, organik aydından da malumat edinme sürecinde yararlanılabileceğini söylemekle birlikte, kendisine sıcak gelen tarzın Ali Şeriati’ninki olduğunu ifade ediyor. Bu konuda ben de kendisiyle hemfikirim. Fakat bu tarzdan neyin anlaşılması gerektiği hususu izaha muhtaçtır. Şeriati, malum olduğu üzere, küçük yaşlarından itibaren dini hassasiyet sahibi biridir: ilk dini eğitimini "aydın" bir din alimi olup içtihat edebilecek düzeyde eserler veren babasından almış, ardından Arapça’yı da öğrenerek dini ilimler sahasında titiz okumalar yapmıştır. Edebiyat tahsilini İran’da yaptıktan sonra Fransa’ya gitmiş ve orada kaliteli bir sosyoloji eğitimi almıştır. Yani Batı’yı Batı’da tanıma imkanı bulmuştur. Bu, Çağdaş Müslüman Düşünce’nin sembol şahsiyetlerden sadece ona ve İkbal’e nasip olmuş bir şeydir. O yüzdendir ki, bu iki şahsiyetin Batı eleştirileri, çağdaşı oldukları diğer İslamcılara (örneğin Mevdudi ve Kutup’a) nazaran daha detaylı ve derinliklidir. Buradan elbette "kaliteli Batı düşüncesi eğitimi alan herkes benzer şekilde sembol şahsiyet olur" neticesi çıkmaz. İkbal ve Şeriati’nin sembol şahsiyet olabilmelerinin nedeni, bu eğitimleri almadan önce de eleştirel düşünme hassasiyetine sahip olmalarıdır. Eğer bu hassasiyete sahip olmasalardı, dönemlerindeki pek çok isim gibi onlar da "Müslüman Modernist" tipolojiye dahil olabilirlerdi. Dolayısıyla "tam tanıma" için bilinç ve eleştirel düşünme kabiliyeti gerekir. Aksi takdirde Batı Düşüncesi, (sekülarist veya "Müslüman Modernist" örneğinde olduğu gibi) muhatabının fikrini çelebilir! İdeoloji alanı dışında ise "tam tanıma" zorunlu değildir. Örneğin, uzay ve bilişim teknolojileri gibi alanlarda böylesi bir bilgiye evvelemirde ihtiyaç yoktur. Çünkü toplumların istikametini "ideoloji" alanındaki tercihleri belirler. "Dünyayı değiştirmek için" önce bu alanda "yetkinlik" tesis edilmelidir (Trump’ın kırmızı düğmeye basarak nükleer savaşı çıkarıp çıkaramayacağına dair malumatı da, Harari vb isimlerin insanlığın ve gezegenin geleceği konusunda fütüroloji bağlamında dillendirdiği kimi görüşleri de aynı kategoride değerlendirmek mümkündür). Bu alanlara ilişkin malumatın da elbette yararları vardır, hatta bunların ideoloji alanıyla da dolaylı ilgileri olabilir ama önceliği bunlara tanımamak gerekir.
