Söyleşi

DÜŞÜNCENİN OKULLAŞMASI ÇALIŞTAYI (2018-ANKARA)

(CEVAPLAR)*

* Düşüncenin Okullaşması Çalıştayı (2018)’nda yapılan konuşmaların tam metni birkaç hafta önce sitemizde yayınlanmıştı. Şimdi de bu konuşmalarda dile getirilen görüş, eleştiri veya önerilere ilişkin kanaatlerimizi içeren metni yayınlıyoruz. Burada şöyle bir üslup benimsenmiştir: önce her bir konuşmanın ana tezi tek bir cümlede özetlenmeye çalışılmış, ardından da katılımcının bu tez bağlamında ortaya koyduğu görüş, öneri yahut eleştirilere cevap vermeye gayret edilmiştir. Önceki katılımcıların dillendirdiğine benzer eleştirilerde bulunan sonraki katılımcıların görüş ve eleştirilerine ise, tekrara düşmemek için cevap verilmemiştir. Cevaplara yönelik olarak gerek katılımcılardan gerekse okurlardan yeni eleştiriler gelirse, onlara dair de yeni bir tartışma başlatılabilir.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

ÜMİT AKTAŞ:

"Düşüncenin okullaşması, organizmacı bir görüştür."

KÜRŞAD ATALAR: Organizmacı görüş tarih felsefesi alanında ortaya atılan tezlerden biridir. Genellikle de "yasa" fikriyle birlikte savunulur. Bugün Batılı tarihçilerin de kabul ettiği gibi, bu alanda İbni Haldun’un ismi "ilk tarih felsefecisi" olarak sıklıkla anılır. Buna göre, nasıl ki organizmalar doğar, büyür ve ölürlerse, her toplum/devlet de, belirli yasalar uyarınca doğuş, yükseliş ve çöküş aşamalarından geçer. Bu, bir nevi kaderdir. Basitçe bu şekilde özetlenebilecek bu tezin dışında da bu alanda farklı yaklaşımlar olmuştur. Bunların içerisinde en bilinenlerinden biri "ilerlemeci" görüştür. Buna göre, tarihin bir anlamda "ruh"u vardır ve bir akıp giden zaman içerisinde olaylar gelişir, evrilir ve insanlık daha ileri bir aşamaya doğru ilerler. Batı’da Rönesans’tan sonra (özellikle de Aydınlanma döneminde) hakim olan yaklaşım budur. Özetle, bu görüşe göre, tarih "doğrusal" bir hat boyunca ilanihaye akmaya devam eder. Bu süreçte motor güç, kimilerine göre "akıl", kimilerine göre ekonomi, kimilerine göre ise "büyük şahsiyetler"dir. Tarihsel süreçleri açıklama iddiasında olan başka tezler de mevcuttur. Örneğin Habil-Kabil (Hak-Batıl) mücadelesi, bir anlamda, bütün tarihsel süreçlere damgasını vuran bir karşıtlıktır. Hakeza diyalektik düşünce de bu çerçevede değerlendirilebilir: tarih tez ve antitezin karşılaşması sonucu sentezin ortaya çıktığı ve bu şekilde ilerleyen bir süreçtir. Bu sürecin sonlanacağına dair de kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Bir de tarihsel süreçleri ilmin/vahyin belirlediği yönünde bir tez vardır. Buna göre, "Hak gelince Batıl zail olur." Dolayısıyla, eğer tarihte genel olarak Batıl hakimse, o dönemlerde Hakk bilfiil tezahür etmemiş (veya inatla, kibirle, kasıtlı olarak vs reddedilmiş) demektir. Çünkü Batıl Hakk’ın karşısında varlık gösteremez.

