* Düşüncenin Okullaşması Çalıştayı (2018)’nda yapılan konuşmaların tam metni birkaç hafta önce sitemizde yayınlanmıştı. Şimdi de bu konuşmalarda dile getirilen görüş, eleştiri veya önerilere ilişkin kanaatlerimizi içeren metni yayınlıyoruz. Burada şöyle bir üslup benimsenmiştir: önce her bir konuşmanın ana tezi tek bir cümlede özetlenmeye çalışılmış, ardından da katılımcının bu tez bağlamında ortaya koyduğu görüş, öneri yahut eleştirilere cevap vermeye gayret edilmiştir. Önceki katılımcıların dillendirdiğine benzer eleştirilerde bulunan sonraki katılımcıların görüş ve eleştirilerine ise, tekrara düşmemek için cevap verilmemiştir. Cevaplara yönelik olarak gerek katılımcılardan gerekse okurlardan yeni eleştiriler gelirse, onlara dair de yeni bir tartışma başlatılabilir.
MEHMED DURMUŞ:
"Düşünce okullaştığında dünya değişmez. Modernite direnmeye devam edecektir."
KÜRŞAD ATALAR: Mehmet kardeşimin dile getirdiği bu itiraz, Hüseyin abinin: "peygamberin yapamadığını sen mi yapacaksın?" eleştirisine benziyor ama burada belki modernitenin muhtemel tepkilerine yönelik başka bazı mülahazalar serdedilebilir. Doğrudur, modernite bağlıları fikren mağlup olsalar bile putlarına sahip çıkmaya devam edebilir, onlardan vazgeçtiklerini deklare etmeye yanaşmayabilirler. Buna dair kanaatimi Hz. Nuh kavmi örneğinde zaten belirtmiştim. Fakat bu itirazda şu soruya bir cevap bulunmamaktadır: eğer Mekkeli müşriklerin de Hz. Peygamber’in davetini kabul edeceğine dair bir garanti yok idiyse (ki öyledir, zaten sonuna kadar da direnmişlerdir) Mekkeli müşriklerin onca itirazına vahiy niçin "makul ve mantıklı" cevaplar verme konusunda hassasiyet göstermektedir? Eğer "açıklama" yapmanın bir anlamı olmayacaksa, yani son tahlilde "güç" belirleyici olacaksa, Kur’an bunca gerekçelendirme, mantıksal sorgulama, örneklemeyi vs niçin yapmıştır? Örgütsel güç olmadan toplumsal değişimi sağlamak elbette mümkün değildir ama o güce ulaşmak için önce başka bir şeyi yapmak (yani iman temelini sağlamlaştırmak) gerekmiyor mu? Malum olduğu üzere, "söz bitince kılıç konuşur." O yüzdendir ki Peygamberimizin Mekke mücadelesi Medine mücadelesinden daha uzun sürmüştür. Bu hususu, iman-amel meselesiyle de izah etmek mümkündür. Son tahlilde kişiden istenen ameldir. Bu anlamda Cennet de amellerin karşılığıdır. Fakat ameli doğuran nedir? Tabii ki iman! İman için ise "ilim" gerekir. İlimsiz iman ancak hurafe olabilir. Hurafelere, yanlış inançlara, batıl ideolojilere dayalı olarak da devletler, medeniyetler kurulabilir ama Hakikati arayanlar için bunun bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Hatta bu tür devletler ve medeniyetler çoğunlukla zulüm üretirler.
