Söyleşi

DÜŞÜNCENİN OKULLAŞMASI ÇALIŞTAYI (2018-ANKARA)

(CEVAPLAR)*

* Düşüncenin Okullaşması Çalıştayı (2018)’nda yapılan konuşmaların tam metni birkaç hafta önce sitemizde yayınlanmıştı. Şimdi de bu konuşmalarda dile getirilen görüş, eleştiri veya önerilere ilişkin kanaatlerimizi içeren metni yayınlıyoruz. Burada şöyle bir üslup benimsenmiştir: önce her bir konuşmanın ana tezi tek bir cümlede özetlenmeye çalışılmış, ardından da katılımcının bu tez bağlamında ortaya koyduğu görüş, öneri yahut eleştirilere cevap vermeye gayret edilmiştir. Önceki katılımcıların dillendirdiğine benzer eleştirilerde bulunan sonraki katılımcıların görüş ve eleştirilerine ise, tekrara düşmemek için cevap verilmemiştir. Cevaplara yönelik olarak gerek katılımcılardan gerekse okurlardan yeni eleştiriler gelirse, onlara dair de yeni bir tartışma başlatılabilir.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

CEVAT ÖZKAYA:

"Sistematikleşme ihtiyacını reddetme imkanı yoktur."

KÜRŞAD ATALAR: Açıkça söylemek gerekirse, Cevat abinin konuşmasında düşüncenin okullaşması bağlamında dile getirdiğim görüşlere yönelik bir eleştiri yahut itiraz göremedim. Cevat abi, sadece özgürlük kavramıyla ilgili kanaatimin proje bağlamında dile getirilen görüşlerin dinlenmemesi riski taşıdığına dair bir uyarıda bulunuyor ki, onu da esasa yönelik bir eleştiri olarak değerlendirmiyorum. Aslında bu konuda çok da haksız sayılmaz, çünkü mevzuyla ilgili tepkiler, seküler kesimlerden ziyade Müslüman camiadan geliyor. Konuyla ilgili bir anımı Gelecek İçin Manifesto adlı kitapta daha önce anlatmıştım. İslami bilince sahip bir arkadaşım, yıllar önce bir dergide yayınlanan "İslam’da Hürriyet Var mı?" başlıklı yazımı okuduktan sonra, hayret belirten bir yüz ifadesiyle: "böyle bir yazıyı nasıl yazarsın?" diye tepkisini göstermişti! Benzer tepkiler zaman içerisinde başka birçok kişiden de geldi. Bu konudaki görüşümün camiamızda nasıl karşılanacağını tahmin etmek (yazıyı yazarken bile) benim için zor değildi. Bugünden sonra da görüşüme karşı çıkacak birçok insan olacaktır. Ama bu konuda naçizane böyle düşünüyorum. Fikrimi değiştirecek yeni bir bilgiyle karşılaşmadığım sürece de gelen tepkileri gözeterek bir tutum takınamam. Hatta kitleyi uyarmak adına belki "bu konudaki görüşümü daha yüksek sesle dillendirmem lazım" dahi diyebilirim.  Tabii biz sonuçta fikri bir tartışma yapıyoruz. Taraflar illa anlaşmak, uzlaşmak zorunda değiller. Savunduğum görüşün marjinal addedildiğini, bunun karşısında "İslam bir özgürlük manifestosudur" tezinin yaygın kabul gördüğünü bilmiyor değilim. Bana göre bu yanlış anlayışın temel nedeni, Müslüman camianın hakim paradigmadan hala etkileniyor oluşudur. Zannımca halihazırda düşüncenin okullaşamadığının net kanıtlarından birisi de budur. Bizler başka bir paradigmanın kavramlarını sakınımsız bir şekilde kullanmamalıyız. Çünkü bunlar "mana yüklü" kelimelerdir. Bazı kelimelere anlam pompalamak kolay olur, ama bazıları bunu hiç kabul etmez. Bana göre özgürlük böyle bir kavramdır. Ne kadar uğraşılsa da, İslamileştirilemez.