Düşüncenin Okullaşması tezi, bunlardan hangisine daha yakın durmaktadır? Ümit abinin söylediği gibi, organizmacı görüşle arasında benzerlikler olduğu söylenebilir. Beşeri düşünce önce ham haldedir, sonra gelişir ve zamanla olgunlaşarak okullaşır. Gelişiminin bu son aşamasında da "zirve"sini bulur. Bunun, İbni Haldun’un terminolojisinde devletin "mülk aşaması"na karşılık geldiği söylenebilir. Fakat İbni Haldun düşüncesinde belirleyici olan "organizasyonel güç"tür. Bunu temelde Bedeviler’in dinamizmi sağlar. Din dahi burada belirleyici değildir! Düşüncenin Okullaşması tezinde ise, belirleyici olan ilimdir. Organizasyonel gücü de, son tahlilde, ilim/din sağlamaktadır. Şu örnek iki tez arasındaki farkı bariz biçimde göstermeye yeter: İbni Haldun, Hz. Peygamber’in gerçekleştirdiği büyük değişimi de son tahlilde Arap kabilelerinin dayanışmasına bağlamaktadır. Fakat burada şu soru cevapsız kalmaktadır: Arap kabileleri Hz. Peygamber’den önce de var olmalarına rağmen, niçin benzeri büyük bir değişimi Hz. Peygamberden önce gerçekleştirememişlerdir? Bilinen tarihin bize gösterdiğine göre, Hz. Peygamber (veya vahiy) olmasaydı, bu büyük değişim yine olmayacaktı. Dolayısıyla, değişimi gerçekleştiren, esasta, Arap kabileleri değil vahiy olmaktadır! İbni Haldun bu hususu hiç görmemiştir denilemez, fakat vurgusu, "ilme" değil, "dayanışma"yadır. Düşüncenin okullaşması tezinde ise (tıpkı Gazali düşüncesinde olduğu gibi) vurgu ilmedir. Burada da dayanışma önemsiz görülmez, fakat vurgu ilmedir. Bu bağlamda, nasıl ki Müslüman tarihinde parlak bir dönem olmuş ve ardından bir çöküş aşamasına gelinmişse, Batı tarihinde de benzeri bir süreç gözlemlenebilir. Buna göre, Batı, zirve noktasını (yani modernite dönemini) çoktan görmüştür ve inişe geçmiştir (Bu süreç, birçok yönden Osmanlı Devleti’ndeki "duraklama dönemi"ni çağrıştırmaktadır). Bundan sonraki aşamaların neler olabileceğini tahmin etmek de zor değildir. Peki, Batı, nihai evre olan "çöküş" dönemini tecrübe ettikten sonra ne olacaktır? Tabiatıyla, tarih akmakta olduğu için, yeni bir bölgede, yeni bir oluşum, devlet, medeniyet vs. teşekkül edecektir. Tezin bu anlamda "organizmacı" bir karakter taşıdığı söylenebilir. Fakat bazı organizmalar vardır, hücre yapısı vs zayıf olduğu için kısa sürede sonlanır, bazı organizmalar vardır, beden sağlam olduğu için uzun süre yaşarlar. Düşüncenin Okullaşması tezinde bu gücün temelde "Hakk" ve "ilim" kavramlarından kaynakladığı savunulmaktadır. Bu noktada yaşanan zaaf da sosyal/siyasal alanda etkisini göstermektedir. Peki, ilmi çalışmalar süreç içerisinde niçin artmakta, zirvesini bulmakta ve ardından da dinamizmini kaybetmektedir? Burada da söylenebilecek olan şey şudur: toplumlar için geçerli olan "ecel" yasası bu hususta da geçerlidir. Yeni paradigma tarih sahnesine çıkıp gücünü kanıtladığında, içsel dinamiklerini sonuna kadar tüketecek şekilde bir performans sergiler. Bu sürecin sonunda düşünce okullaşır ve zirve noktasını bulur. Bundan sonra artık "orijinal düşünce üretimi" büyük ölçüde biter. Geriye "şerh literatürü" diyebileceğimiz türev ürünler kalır. Bu literatürün ortaya çıkışı, yeni paradigmanın zevale doğru yol aldığını gösterir. Zaman içerisinde düşünsel altyapı şartlarının değişmesiyle de birlikte, yeni paradigma çerçevesinde üretilmiş olup tabiri caizse artık "yaşlanmış" olan düşünce, toplumun ihtiyacını karşılayamaz hale gelir. Bu noktada düşünce kendi iç dinamiklerini bütünüyle tüketmiştir ve tarih sahnesi artık yeni bir paradigmanın doğuşu için hazırdır.