Hem şu da var: bir toplumun Hakk’a yönelik daveti inkar edeceğine dair güçlü belirtiler olsa bile, tebliğ görevi bırakılamaz. Çünkü "göklerden gelen bir karar" olmadıkça, mübelliğ davetini sürdürmeye devam etmelidir. Toplum belki de davetin ilerleyen aşamalarında farklı bir tutum takınacaktır. Bu hususta davetçiler elbette bir takım tahminlerde bulunabilir, projeksiyon vs yapabilir ama bazı belirtiler var diye tebliğ görevinden vazgeçemezler. Buna dair Kur’an’ın verdiği net örnek Hz. Yunus kavmidir. Ayrıca toplumun çoğunluğu daveti reddetse veya helake müstehak olsa bile o toplumun içinde hala davete kulak verebilecek kişiler bulunabilir. Hakk’ı temsil eden mübelliğin onları kurtarmak gibi bir görevi de vardır. Hz. Nuh kavmi de buna dair iyi bir örnektir. Bu konuda toptancı davranılamaz. "Kurunun yanında yaş da yansın" denilemez! Konuyla ilgili bir başka husus da şudur: Batı toplumları son beş asırda farklı düşünsel dönemlerden geçmiştir. Her ne kadar hümanizm, rasyonalizm, sekülarizm gibi temel kavramlar konusunda Rönesans, Reform, Aydınlanma ve Modernite dönemlerinde bir mutabakat var olsa da, Postmodern dönemde büyük bir paradigmal değişim yaşanmıştır. Doğrudur, Batılılar hala bazı putlarına sahip çıkmaktadırlar ama bazı putlarını da terk edebilmektedirler. Eleştirel düşüncenin sahibi olmakla övünen ve dünyanın diğer kültürlerini bu noktada eleştiren Batılılar, kendilerine bu yönde gelebilecek eleştirilere tümden kulaklarını kapatamazlar. Kapatsalar bile, Müslümanlar, (tebliğ görevleri gereğince) hala dinleyen bazı kulakların olabileceği ihtimalini düşünerek İslam’ın Hak Dava olduğunu onlara da anlatmaya devam etmelidirler. Düşüncenin okullaşması tezinde vurgulanan husus, bu işin "yetkin bir biçimde" yapılması gerektiğidir. Yoksa tez bağlamında ne "davet yapılmasın, herkes kitap okusun" vs diye bir öneride bulunulmaktadır ne de "düşünce okullaşana kadar bütün faaliyetlerinizi bırakın" türü bir çağrı yapılmaktadır. Bir çağrı varsa, o yetkinliğedir!
Mehmet kardeşim, konuşmasında bir değerlendirmede bulunuyor ve diyor ki: "şehadet mi ilim mi diye sorulsa, hiç tereddütsüz ilim diye cevap vermek lazım." Konuyla ilgili olarak Gelecek İçin Manifesto kitabında bir anekdot anlatmış ve değerli bir büyüğümüzün: "bu bilince ben ancak 65 yaşımda ulaştım" sözünü nakletmiştim. Gerçekten de camiamızda pek çokları "şehadet" çağrısında bulunuyorlar ama şehidi üretecek olanın alim/ilim olduğunun farkında değiller! Üstelik de "Allah’tan ancak alimler korkar" ayetini ve "alimin mürekkebi şehidin kanıyla tartılır" sözünü bildikleri halde! Şöyle düşünelim: eğer (kendisini aynı zamanda "ilim" olarak da niteleyen) vahiy inmeseydi, tarihimiz boyunca şehidi nereden bulacaktık?! Şehidimizin olabilmesi için, önce Hakk’ı bilmemiz gerekmiyor mu? Şehid burada neyi temsil ediyor? Davası için canını ortaya koyabilecek "kesin inançlı" birini. Eğer bir dava böylesine kararlı insanlar yetiştirebiliyorsa, "değişim" çağrısının kitlede karşılık bulmaması mümkün değildir! Çünkü şehid, savunduğu davanın "Hakikat" olabileceğine dair kitle üzerinde güçlü bir izlenim bırakır. Fakat unutmayalım: bir kişinin "kesin inançlı" olabilmesi için, her şeyden önce Hakikat alanıyla ilgili şüphelerinin giderilmiş olması (yahut da kandırılmış olması) gerekir. Şüphe sahibi ne savaş meydanına katılabilir ne de (katılsa bile) güçlü kılıç darbeleri vurabilir. Bu yüzden, çağdaş dönemde Müslümanların problemini "şehidi üretecek ilme sahip olamamak" şeklinde nitelemek de mümkündür. Çünkü hakim paradigma olan modernite/postmodernite kitlelerin zihnini şüphelerle doldurmakta, bırakınız sıradan insanları, "alim" denilen kişiler bile bu şüpheleri izale edecek cevapları verme konusunda gerekli performansı sergileyememektedirler. Bu şartlar altında önce şehid yetiştirmeye değil, alim yetiştirmeye odaklanmak gerekir. Mücadele stratejisi açısından da doğru yöntem budur.