Cevat abi (tıpkı Hayri hocam gibi) "Müslümanların üretmiş olduğu düşüncenin haritasını çıkarmak gerekir; bu alanda İslam düşünce tarihi başlıklı kaliteli eserlere ihtiyacımız var" diyor ki, ben de esasen bu kanaatteyim. Ama bunu yaparken, belirli hassasiyetleri de gözetmemiz gerekiyor. Örneğin akademi bu alandaki ihtiyacı gidermeye yeterli olabilir mi? Halihazırda ilahiyat fakültelerinden tutun sosyal bilimler alanındaki birçok enstitü veya araştırma kurumu bu alanda zaten çalışıyor ve bir biçimde bir ürün de ortaya koyuyorlar. Ama bu soruna çare oluyor mu? Bence olmuyor. Çünkü eğer olsaydı, mesela akademik titre de sahip olan Ali Şeriati "Ne Yapmalı?" başlıklı bir kitap yazmaz, akademideki çalışmalarının yeterli olduğunu söyler ve Hüseyniye-i İrşad adlı kurumda "başka bir içeriğe sahip" konferanslar verip "başka bir gözle yazılmış" programlar önermezdi. Cevat abi diyor ki: "üç-beş tane daha Ali Şeriatimiz olsaydı, bugün ortaya çok farklı bir tablo çıkardı." Evet, doğru. Fakat burada şuna dikkat etmemiz gerekiyor: Ali Şeriati’nin düşünme biçimi "akademik" tarzdan farklıdır. Burada "ideoloji" belirleyicidir. Akademi ise "tarafsız" olmak durumundadır (Bu bağlamda Ali Şeriati esasen bir akademisyen değil, ideologdur). Yani bir düşünce tarihi atlası vs. hazırlanacaksa, "bakış açısı"nın doğruluğu öncelik arz eder. Bunu da ideoloji belirler. Zannımca, bugün "Düşünce Merkezi" olarak faaliyet yapan birçok kurumda bu bakış açısı olmadığı için ortaya konan ürünler derdimize çare olamıyor. İsim vermeyeyim ama akademik sınırlılıkları aşma iddiasıyla kurulan bu tür merkezlerde de maalesef bir süre sonra akademik tarz baskın temayül haline geliyor ve Şeriati’nin önerdiği türde bir düşünce üretimi maalesef yapılamıyor. Bunun elbette çeşitli nedenleri var. İlki akademik tarzın bu alanda ortodoksiyi temsil ediyor oluşudur. Düşünce üretimiyle uğraşan kişiler, bu yüzden heterodoks üretim yapma riskini çoğunlukla alamıyorlar. İkincisi ve belki de daha önemlisi, muhalif düşüncenin (özellikle de ideolojik rekabetin şartlarını karşılama noktasında) zaaflarla malul oluşudur. Bu eksiklik, özellikle de paradigmal mücadele alanında görülmektedir. Bendeniz Şeriati düşüncesini de son tahlilde bu kategoride değerlendiriyorum. Dönemine göre belki "en ileri düşünce" olarak görülebilir ama "okullaşma kriterleri"ni (tıpkı Mevdudi-Kutup düşüncesi gibi) o da tam karşılayamamaktadır. Eğer tarihimizdeki bütün düşünce ekollerinin bir haritası vs çıkarılacaksa, öncelikle bu hususun göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

Cevat abinin teknoloji konusundaki yaklaşımına ben de katılıyorum. Daha çok gelenekçi çevrelerin yaptığı gibi, Batı ürünü olduğu gerekçesiyle teknolojiye tümden karşı çıkmanın doğru olmadığını, ama bu hususta da yine sakınımlı bir tutum takınmanın daha isabetli bir yaklaşım olacağını düşünüyorum. Cevat abinin de dediği gibi: "teknolojiye karşı çıkmak yerine, onu anlamlandırmak gerekir." Eğer "insan"a zarar vermek (veya onu yok etmek vs) amacıyla kullanılıyorsa buna karşı çıkılmalıdır. Teknoloji, birçok boyutu itibarıyla, bir "araç" olarak görülebilir. İyi yönde de kullanılabilir, kötü yönde de. Burada amaç belirleyici olur. Bir bıçağı adam öldürmek için kullanmak da mümkündür, ekmek kesmek için de! Hakeza nükleer teknoloji de böyledir. Enerji üretimi için kullanılabileceği gibi, nükleer bomba yapmak için de kullanılabilir. Ayrıca teknolojiye ulaşırken kullanılan yöntem de önemlidir. Burada da ahlaki sınırlara dikkat etmek gerekir. Örneğin tıp, kimya vb. alanlarda hayvanların kobay olarak kullanıldığı deneylerde gayri ahlaki tarzlar denendiği bilinmektedir. Hatta bazı bilim adamları insanlar üzerinde dahi bir takım deneyler yapmaktadırlar ki, bunlara İslami açıdan cevaz verilemez.