Ümit abi bu yaklaşımı eleştiriyor ve diyor ki: "Tutuculaşmadan kurtulup düşünsel eleştirelliğin önü açılırsa, bu zevalden kurtuluş mümkündür." Bu sözlerine ben de katılıyorum; ancak tarihsel tecrübe onu gösteriyor ki "her ümmetin bir eceli vardır." Yani demek ki toplumlar belirli bir dönemden sonra (tabiri caizse, ister istemez) tutuculuğa düşüyor ve eleştirel düşünme kabiliyetini yitiriyor. Eğer eleştirel düşünmeyi sürdürebilselerdi, zevalden kurtuluş mümkün olurdu. Ama nedeni ne olursa olsun, bir süre sonra, bir şekilde, bunu yapamıyorlar. Tabiatıyla burada nedenler üzerinde durmak gerekir. Toplum bozulmaya yüz tuttuğu için mi yönetici bozuluyor, yoksa kötü bir yönetici başa geldiği için mi toplum ifsada sürükleniyor türünde ("yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar?" sorusu kabilinden kısır döngü içerecek denli) sorular tarih boyunca hep sorulmuş ve her iki yönde de cevaplar verilmiştir. Bunların ilkini "toplum bazlı" düşünenler, ikincisini ise "kişi bazlı" düşünenler (belli ölçüde "liberaller") daha çok dillendirir. Tarihi "büyük şahsiyetler"in yaptığına dair meşhur görüş ikinci kategoriye girer. Klasik dönemde Platon’un, çağdaş dönemde Durkheim’in, ardından da bütün bir "sosyalist" düşüncenin savunduğu görüş ise ilk kategoriye girer. İki görüşün taraftarları da tarihten kendi tezlerine kanıtlar bulabilmektedirler. Hatta konuyu tartışan Müslümanlar arasında bile fikir ayrılığı vardır. Kimileri Zuhruf Suresi: 54-55’teki: "Firavun kavmini aşağıladı. Onlar da ona uydular. Şüphesiz onlar bozguncu bir topluluktu. Sonunda bizi üzdüklerinde, onlardan intikam aldık, onların hepsini suda boğduk" şeklindeki ifadeyi (veya insanların hesap günü bireysel olarak sorguya çekileceklerini beyan eden Meryem:95, Müddessir:38 vb ayetleri) baz olarak bozulmanın tepeden başladığını, eğer gerekli tedbirler alınmazsa (yani Ümit abinin dediği gibi, eleştiri görevi yerine getirilmezse), zamanla topluma sirayet ettiğini ileri sürmekte, kimileri de Ra’d:11’deki "bir kavim kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez" ayetini, yahut da "nasılsanız öyle yönetilirsiniz" hadisini vs baz alarak sürecin aksi istikamette geliştiğini, yani bozulmanın önce toplumda başlayıp zamanla siyaset alanına yayıldığını savunmaktadır. Bu konuda "belirlenimci" yaklaşım yerine birden çok faktörün süreci etkilediğini savlayan bir görüş de vardır. Buna göre değişim süreçlerinde sonucu tek bir faktör belirlememekte, çok sayıda değişik faktör aynı anda sürece etkide bulunmaktadır. Ben ise konuyla ilgili olarak özetle şöyle düşünüyorum: Peygamber örneklikleri bize değişimin önce birey düzeyinde başladığını, ardından, imkan bulursa, toplumsallaştığını göstermektedir. Aynı şey, alim/entelektüel için de geçerlidir. Bir fikir önce bir kişinin zihninde gelişir, olgunlaşır; ardından başka insanlar tarafından (eğer gerekli şartları karşılamışsa) benimsenir ve yaygınlaşır. Yozlaşma süreci de böyle olmalıdır. Önce yanlışı bir kişi yapar; toplum yapılana kayıtsız kalırsa, zamanla o yanlış yaygınlaşıp toplumsallaştır.

Dolayısıyla, değişim süreçlerini okurken öncelikle bireysel düzeyde gerçekleşen değişimlere odaklanmak gerekir. Burada da "düşünce" kavramı öne çıkar. Çünkü insan denilen varlığı değişip dönüştürme gücüne en çok sahip olan şey düşüncedir, ilimdir (başka bir ifadeyle, "Hakikat İddiası" olan tezlerdir). Çıkar, baskı, yanılsama vb faktörler de bireysel veya toplumsal değişimlerde etkili olabilirler. Hatta bazı tarih felsefecilerinin iddia ettiği gibi, "açlık" faktörü dahi bir takım değişimlerin başlatıcısı olarak işlev görebilir. Ama kanımca, bütün bu faktörlerin içinde en etkili olanı, düşüncedir. Daha doğrusu, insanın "doğruluğuna inandığı şey"dir. Buna biz "iman" diyoruz, Batılılar ise (postmodern dönemde) "inanç" (belief) diyorlar. Öyle ki pozitivizm tecrübesini yaşamış Batı’da bugün şu düşünce neredeyse hakim kanaat haline gelmiştir: "bir insanın yanlış bile olsa bir şeye inanması, hiç inanmamasından iyidir." Çünkü onlar da bizzat yaşayarak öğrenmişlerdir ki insan (genel olarak) "doğru olduğuna inandığı şeyi yapar." Dolayısıyla, insanın potansiyellerini ortaya çıkarabilmesi (yani amel üretebilmesi) için inanması gerekir. Bu iman Tanrı’ya da olabilir, bilime de olabilir; puta da olabilir, hurafeye de olabilir. Eğer insanın bir inancı yoksa (fıtratı gereği) ya kayıtsızlık tavrı geliştirir ya da "eyyamcı" bir yaşamı benimser. Bu da "insan" denilen varlığın, hikmet-i vücuduyla çelişir. İnsan, hayvanlar gibi yiyip içmek, eğlenmek vs için dünyaya gelmiş bir varlık değildir. Ondan beklenen, aklıyla hareket edip doğru olanı yapmasıdır. Aklın doğru biçimde çalışmasının sonucunda ortaya çıkan şey ise ilimdir, düşüncedir. Dolayısıyla, bireyin olduğu gibi toplumun da yaşamına (uzun erimde) düşünce yön verir. Nitekim tarih boyunca bütün toplumlar, devletler ve medeniyetler "belirli ilkeler çerçevesinde" kurulduklarını ve "bir dava adına" var olduklarını savlamışlardır. Bu savın birçok örnekte iler tutar bir yanı olmayabilir, ama bizatihi savunulması bir şey ifade eder: insan denilen varlık, son tahlilde, aklıyla (ve onun işletilmesinin doğal sonucu olan "düşünce" ile) hareket eder. Edemediği durumlarda içine düştüğü olumsuzluklar da bu tezin doğruluğunu kanıtlar.