Bu bağlamda Hayri hocamın: "düşünce ekolleri skalasına ihtiyacımız var. 5 K formülü (kıtalar, kurumlar, kişiler, konular, kavramlar) çerçevesinde İslam Düşüncesinin klasik ve çağdaş dönem haritasının çıkarılması lazım" görüşüne ben de katılıyorum. Çünkü bu konunun "tanıma" meselesiyle ilişkisi bulunmaktadır (nitekim daha önceki kitaplarımda ve dusunceninokullasmasi.com sitesinde okullaşmanın olabilmesi için kişiler, olaylar ve kavramlardan oluşan 3 ayaklı bir çalışma stratejisi izlenmesi gerektiğini ifade etmiş ve bunun nasıl yapılacağını da açıklamıştım). Fakat kanımca burada şu hususlara dikkat etmek gerekiyor: ilimlerin tasnifine yönelik anlamlı bir çaba ortaya koyabilmek için, ilimlerin tümüne vakıf olmak gerekir. Klasik dönemde bu yönde çaba gösteren isimlere baktığımızda, hepsinde bu özelliğin bulunduğu görülür. Örneğin İbni Sina, Gazali, İbni Haldun çok yönlü, polimat insanlardır. Çağdaş dönem Müslüman Düşüncesi’nin bu alanda eksiklikleri olduğu ise izahtan varestedir. Bu nedenle "tasnif" işinin halihazırdaki şartlar dikkate alınarak "ideoloji" alanıyla sınırlandırılması gerekir. Okullaşma gerçekleşip güçlü siyasal entiteler ortaya çıktıktan sonra bütün ilimleri tasnif etme çalışmaları daha bir anlamlı olacaktır. İkincisi, Hayri hocamın da dediği gibi, bu tasnif çalışmasının realiteden kopuk olmaması gerekiyor. Örneğin, klasik dönemde yapılan Gazali-İbni Rüşd tartışmasını o gün yapıldığı biçimde bugüne taşımamak gerekir. Bu tartışma, o gün, dönemin kelam terminolojisi kullanılarak yapılmıştır; bugün ise ideoloji (yahut bilim) dili kullanılarak bir tartışma yürütülmektedir. Yani şartlar değiştiği için, tartışma dilinin (hakeza içeriğinin) de değişmesi gerekir. Klasik dönemde "Hakikat alanında" fikirleri yoğun olarak tartışılan isimler Platon, Aristoteles vs idi, bugün ise daha çok Descartes, Marks, Nietzsche (hatta Derrida, Deleuze, Baudrillard, Lyotard vs)’in fikirleri tartışılıyor. Klasik dönemle kıyaslandığında, bugün tartışmanın kapsamı genişlemiş, içerik de çeşitlenip (birçok yönden) başkalaşmıştır. Hocamın sözünü ettiği çalışmanın bu durum dikkate alınarak yapılması, yani "yenilenmesi" gerekiyor. Üçüncü olarak ise, "yaratıcı gerilim" kavramına açıklık getirmek gerekiyor. Hayri hocam mealen diyor ki: "farklı ekoller arasındaki tartışmalar nihayetinde fikir dünyamızı zenginleştirirler; bu yüzden okullaşma çoğulcu bir model içerisinde olmalıdır." Burada kavramsal bir paradoksla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü eğer Çağdaş Dönem Müslüman Düşüncesi okullaşacaksa, yeknesak tek bir ekol olarak ortaya çıkacaktır. Yani örneğin klasik dönemdeki fıkıh ekolü gibi bir mezhep olacaktır. Bunun dışında, ayrıca örneğin bir hadis ekolü, felsefe ekolü, tasavvuf ekolü vs de olabilir. Fakat öncelikle fıkıh ekolünün tebarüz etmesi gerekir. Çünkü o dönemde Ümmet’in acil olarak bu ekole ihtiyacı vardır. Bu ekolün (varsa) eksik bıraktığı noktaları zamanla başka ekoller doldurmaya çalışabilir ya da bu ekolün yöntemine veya görüşlerine kökten itiraz eden başka ekoller zamanla ortaya çıkabilir. Ama fıkhi problemlerin acilci çözümler beklediği vasatta, felsefe ekolü ortaya çıkamaz. Buna dair bir çaba beyhude olur. O yüzdendir ki, içinde yaşadığımız dönemde düşünce okullaşacaksa, bu, ancak "ideoloji" alanında olabilir. Çünkü halihazırda insanlığın buna ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç giderildiğinde, ilim dallarının incelikli noktalarında veya ortaya çıkan yeni ihtiyaca göre başka ekoller tezahür edebilir. Sonuçta düşünce ekolleri ne için vardır? Sahici sorunlara sahici cevaplar bulabilmek için! Bu yüzden sık sık hatırlatıyorum: Kutup’un: "zamanımız fıkhi sorunlara çözüm bulma zamanı değildir!" sözü bir hakikatin ifadesidir; yaklaşım olarak doğru bir tespittir. Bugün ilahiyat fakültelerinde bulunan tefsir, hadis, felsefe vs. kürsüleri "mesleki" birimler olarak çalışmaktadırlar. Klasik dönemde ise tefsirci ayrı bir ideolojik tutumun sahibidir, hadisçi, felsefeci, tasavvufçu vs ayrı bir ideolojik duruş sahibidir. O yüzden, okullaşma sürecinde bir tasnif çalışması yapılacaksa bu hususun daima göz önünde bulundurulması gerekir.