Mehmet kardeşimin: "Okullaşması istenen düşünce hangisidir? 15 farklı düşünceden hangisi okullaşacak?" şeklinde sorduğu soruya dair ise şunları söyleyebilirim: çağdaş dönemde farklı birçok düşünsel eğilimin olması kanımca zaten düşüncenin okullaşamadığını göstermektedir. Örneğin Afgani-İkbal-Şeriati tarzı ile Mevdudi-Kutup tarzı arasında benzerlikler olduğu gibi farklılıklar da vardır. Kanımca benzerlikler okullaşma yolunda atılmış olumlu adımları, farklılıklar ise düşüncenin henüz yetkinleşmediğini göstermektedir. Örneğin her iki düşünme tarzı da "öze dönüş"ün gerekliliği konusunda benzer şeyler söylemelerine rağmen, öze dönüşün "nasıl?" gerçekleşeceği konusunda (yani yöntem meselesinde) farklı yaklaşımlara sahiptirler. Peki, yöntem konusunda düşünsel mutabakatın sağlanamamış olması neyin göstergesidir? Bence düşüncenin henüz okullaşamamasının! Bu durumda, okullaşma tezi, çağdaş dönemde karşımıza çıkan farklı görüşlerin teke indirgenmesini mi istemektedir? Mümkünse evet. Bunu, Fransız Devrimi öncesinde "Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik" üçlüsünün "genel irade" haline gelmiş olması örneğiyle açıklayabiliriz. Devrim öncesinde bu kavramlar konusunda Fransız aydınları arasında şu veya bu şekilde bir mutabakat hasıl olmuştur ve Devrim’den sonra kurulan Cumhuriyet de bu kavramlar adına toplumu yönetmiştir. Peki, Fransız toplumu bu noktaya hangi sürecin sonunda ulaşmıştır? Paradigmal kopuşu Rönesans’a kadar götürmek mümkündür. Yani neresinden bakılsa, en az 3 asırlık bir süreçtir bu. Tabii ki İngilizlerin Devrim’den bir asır önceki Cromwell tecrübesinin de burada ("somut öneri" bağlamında) önemi vardır. Fransızlar bu tarzı sadece "fazla yumuşak" buldukları için tercih etmemişlerdir, yoksa kavramlar ve hedefler konusunda her iki tarz da mutabıktırlar. Çağdaş Müslüman Düşünce bence henüz bu noktada bir "yetkinlik" kesb edememiştir. Her kafadan bir sesin çıktığı dönemi geride bıraktık ama "mutabakat" dönemine henüz ulaşamadık. Kanımca, Fransız Devrimi’ndekine benzer mutabakat şiarlarımız olduğunda, siyasal dönüşümün de önünde ciddi bir problem kalmayacaktır.
Mehmet kardeşimin: "Farklı düşüncelere baskı uygulanmasına karşıyım, ama bir konudaki farklı düşüncelerin hepsi de aynı anda doğru olamaz. Felsefi anlamda çoğulculuk şirktir" şeklinde özetlenebilecek görüşünün de bence konuyla ilgili bir tarafı bulunuyor. Burada görüş farklılığı ile fikri mutabakat tabirleri arasındaki ilişkiye dair şunlar söylenebilir: esasen tartışılan her fikri konuda bir doğru vardır. İki zıt tez aynı anda doğru olamaz. Ama her ikisi de eksik olabilir yahut doğruya farklı oranlarda isabet edebilirler. Örneğin, Allah ya vardır ya yoktur. Tartışma süreci boyunca bu konuda farklı görüşler ortaya atılabilir. Fakat süreç ilanihaye devam ediyorsa ve tartışma bir türlü bitmiyorsa, bu durumda şu sonuca varılır: tartışma bağlamında ortaya atılan fikirler ya yanlıştır ya da eksiktir. Çünkü aynı anda Allah hem var hem de yok olamaz! Aynı şekilde çağdaş dönemde Müslümanların karşılaştığı sorunların İslami açıdan çözümleri de vardır. Tartışma süreci boyunca bu alanda ortaya atılan fikirler kıymetli de olabilirler. Fakat tartışma bir türlü sonuçlandırılamıyorsa, görüş farklılıkları izale edilemiyorsa, bu durumda ya ortaya atılan görüşler isabetsizdir ya da bunlarda eksiklik, kusur vs vardır. "Gelişme dönemindeyiz, henüz okullaşamadık" derken de kastım tam olarak budur. Yani çağdaş dönemde sorunlarımızın çözümüne yönelik farklı görüşler ortaya atıldı ama süreç içerisinde henüz bir fikri mutabakata ulaşılamadı. Bu da bence Çağdaş Müslüman Düşünce’nin henüz yetkinleşemediğini göstermektedir.