"Adaletsizliğe karşı çıkacak bir söylem geliştirmeliyiz" yönünde gerek Hayri hocamın gerekse Cevat abinin dile getirdiği görüşe ilişkin olarak ise şunları söyleyebilirim: Elbette haksızlığa karşı çıkılmalıdır ama bunun tarzı, üslubu, içeriği çok önemlidir. Örneğin, Peygamberimiz vahyin inzalinden önce de iyi bir insandır ve herkesin bildiği üzere Hılfu’l-Fudul adlı dayanışma grubunun içerisinde yer alıp toplumdaki haksızlıklara karşı çıkmıştır. Fakat Mekke toplumu, o dönemde Peygamberimizin takındığı bu tutuma fazla bir anlam yüklememiştir. Ama ne zaman ki Peygamberimiz vahiy inzal olup da toplumuna: "uydurma putlara değil, tek Allah’a tapın" çağırısında bulunmuştur, o andan itibaren toplumunun Peygamberimize yönelik tavır çok farklı olmuştur. Yani her iki dönemde de haksızlıklara karşı çıkmasına rağmen, "mesaj/dava sahibi bir kişi" olarak toplumuyla muhatap olduğunda daha farklı muamele görmüştür. Bu sadece Peygamberimizin tecrübe ettiği bir şey de değildir. İnsan olarak çok iyi biri olabilirsiniz ve herkes sizi sevebilir, övebilir. Bir insan olarak açı doyurur, yoksulu giydirirsiniz, herkes sizi takdir eder. Yardım kuruluşları aracığıyla uluslarötesi faaliyetlerde bulunursunuz, kimse sizi "bunu niye yaptın?" diye eleştirmez, bilakis destek olur, arka çıkar. Ama ne zaman ki davanızı öne çıkararak bir eylemde bulunursunuz, orada iş değişir. Çünkü başka davalar da vardır ve bunlar sizinkiyle çelişebilir! İşte orada "mücadele" başlar. Yani topluluk davranışını belirleyen "ideolojik tercihler"dir. Bu, sadece sosyal/siyasal alan da değil, "sivil" alanda da böyledir. Kimileri STK’ları bu kuralın istisnası olarak görüyorlar ve diyorlar ki: "NGO’lar (yani STK’lar) siyaset alanının dışında faaliyet gösteren yapılardır; haksızlığa uğrayanların haklarını savunmaktan başka gayeleri yoktur." Bu görüşü savunanlar bence yanılıyorlar. Çünkü hiçbir yapılanma, amaçsız faaliyet gösteremez. Amaç söz konusu olduğunda da fikirler, inançlar ve kanaatler devreye girer. Buna dair iyi örneklerden biri Helsinki İnsan Hakları Komitesi’nin yıllar önce yayınladığı bildiride yer alan: "aklımız her türlü bağın üzerindedir" mealindeki cümledir. O dönemde Müslüman camianın önde gelen isimlerinin de imza koyduğu bu bildirgeyi bendeniz eleştirmiş ve: "bir Müslüman bu cümlenin geçtiği bir metnin altına imza atmamalıdır" demiştim. Çünkü bu ifade tipik manada rasyonalist/hümanist anlayışı yansıtmaktadır. Ama bizim camiamız çoğunlukla şu anlayışla hareket ediyor: "önemli olan haksızlığa karşı çıkmaktır; metinde ne yazdığı o kadar önemli değildir." Bence bu anlayış, ciddi manada sıkıntıları içinde barındırmaktadır. Çünkü bizler (hangi konuda olursa olsun) eylemlerimizi "bir şey adına" yaparız. Mesela Müslümanlar olarak namazı Allah için kılarız, orucu Allah adına tutarız, vs. Bildirgeyi hazırlayanlar, açıkça, (He-Man’daki karakterin dediği gibi): "Gölgelerin Gücü Adına!" hareket ettiklerini söylüyorlar, fakat Müslümanlar bunu önemsemiyor ve filanca kişinin uğradığı haksızlığın bir biçimde giderilmesinin daha önemli olduğunu düşünüyorlar! Dolayısıyla, adaletsizliğe "ne adına" karşı çıkıldığı önemlidir ve eylemlerimizi belirleyen bu olmalıdır. Müslüman, insani bir tavır olarak, kimliğine bakmaksızın insanlara yardım edebilir, uğradıkları haksızlığı gidermek için bir çaba da gösterebilir. Çünkü o, bu yaptığının inancıyla çelişmediğini düşünür. Bir hümanist/rasyonalist de haksızlığa uğramış bir Müslümana yardım edebilir, çünkü bu ideolojide "inancına bakılmaksızın" insancıl davranış göstermek erdem olarak kabul edildiğinden, o da yaptığının inancıyla/ideolojisiyle çelişmediğini düşünür! Ama her ideoloji böyle değildir. Örneğin bir Nazi’ye göre Yahudi görüldüğü yerde fırına atılmalıdır, Pol Pot yönetimine göre de "işçi sınıfının düşmanı" 2 milyon Vietnamlının yeryüzünden "temizlenmesi" sosyalist erdemlerin en büyüklerinden biridir! Dolayısıyla, ideolojiden bağımsız bir adalet mücadelesi verilebileceğine bendeniz inanmıyorum. STK’ların bu yönde yaptığı propagandanın da "masum olmadığını" düşünüyorum. Bana göre, bunlar, nihayetinde modern/postmodern paradigmanın küresel hakimiyetinin devamı için çalışan aparatlar olarak işlev görüyorlar. Hükümetler bir yandan, bunlar bir yandan, el birliğiyle "bu amaç doğrultusunda" çalışıyorlar. Müslümanların önemli bir kısmı bence henüz bu hususun farkına varabilmiş değil.