Buradan kaderciliğe bir yol çıkar mı? Bu terimin olumsuz anlamı itibarıyla çıkmaz. Çünkü Allah varsa, ümit vardır! Kur’an’da anlatılan Musa kıssası bunun en net örneğidir. Bu örnekte, tabiri caizse bütün çıkış kapıları tutulmuş, bütün taşlar bağlanmıştır. Şartların bu denli olumsuz olduğu bir dönemde dahi, Musa (AS) ümidin sembolü olarak nehre bırakılmış ve despotizmin zirvesi olan Firavun’un sarayının içerisine sokulmuştur. Burada ince bir nükte vardır: eğer zulüm dağları tutmuşsa, Allahu Teala müstekbirden "alaycı" bir şekilde intikam almaktadır! Modern dönemde Müslümanların (veya Batı dışındaki diğer dünyanın) hali bir ölçüde buna benzemektedir. Çünkü Batı’nın hakimiyeti "evrensel" bir nitelik kazanmıştır. Eğer Batı’nın zulmü Firavun’unkine denk gelecek düzeye ulaşmışsa, inancıma göre, bu zulme ortak olanlardan da benzeri şekilde bir intikam alınabilir. Fakat bendeniz postmodern paradigmanın bu zulmü görece zayıflattığını ve bundan daha önemlisi, mazlum milletlerin durumunun örneğin bir asır öncesinde olduğu kadar kötü olduğunu sanmıyorum. Bu tablo, bir ölçüde Batı’nın kendi içinde yaşadığı süreçlerin, bir ölçüde de Müslüman Dünyası’nda (İslamcılık akımı bağlamında) yaşanan bazı olumlu gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İslamcılık akımı gelişir ve okullaşırsa, Firavun’un sarayına Musa’yı göndermeye gerek kalmayabilir! Bununla birlikte, tıpkı bir organizmanın gelişip büyümesi ve nihayet sonlanması gibi, düşüncenin de eğer "gelişim aşamaları" varsa, bu durumda, halihazırda Müslümanların yapması gereken, içinde bulundukları aşamayı doğru tespit etmektir. Bendeniz Afgani ile başlayan sürecin bu şekilde ilerlediği kanaatindeyim ve içinde bulunduğumuz aşamayı da "gelişme dönemi" olarak nitelendiriyorum. Bu gelişme ne kadar sürer, ne zaman "okullaşma" aşamasına geçeriz, onu bilemiyorum. Çünkü bunu, yeni düşünsel gelişmenin kendi iç dinamikleri belirleyecektir. Bu dinamiklerin bir kısmı (örneğin Kur’an ve Sünnet anlayışının ıslahı, moderniteye cevap verme ihtiyacının giderek daha çok farkına varılması, vb) Klasik Dönem Müslüman Düşünce’sinin dinamiklerine benzemektedir ama klasik dönem mezheplerinin sorun çözme yöntemleri çağdaş dönemde karşılaşılan yeni meseleleri çözmek için yeterli gelmemektedir. Belki düşünme tarzı ve yönelimi bakımından bir benzerlikten bahsedilebilir, ama mevzular yönünden Çağdaş Müslüman Düşünce’nin içeriği farklıdır. Dolayısıyla, yaygın olan tabirle, ciddi bir "tecdit" faaliyeti gerekmektedir. Yenilenme ihtiyacının görülmesi ve tanınması, iç dinamizmi besleyen en önemli unsurdur.