Mehmet kardeşimin: "tezde ilim boyutu var ama amel boyutu net değil" şeklinde özetlenebilecek eleştirisine ise katılamıyorum. Çünkü tez bağlamında, hem Düşüncenin Okullaşması (2012) hem de Gelecek İçin Manifesto (2015) kitaplarında net olarak şu şekilde cümleler kurduğumu iyi hatırlıyorum: "okullaşma sürecinde elbette faaliyetler olacaktır; hayat boşluk kabul etmez. Önemli olan yapılanları mutlaklaştırmamaktır." Bunun anlamı şudur: kimileri Kutup’un önerisi doğrultusunda ayrı organizasyonlar vs kuracak, kimileri de Humeyni’nin önerisi doğrultusunda "halkla beraber" çalışıp değişimi gerçekleştirmeye çalışacaktır. Kimileri kitabevi açacak, kimileri dergi çıkaracak, kimileri de vakıf/dernek/parti kuracaktır. Burada önemli olan: "ben yaptım, oldu" dememektir. Yani yapılanı mutlaklaştırmamaktır. Bunu sadece küçük düzeyli örgütlenmeler için söylemiyorum, İslami Hareketler ve devletler için de söylüyorum. Ne Cemaat-i İslami ne de Müslüman Kardeşler yaptıklarını mutlaklaştırmamalıdır. Ne Hizbuttahrir ne de İran İslam Cumhuriyeti yaptıklarını mutlaklaştırmamalıdır. Ne sen ne ben yaptıklarımızı mutlaklaştırmamalıyız. Elbette her bir tecrübenin kıymeti vardır ve elbette her birinden de istifade edilmelidir. Ama süreç sonuçlanana kadar, yani düşünce okullaşana kadar (yani tabiri caizse Fransız Devrimi’den önce "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" sloganının şiarlaştığı vasata ulaşana kadar) eleştirel yaklaşımı korumaya özen göstermeliyiz. Biz henüz Yunus Emre’nin: "hamdık, piştik" dediği noktaya gelemedik. Hala hamız, henüz pişmedik. Bunun için Tapduk Emre’nin dergâhına 40 yıl eğri odun taşımamız gerekiyor! Bilemiyorum katılır mısınız ama bendeniz Mehmet kardeşimin: "Afgani, Abduh gibi kişilere eleştirel yaklaşılmalı" şeklinde özetlenebilecek görüşünün de aynı bağlamda değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Çünkü her iki şahsiyet de "başlangıç" döneminin sembol isimleridir ve başlangıç döneminde hata çok olur! Gelişme döneminde de hatalar yapılır ama bunların sayısı görece az olur. Okullaşma döneminde ise hata olur ama bunlar "kabul edilebilir" düzeye düşerler. Yani bu aşamada düşünce artık o toplumun "sorunlarını çözecek yetkinlik" düzeyine ulaşmıştır. Bence, okullaşma gerçekleşene kadar, sadece Abduh, Afgani gibi isimlere değil, gelişme döneminin tüm sembol şahsiyetlerine de aynı şekilde eleştirel yaklaşılması gerekir. Evet, Şeriati, gelişme döneminde hakim paradigmaya cevap verme konusunda performansı en yüksek sembol şahsiyet olarak görülebilir, ama onun görüşlerinin de eksik yönleri vardır (Sartre’ın onunla ilgili değerlendirmesi bunun kanıtı olarak görülebilir). Müktesabatı sosyoloji ve tarih alanında iyi olmasına rağmen, örneğin siyaset bilimi alanında aynı düzeyde değildir (antropoloji, psikoloji, ekonomi vs. alanlarını da buna dahil edebiliriz). Postmodern düşünceyle ise neredeyse hiç muhatap olmamıştır. Üstelik bizler şu anda post-truth denilen bir dönemi idrak ediyoruz. Yani kısacası, Müslümanların düşünce alanında yapacağı iş çoktur. Bu yüzden, eylem alanında mutlaklaştırma yanlışına düşmeden bir şeyler yapmaya çalışmak en makul tarzdır.