Hayri hocamın "düşünce üretirken, sınıfsal ve cinsel boyut ihmal edilmemeli" şeklinde ifade ettiği görüşe ilişkin olarak da şunları düşünüyorum: sınıfsal ve cinsel yaklaşım, moderniteye ait analiz çabalarıdır. İlkini sosyalizm, ikincisini ise feminizm savunmaktadır. Her iki yaklaşım da birer ideolojidir ve Batı Düşüncesi’nin damgasını üzerinde taşır. Yani her ikisi de hümanist, rasyonalist ve sekülaristtir. Bu üç "izm" de, zannımca, temel noktalarda İslam’la çeliştiği için, Müslümanların bu tür yaklaşımlara karşı "eleştirel" bir tutum takınması gerekir. Çünkü beşeri ideolojiler olguları çoğunlukla eğip bükerek değerlendirirler. Başka bir deyişle, sosyalizmin bir "sınıf meselesi", feminizmin de bir "cinsiyet meselesi" vardır. Ama İslam’ın bir "kadın meselesi" yoktur. Evet, İslam’da kadın vardır (nasıl olmasın ki, Kur’an’ın bir suresinin adı Nisa’dır) ama feminizmin ortaya koyduğu biçimde bir "kadın meselesi" yoktur. İslam’ın mezkur alana (veya tüm alanlara) ilişkin bir meselesi varsa, onun adı "kulluk meselesi"dir. İslam’a göre model insan "mümin" veya "kul"dur. İşçi, kadın veya vatandaş değildir. Konuya bu zaviyeden bakmadıkları için, Müslümanlar sınıf veya cinsellik başlığı altında gündeme taşınan konuları, ister istemez, modern ideolojiler zaviyesinden değerlendirmek durumunda kalmaktadırlar. Çünkü meselenin çerçevesini bu ideolojiler çizmekte, kavramlarını ve içeriğini de yine bu ideolojiler belirlemektedir. Bu zeminde yapılacak bir tartışmadan İslam’ın onayını alacak sonuçların çıkması zordur.
Düşünce üretimi konusunda yapılması gereken çalışmalara dair Hayri hocamın önerilerine genel olarak sıcak yaklaşmakla birlikte, bu hususta bazı noktalara dikkat çekmeyi yararlı görüyorum. Hocam diyor ki: "ortak çalışılabilecek kişiler ve kurumlarla dirsek temasına geçilmesi gerekir." Malum olduğu üzere, bu konuyu, gerek Düşüncenin Okullaşması gerekse Gelecek İçin Manifesto kitaplarında "devlet desteği" veya Beyt’ül-Hikme kavramı çerçevesinde değerlendirmiş ve geniş kapsamlı bir projenin bireysel çabalarla tamamlanmasının zor olduğunu dile getirmiştim. Bu görüşümde bugün de bir değişiklik olmadı. Çünkü sadece düşüncenin okullaşması projesi değil, kapsamı geniş her projenin ciddi bir finansal/organizasyonel desteğe ihtiyacı vardır. Okullaşma ise esasta Ümmet’e ait bir görevdir. Bireysel çabalarla böylesine büyük bir görevin üstesinden gelinemez. Fakat burada ulus-devletin kurumlarının tavrı ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Çünkü bu devlet, son tahlilde, modernite temelinde kurulmuştur ve antitezi olan bir çalışmaya destek yerine köstek olacağı da bellidir. Halihazırda adı "İslam ülkeleri" olan devletler de buna dahildir. İhtimal düşük olsa da burada 3 seçeneği tartışmak mümkün olabilir. İlki Türkiye’dir. Çünkü bizler bu ülkede yaşıyoruz ve son tahlilde çalışmalarımızı burada yapıyoruz. Daha önce de ifade ettiğim gibi, düşüncenin okullaşması projesi, eğer ilgi duyulursa, resmi makamlarla da görüşülebilir. İlgi duyulmasa bile, bu projeden onların da haberdar edilmesini bir nevi "tebliğ" görevi olarak görüyorum. Bunu daha önce de "düşüncenin okullaşması tebliğ ve cihad yükümlülüğünün gereğidir" diyerek ifade ettim. Buradan mevcut laik cumhuriyetin projeye ilgi gösterip mali vs destek vereceğini beklediğim anlamı çıkmaz. Bu sonucu çıkaranlar oluyor ama ben bir kere daha