Düşüncenin okullaşması tezinin tarih felsefesi alanındaki diğer görüşlerle de karşılaştırması yapılabilir. Bu bağlamda tezin, tarihin doğrusal bir hat boyunca aktığı yönündeki ilerlemeci görüşle esasta çeliştiği, fakat tali bazı noktalarda benzerlik taşıdığı söylenebilir. Tarih, "Hakikat İddiası" alanında sürekli ilerleyen bir süreç değildir. İnsanlar batıl/asılsız düşüncelere tarihin ilk dönemlerinde de, modern/postmodern dönemde de meyledebilir. Batıl Hz. Nuh döneminde de hakim olabilir, çağdaş dönemde de. Hatta insanlığın son aşaması olan Kıyamet öncesi evrede insanlığın tümü inkarcı da olabilir. Çünkü inancı tercih etmek, sadece aklın doğru kullanımıyla ilgili bir husus değildir. İnat, kibir, heva, çıkar vb faktörler de inançsızlığın nedeni olabilirler. Hz. İbrahim: "inanmıyorsanız büyük puta sorun" dediğinde, kavmi kendi içine dönerek, mealen: "İbrahim doğru söylüyor, foyamız ortaya çıktı" demesine rağmen bu düşüncelerini izhar etmemişler, yani kalben ikna oldukları halde dilleriyle bunu ikrar etmemişler, hevalarına uyarak inat ve kibirle İbrahim’in davetini reddetmişlerdir. Hakeza Hz. Nuh’un kavmi de "önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından" uyarılmalarına rağmen, yani bütün "deliller"i görmelerine karşın, inat edip teslim olmamışlar, Nuh’u toplumdan ihraç etmekle, yani aforozla tehdit etmişlerdir. Modern dönemde de insanlığın büyük çoğunluğu (yahut Batı), tarihin ilk dönemlerinde yaşayan toplulukların asla bilemeyeceği birçok hususta (bilim vs marifetiyle) malumat sahibi olmasına rağmen, son ilahi mesajın Hakikat’i temsil ettiğini ikrar etmemiş, önce beşeri ideolojilerin peşinden gitmiş, ardından da postmodern görececiliğe teslim olmuştur. Bu nedenle, zamanın geçmesiyle birlikte, her alanda ilerleme olacağı düşüncesi doğru değildir. Fakat aklın doğru kullanımı nedeniyle bazı alanlarda "süreklilik arzeden" bir ilerleme olduğu kesindir. Örneğin teknoloji alanı böyledir. Tarih boyunca bu alanda daimi bir gelişmenin olduğu gözlemlenmektedir. Bunun izahı da zor değildir. "Medeniyetsel" gelişmeye insanlığın her şubesi katkıda bulunmaktadır. Barutu Çinliler, sıfır rakamını Müslümanlar; uzay mekiğini de Batılılar bulmuştur. Burada dinin/ideolojinin belirleyici bir önemi yoktur. Belirleyici olan, aklın kullanımıdır. Akıl da nihayetinde (zihinsel engelliler vs dışında) her insanda bulunmaktadır.