Son olarak, Mehmet kardeşimin: "proje bağlamında devletten yardım istenmesi çelişkidir. Bu proje, İslami Parti girişimine benzemiyor" şeklindeki eleştirisine yönelik olarak da birkaç şey söylemek isterim: daha önce de ifade ettiğim gibi, projede şu veya bu devletten yahut başka bir yerden herhangi bir yardım istenmiyor. Sadece tebliğ görevi bağlamında bildirimde bulunuluyor. Tıpkı İslami Parti deneyiminde olduğu gibi! Desteklemek veya kösteklemek daveti alanın işidir, beyan etmekse bizim işimiz! Ayrıca şu da var: soyut olmayı bırakın, kanımca proje modern küresel sisteme karşı "sahici" bir tehdidi içeriyor. Çünkü modernitenin, tabiri caizse, çatısına değil, temeline yönelik bir taarruzda bulunuyor. Çatıda çalışanı herkes görür; ama temele inip de çalışma yaparsanız, yapılanı bir siz bilirisiniz bir de Allah! Proje bağlamında uzun soluklu ilmi çalışmalar yapmanın gerekliliğine vurguda bulunulduğu doğrudur. Peki, konu nerede gündeme gelirse gelsin, hemen herkesin cevabı niçin: "bu projeyi gerçekleştirmek bir hayal!" oluyor da, sadece sınırlı sayıda kişi: "ciddi çalışılırsa olur!" diyebiliyor? Çünkü kapsamı gören ürküyor. Burada (ideoloji alanıyla ilgili) yaklaşık 500 kişilik bir liste var ve hepsinin uzmanlık düzeyinde bilinmesi şart koşuluyor. Üstelik okumaların orijinal dilde yapılması isteniyor. Ayrıca önemli olayların (bir anlamda "eyyamullah"ın) derinlemesine incelenmesi isteniyor ki, bu da yüksek düzeyli bir tarih bilgisini gerektiriyor. Son aşamada da kavramsal düzeyde çalışma yapılması şartı var. En zor olanı da budur. Çünkü bütün bir düşünce tarihini bilmeyi gerektirir. Bu şartları görenlerin: "bu proje gerçekleştirilemez" türünde tepkiler vermesinin sebebi budur. Ben de o yüzden diyorum ki: arkasında ciddi bir mali ve insani destek olmadan bu projeyi gerçekleştirmek zordur. "İslami Parti mi daha zor bir projedir, düşüncenin okullaşması mı?" diye bir soru soracak olursanız, benim cevabım belli! Ama tabii ki herkes kendi zaviyesinden bu soruya cevaplayabilir. Bir aktivist projeyi "fildişi kulelerden konuşmak" olarak görebilir, ama ilmin öneminin farkında olanların aynı yaklaşımı sergileyeceğini sanmıyorum. Bana göre dünyanın en zor işi peygamberliktir. Ondan sonra da (eğer bir iş olarak görülecekse) alimlik gelir! Her ikisinin de öncelikli uzmanlık alanı ise "hakikat"tir, "ilim"dir!
©2023 - Düşüncenin Okullaşması. Tüm Hakları Saklıdır.