Başta da söyledim: Cevat abinin konuşmasının genel içeriği, düşüncenin okullaşması bağlamında dillendirdiğim görüşle genel olarak uyumluluk arz ediyor. Üç örnekle de bu görüşümü destekleyebilirim: mesela Cevat abi diyor ki: "proje bağlamında ciddi çalışan 3-5 gencin ortaya çıkması durumunda projenin gençleri ümitlendirmesi mümkündür." Bu görüşe ben de katılıyorum. Daha önce de çeşitli vesilelerle ifade ettiğim gibi, proje bağlamında belki çok sayıda kişiyi istihdam etmek şu an itibarıyla zor olabilir ama sınırlı sayıda kişiyle (tabiri caizse "sembolik" manada) çalışmalar yapılabilir. Örneğin Batı veya Müslüman Düşüncesi listesinde ismi geçen kişilerden herhangi biri üzerinde uzmanlaşıp bu şahsiyetin görüşlerini düşüncenin okullaşması tezi zaviyesinden kritize etmek vs mümkündür. Bu tür çalışmaların sürece katkısı elbette olacaktır. Çünkü prototip işlevi görürler. Az sayıda kişiyle de olsa, bu alanda belirgin bir performans sergilenmesi, başka çalışmaların da yapılabileceğine dair ümit doğurur. Özellikle de genç kesimin bundan olumlu yönde etkileneceğine kuşku yoktur. Cevat abinin: "eleştirel kitle ekollerin denetlenmesi noktasında işlev görebilir" mealinde dile getirdiği görüşü ise ikinci örnek olarak gösterebilirim. Cevat abi burada görüşlerini Kur’an’a onaylatmak isteyen farklı grupların iddialarını sorgulama noktasında bu kitlenin bir işlev görebileceğine dikkat çekiyor, ben ise eleştirel kitlenin asli görevinin okullaşma sürecinde yüksek düzeyli bir düşünsel tartışma yürütmek olduğunu düşünüyorum. Her ikisinde de yüksek düzeyli eleştirel düşünce bir nevi denetim işlevi görür. Sonuçta, her türlü problemin çözümü bilgiyle mümkündür. Eleştirel kitlenin bilgi düzeyi ne kadar yüksekse, düşüncenin okullaşması süreci de o oranda hızlı işleyecektir. Hakeza, bu kitle yoksa veya bilgi düzeyi düşükse, süreç içerisinde ortaya çıkabilecek düşünsel sapmaları önlemek de zor olacaktır. Cevat abiyle fikirlerimizin örtüştüğü üçüncü konu başlığı ise Batı’yla hesaplaşmadır. Cevat abi özetle diyor ki: "Batı’yla hesaplaşma olmalı." Çalıştay bağlamında konuşan katılımcıların bazıları, benim de benimsediğim bu görüşe yönelik bazı eleştiriler getirdiler. Bunları da elbette dikkate almak gerekiyor. Yani mesela koyu gelenekçi kesimlerce tavsiye edilen "körü körüne Batı karşıtlığı"nı ben de doğru bulmuyorum. Fakat özü itibarıyla (yahut da temel kavramları yönünden) İslam’la çelişen tez ve paradigmaların eleştirilmesini her şeyden önce imani, ilmi hatta insani bir görev olarak görüyorum. Çünkü kişi eğer bir tezde veya görüşte yanlışlık görüyorsa, kendisi dışındaki kişileri o hususta uyarması gerekir. Bunu yapmıyorsa, bence onun (bırakınız Müslümanlığını) insanlığında bir sorun vardır. Ama tabii bu tutumu, Batı Düşüncesi’ni sorunlu görenler gösterebilir. Bu düşünceyi içselleştirmiş olanların tutumu elbette farklı olacaktır. Nitekim çağdaş dönemde İslamcılar, genel olarak, Batı Düşüncesi’ni eleştirirken, Müslüman Modernistler bir uzlaşı arayışında olmuşlardır. Hangi yaklaşımın doğru olduğu hususu da elbette yine bir ilmi tartışmayı gerektirir.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

©2023 - Düşüncenin Okullaşması. Tüm Hakları Saklıdır.