ifade edeyim: proje hakkında resmi makamları "haberdar etmek", tıpkı Ercümend Özkan’ın İslami Parti tüzüğünü İç İşleri Bakanlığı’na "beyan etmesi" gibidir. Her ikisinde de "tebliğ" amaçlanmaktadır. Çünkü her insan/Müslüman, sahip olduğuna inandığı doğrular hususunda başkalarını bilgilendirmek durumundadır. Dinimizdeki tebliğ yükümlülüğünün ardındaki mantık budur. Tebliğ yapmanın elbette ki çeşitli yolları vardır: kitap basarsınız, bu tebliğ kapsamına girer; konferans verirsiniz, bu da tebliğ kapsamına girer. Ama tebliği Parti yoluyla yapacaksanız, bunun yolu bellidir. "Ben tek başına bir partiyim" yahut da "ben cemaatim ama parti gibi hareket ederim" diyemezsiniz. Özetle, projeden haberdar olmaya bireylerin de hakkı vardır, kurumların da. Kim ilgi gösterirse, proje onlara anlatılır. Bu yüzden, içinde yaşadığımız, havasını soluyup suyunu içtiğimiz ülke olması itibarıyla, projenin Türkiye’de ilgi görme ihtimali (eğer olacaksa), diğer ülkelere göre daha fazladır. İkinci seçenek İran’dır. Hemen ifade edeyim ki, bu ülkede de projenin ilgi görme ihtimalini (mevcut yönetimin önceliklerini göz önünde bulundurarak) yüksek bulmuyorum. Ama İran İslam Cumhuriyeti, (en azından iddia olarak) "İslam Devleti" olduğunu söylüyor. Bu iddianın, Suudi Arabistan’ın veya Pakistan’ın iddiasından farklı olduğu açıktır. Çünkü ülke bir "İslam Devrimi"nin ardından kurulmuştur ve küresel sistemin de ambargosuna maruz kalmıştır. Bu iddiası nedeniyle, İran resmi makamları da projeden haberdar edilebilir. Fakat Şiilik, ulus-devlet refleksleri gibi olumsuz faktörler nedeniyle, projenin bu ülkede ilgi görme ihtimalini, Türkiye örneğiyle kıyasladığımda, daha düşük görüyorum. Halihazırdaki İran yönetimi, giderek daha çok "gelenekçi" refleksler geliştiriyor ve bu süreç bu şekilde işlediği sürece, projeye ilgi gösterme ihtimali de giderek azalıyor. Üçüncü seçenek ise projeyi Batı ülkelerinde uygulamaktır. Hayri hocam gibi benim de zaman zaman: "düşüncenin üretim merkezini Batı’ya taşıyabiliriz" diye düşündüğüm olmuyor değil. Ama bunu şu yüzden en zayıf ihtimal olarak görüyorum: proje zaten moderniteyi mağlup etmeye çalışıyor ve moderniteyi de bugün Batılı ülkeler temsil ediyor! Dolayısıyla Beyt’ül-Hikme benzeri enternasyonal bir kurum Batı ülkelerinde kurulsa ve faaliyete geçse bile, bir süre sonra amacını gerçekleştirme yönünde ciddi belirtiler ortaya çıkarsa, bu ülkeler projeye engel olurlar. Fakat Batı ülkelerindeki akademik imkanlardan proje bağlamında yararlanmak mümkündür. Hayri hocamın da isabetle belirttiği gibi, bu ülkelerde kaliteli araştırmacılar vardır ve onlardan proje bağlamında yararlanmak mümkündür. Yalnız burada da şu hususun altını çizmek isterim: daha önce de çeşitli vesilelerle ifade ettiğim gibi, proje bağlamında çalışacak kişilerin "İslamcı" hassasiyete sahip olması gerekir. Aksi takdirde, modernitenin/postmodernitenin cazibesine kapılma riski vardır! Proje bağlamında Batılı araştırmacıların yaptığı kaliteli çalışmalardan da yararlanılabilir. Bunda da her hangi bir mahsur görmüyorum. Ama yine de dikkati elden bırakmamak gerekiyor. Zira her yazar, sonuçta eserini belirli bir bakış açısıyla yazıyor. Bakış açılarını belirleyen ise, malum olduğu üzere, inançtır, ideolojidir, dindir, vs. Bu hassasiyeti koruduğumuz müddetçe, Batılı araştırmacıların çalışmalarından da istifade etmemiz mümkündür.