Düşüncenin okullaşması tezinin diyalektik düşünceyle karşılaştırması bağlamında da şunlar söylenebilir: Tarih Hegel’in öngördüğü biçimde tez-antitez-sentez biçimde ilerlememektedir. Çünkü bu düşüncede "ilerlemeci" yaklaşım hakimdir. Ama paradigmal değişimler tarihine bakıldığında genel olarak gözlemlenen şudur: yeni bir tez ortaya çıkıp eskisine meydan okumakta ve karşıt iki tez arasındaki mücadeleyi nihayetinde birisi kazanmaktadır. Burada yeni paradigmanın eskisine nazaran "doğruya daha yakın olduğu" da (her durumda) söylenememektedir. Bununla birlikte, yeni paradigmanın, eskisinin "yanlışları" üzerine odaklandığı ve bu noktada bir takım isabetli tespitlerde bulunduğu söylenebilir. Peki, "sentez" kavramını bu hususlarla ilgili olarak kullanmak doğru mudur? Bunu iddia etmek de zordur. Çünkü sentez kavramı bir nevi "biraz ondan, biraz bundan" anlayışını çağrıştırır. Tarihsel süreç içerisinde karşıt tezlerin "uzlaşı"yla sonuçlanmasından ziyade, birinin diğerine galebe çaldığından bahsedilebilir (örneğin Batı’da bin yıllık Hıristiyan paradigmasının yerini bir süre sonra modernite almıştır). Modernite, Yahudi-Hıristiyan kültüründen büsbütün koparak oluşmuş bir paradigma değildir; ama temel yönelimleri itibarıyla bu kültürle bağdaşmaz. Yahudi-Hıristiyan kültürü Tanrı kavramı temelinde şekillenmiştir; modernite ise, Tanrı’yla bağı (özellikle de bilgi alanında) koparmakla ancak vücut bulabilmiştir. Kısacası modernitenin paradigmal hakimiyeti bir sentez sonucu oluşmamış, aksine eski paradigmaya galebe çalarak gerçekleşmiştir. Farklı düşünceler arasında etkileşim her zaman olabilir, ama bunu "sentez" ile karıştırmamak gerekir. Nitekim Klasik Dönem Müslüman Düşüncesi de (Yunan düşüncesinden ve tasavvuftan gelen) iki büyük felsefi meydan okuma ile karşılaşmış ve onlarla bir biçimde etkileşime girmiştir. Bu iki düşünceyle Müslüman Düşüncesi’ni sentezlemeye çalışanlar olmuşsa da, bilgi felsefesi alanındaki zıtlık nedeniyle, alimlerin önemli bir kısmı da bu düşüncelerle "hesaplaşma"nın gerekliliğine vurguda bulunmuşlardır. İbni Teymiyye ve Gazali bunlardan ikisidir. Hakeza modern dönemde moderniteyi içselleştirmeye çalışan, onunla Çağdaş Müslüman Düşünce’yi sentezlemeye çalışan "Müslüman Modernistler" çıkmışsa da, modernitenin temel tezlerinin İslam’la çeliştiğini, bu yüzden onunla "hesaplaşma"nın lüzumunu savunan kişiler de olmuştur. İslamcı düşüncenin sembol şahsiyetlerinden Mevdudi, Kutup ve Şeriati’yi bu bağlamda zikretmek mümkün olduğu gibi, düşüncenin okullaşması tezi de, esas itibarıyla, bu bağlamda değerlendirilebilir. Burada dikkat edilecek hususlardan biri, tıpkı Gazali’nin mantık ilmi için söylediği şeyin modern dönem ilimleri (yahut kavram ve kurumları) için de geçerli olabileceğidir. Gazali bu ilmi tedvin eden Aristoteles için: "işi öylesine iyi yapmıştır ki, üzerine yeni bir şey ilave etmeye gerek yoktur" değerlendirmesinde bulunmuştur. Hakeza Yunan düşüncesinin "teknik" yahut "nötr" denilebilecek alanlarda ürettiği düşünceler için de benzer sözler sarf etmiştir. Aynı şey modernizm döneminde üretilen düşünceler, teknikler, vs için de yapılabilir. Bunların neler olabileceğine dair yapılan tartışma gelişme döneminde devam etmektedir. Okullaşma dönemine geçildiğinde ise liste net biçimde ortaya çıkacaktır. Bununla birlikte dikkat edilmelidir ki, Aristoteles mantığını olumlayan Gazali, kendisini (ve onunla aynı düşünceyi paylaştığını iddia ettiği Farabi ve İbni Sina’yı) 3 noktada küfürle suçlamaktadır. Başka bir deyişle, Gazali, bu 3 hususta bir "sentez"i mümkün görmemektedir. Bunun sebebi şudur: onun düşüncesine damgasını vuran şey, sentez fikri değil, hesaplaşma mantığıdır. Ama aynı Gazali (veya başka bazı tasavvuf çevreleri, bazı tarikatlar, vs), bu kez, zühd tasavvufu alanında sentezi mümkün görebilmektedirler. Çünkü burada epistemolojik bir meydan okuyuş yoktur, sadece ameli bazı yeni deneyimler söz konusudur.

Tarihin "büyük şahsiyetler" tarafından yazıldığı tezine ilişkin olarak ise (düşüncenin okullaşmazı tezi bağlamında) şunlar söylenebilir: okullaşma, son tahlilde, kolektif çabaların ürünüdür. Sürecin zirve noktasında belki bir şahsiyet tarafından temsil edilir ama akış içerisinde pek çok kişinin katkısı vardır. Örneğin Marks, sosyalist düşüncenin zirve noktası olarak görülebilir; fakat sosyalist düşünce Marks’tan ibaret değildir; onun öncesinde bu düşünceye katkıda bulunan birçok isim vardır. Hakeza Ebu Hanife Rey Ekolü’nün fıkıhtaki zirve noktası olarak görülebilir, ama onun öncesinde hocası Hammad’ın bu düşünceye katkısı vardır, hatta sahabelerden İbni Mes’ud ve Hz. Ömer’i bile bu listeye eklemek mümkündür. Aristo, Marks, Ebu Hanife, vs. tarih yazan büyük şahsiyetler olarak görülebilir. Bu doğrudur da. Fakat onları yetiştiren bir toplumun olduğu da unutulmamalıdır. Bu kişiler, uzaydan gelmemişlerdir! Belli bir düşünsel atmosferin içine doğmuşlar, ondan beslenmişler ve güçleri oranında da ona katkıda bulunmuşlardır. Onların yapmış olduğu katkının "zirve" noktasını temsil etmesi, tarihsel sürecin akışıyla ilgilidir. Hatta bu konuda onların katkılarının değerinin, başlangıç dönemindeki mütevazi bir katkıdan daha düşük düzeyli olduğu dahi iddia edilebilir. Nitekim tarihimizdeki hiçbir savaşın değeri Bedir Savaşı’nınkinin düzeyine ulaşamaz. Aynı şeyi belki düşünce meselelerinde de söylemek mümkündür. Yani rahatlıkla "Hammad olmasaydı, Ebu Hanife olmazdı" veya "Erasmus olmasaydı, Luther olmazdı" denilebilir.