Hayri hocamın "din dilini bırakıp yeni bir evrensel dil üretmeliyiz" mealinde sarf ettiği cümleye dair ise şunları söyleyebilirim: camiamızda "dil meselesi"ne dair farkındalık giderek artıyor ama kanımca henüz yaygın bir bilinç oluşumundan söz edemeyiz. Hatırlanacağı gibi, düşüncenin okullaşması tezi bağlamında sıklıkla dile getirdiğim cümlelerden birisi de şudur: "dilimiz küresel olmalıdır." Hayri hocam "evrensel olmalı" diyor! Tabii, hocalık başka bir şey: görüş alanınız daha geniş oluyor! Espri yapıyorum. Bu konunun postmodern dönemde meşhur olmuş "söylem" tartışmasıyla alakası vardır. Batı’da Foucault’ten sonra epeyce tartışılmıştır, bizde de tedricen gündem olmaya başlamıştır. Söylem deyip geçmemek gerekir. Söylem, yerine göre, her şeydir! Müslümanlar olarak bizim "orijinal dilimiz" vardır ve bu Kur’an’da öylece durmaktadır (Hayri hocamın: "Kur’an’ın dili, aslında çok ‘dini" bir dil değildir" görüşüne ben de katılıyorum. Bence bu dil, daha ziyade "ideolojik"tir!) Çağdaş dönemde yapılması gereken, bu dili çağın meselelerine çözüm olacak şekilde kullanabilmektir. Ama bir kez daha ifade edeyim: orijinal dile vukufiyet kesbetmek öyle kolay bir iş değildir. İlimde derinleşmeyi gerektirir. O yüzden, bu işin ancak okullaşma aşamasında layıkı veçhiyle yapılabileceğini düşünüyorum.
Son olarak hocamın: "Dünya dillerini bilen araştırmacılara ihtiyacımız var" ve "Okumalar orijinal metinlerden yapılmalı" mealindeki sözlerine de birkaç not düşmek isterim: Özellikle de modernite/postmoderniteyi "iyi tanıma" meselesinin çözümünde dil bilmenin ve metinlerin orijinalinden okunmasının önemine dair daha önce düşüncenin okullaşması tezi bağlamında görüşlerimi açıklamıştım. Hemen ifade edeyim ki, çeviri programlarının vs meseleye çözüm olabileceği konusunda ciddi kuşkularım var. Çünkü doğru çeviri, anlam çevirisidir. Bu ise tercüme edilecek metnin yazarının düşünce yapısını iyi anlamakla mümkündür. Gramer bilgisi bu konuda yetersiz kalır; asıl önemli olan "kavram çevirisi"dir. Tercüme hatalarının fahiş olanları bu noktada görülmektedir. Dolayısıyla "dilen bilen araştırmacılar"dan kastımızın, "konuya kavramsal düzeyde vakıf olan araştırmacılar" olması gerekir. Düşüncenin okullaşması tezi bağlamında dile getirdiğim "metnin orijinalinden okunması zorunludur" görüşünün temelinde de bu anlayış yatmaktadır. "Tam tanıma" eksiklik kabul etmeyeceği için, eğer okullaşma olacaksa, bu şartın karşılanması elzemdir.
©2023 - Düşüncenin Okullaşması. Tüm Hakları Saklıdır.