Bu bağlamda Ümit abinin: "ilk dönemin savunmacı dili eleştirilebilir, ama hakkaniyet korunmalı" eleştirisine de cevap vermiş olduğumu düşünüyorum. Bence başlangıç döneminde Afgani-Abduh’un kullandığı dilin savunmacı dil eleştirilmelidir; çünkü bu dil ile "özgüvenli" bir söylem geliştirmek mümkün değildir. Fakat bunu söylemek, Afgani ve Abduh’un Çağdaş Müslüman Düşünce’ye katkılarını inkar etmek veya küçümsemek anlamına gelmez. Az önce söylediğim gibi, belki bu iki değerli sembol şahsiyetin yapmış olduğu katkının değeri, gelişme döneminin iki önemli ismi olan Mevdudi ve Kutup’unkinden daha fazladır. Çünkü bu şahsiyetler, zamanında kardelen çiçeği vazifesi görmüşler, uyuyan Ümmet’in uyanışına vesile olmuşlardır.

Ümit abinin: "Mevdudi/Kutup modeli, arındırmacı ulus-devlet modelidir. Bunun yerine Ebu’l-Kelam Azad ve Abdulgaffar Han’ın projesi benimsenmelidir" görüşüne ise şu bakımdan katılamıyorum: Her ne kadar Mevdudi ve Kutup’un ulus-devlet modelinden etkilendikleri söylenebilirse de, gerek amaç ve yönelimi açısından, gerekse içeriği yönünden bu iki sembol şahsin düşüncesinin "modern" karakterli olduğu söylenemez. Fakat örneğin Seyyid Ahmet Han’ın önerdiği modelin (hakeza Fazlur Rahman’ın önerisinin) "modern" karakterli olduğu iddia edilebilir. Mevdudi ve Kutub, modernitenin en temel kavram ve kurumlarına (bilgileri düzeyinde) eleştiriler getirmişlerdir (Mevdudi teo-demokrasi kavramını olumlamasına rağmen, temel felsefi tazammunları itibarıyla demokrasiye karşıdır). Çünkü bu iki şahsiyet çağdaş dönemi "cahiliye" olarak nitelemekte ve onun ideolojilerini ve kavramlarını eleştirmektedirler. Kutup, biraz daha ileri giderek, "söylem"in safiyetine de vurguda bulunmakta, eklektik bir dil kullanımının zararlarına dikkat çekmektedir. Kısacası, bendeniz Mevdudi ve Kutup’u Çağdaş Dönem Müslüman Düşüncesi’nin gelişimine ciddi katkıda bulunmuş kişiler olarak görüyorum. Ebu’l-Kelam Azad ve Abdulgaffar Han’ın katkılarını ise o düzeyde görmüyorum. Yanılabilirim tabii ki, ama böyle düşünüyorum. Her ikisinin de ihyacı görüşleri olmakla birlikte, bunlarda Afgani-Abduh’unkilerden (tabiatıyla da Mevdudi-Kutup’unkilerden) farklı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Derinlik bakımından ise, mezkur iki şahsın düşüncelerinin Mevdudi-Kutup düşüncesinin kalite düzeyini yakalayamadığı kanaatindeyim. Belki mücadele tarzları bakımından Mevdudi-Kutup’un çizgisinden farklı bir yol izledikleri söylenebilir; ama onun da orijinal bir yönü olduğunu sanmıyorum. Her ikisi de Hindistan’ın bölünmesine ve Pakistan’ın kurulmasına karşı çıkmışlardır. Fakat Azad Pakistan’ın kuruluşundan sonra dahi Hindistan’da Eğitim Bakanı olarak görev yapmaya devam etmiş, Han ise Pakistan’ın kuruluşundan sonra Peştunistan adlı bir devletin kurulmasına çalışmıştır. Bence bu iki tutum, bulundukları siyasal ortamı iyi analiz edemediklerini göstermektedir. Mevdudi-Kutup’un siyasal duruşlarında da kimi eksiklikler olabilir ama modern toplumların cahiliye olduğu noktasındaki tespit ve ona bağlı olarak geliştirdikleri örgütlenme modeli, Azad ve Han’ın önerdikleriyle kıyaslandığında, zannımca, İslam’ın ilkelerine daha uygundur.

Bu noktada Ümit abinin demokrasi kavramına yönelik takındığı görece olumlu tutuma yönelik olarak da şu soruları sormak suretiyle eleştirel yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum: despotluğun olduğu yerde demokrasi ehveni şer olarak görülebilir mi? Hatta Hilafet yönetiminin tarihsel tecrübesine eleştirel yaklaşıp bunun yerine demokrasi savunusu olarak görülebilecek bir yaklaşım sergilemek ne derece doğrudur? Tabiatıyla burada demokrasiden ne anladığımız sorusuna vereceğimiz cevap belirleyici olacaktır. Demokrasiyi basit bir seçim süreci olarak görürsek, burada itiraz edilecek çok fazla bir şey olmayabilir. En fazla Platon’un da işaret ettiği üzere "eğitim meselesi"ne vurguda bulunup, eğitilmiş kitlelerin olduğu bir vasatta demokrasinin işe yarar bir sistem olduğu iddia edilebilir. Ama malum olduğu üzere demokrasi bundan ibaret bir sistem değildir. Halk iradesine (yani çoğunluk iktidarına) dayalı bir rejimdir ve en küçük birimi de (modern dönemde) vatandaştır, bireydir. Özgür bireyin merkezi önemi haiz olduğu liberal demokrasilerde söz konusu halk iradesi çoğunluk kararıyla (yani seçimlerle) tecelli eder, Rousseaucu anlayışın hakim olduğu ülkelerde ise "genel istenç" tarafından temsil edilir. "Yumuşak" ve "sert" tarzları olmakla birlikte, çoğunluk idaresine dayalı demokrasilerde nihai merci halktır. Bu yüzden, kaynağı göksel olan vahyi düşüncenin bu kavramla bağdaşması mümkün değildir. Dolayısıyla, kavrama dönüşmüş bir terim olarak "demokrasi"yi olumlayacak cümleler kurulmasına bendeniz karşıyım. Ümit abinin: "Aliya ve Gannuşi’nin demokrasi çabaları, diktatörlük eğilimi karşısında ehvendir" görüşünü de bu nedenle kabul edemiyorum. Kastı anlıyorum, ama ifadeye katılmıyorum. Hatırlanacağı gibi, bu yaklaşımın bir benzerini Mevdudi’nin "İslam bir teo-demokrasi olarak nitelendirilebilir" görüşünü eleştirirken de göstermiştim. Bana göre Mevdudi’nin böyle bir cümle kurması da olumlanamaz. Niyet masum olabilir, ama ifadelendirme, zannımca, yanlıştır. Yine bu çerçevede Ömer b. Abdülaziz’in uyguladığı "şura yönetim tarzı"nın demokrasi kavramıyla ilişkilendirilmesi de bence çok isabetli bir yaklaşım değildir. Şura, İslam’ın yönetim alanındaki temel ilkelerinden biridir ve İslami terminoloji içerisinde nevi şahsına münhasır bir anlamı haizdir. Hilafetten monarşiyi anlayanları eleştirirken bu kavramı kullanmak mümkündür ama aynı şeyi demokrasi tartışmasında yapmak sakıncalıdır. Çünkü çağımızda bu ikisini bağdaştırma yönünde güçlü bir sekülarist eğilim bulunmaktadır. Müslüman idareci, keyfi bir yönetim uygulayamaz. Karar alırken önce Şeriat hükümleriyle, ardından da alimlerin fetvalarıyla hareket etmelidir. Bu kurala uymadığında, halkın itiraz, hatta yerine göre isyan hakkı vardır. Bu hakkın kullanımı noktasında yaşanan sıkıntılar, teoriyle değil daha çok pratikle ilgilidir. Sıkıntılar yaygınlık kazanmışsa, bu, sorunun artık mahiyet değiştirdiğini gösterir. Yani konu bir yönetim tarzı meselesi olmaktan çıkmış, toplumsal dönüşüm meselesine dönüşmüştür. Bu noktada artık bireysel ve toplumsal değişimin yasaları uyarınca hareket etmek (yani önce düşüncede devrimi gerçekleştirmeye çalışmak, ardından da düşüncenin okullaşmasını sağlamaya gayret etmek) gerekir.

Gazali tartışmasına gelince, bu konuda Ümit abi ile gerçekten farklı düşünüyoruz. Ümit abi: "Gazali’nin filozoflarla tartışması eleştiri sayılmaz; Gazali tekfircidir, sarayın adamıdır" mealinde bir görüşe sahip, ben ise Gazali’yi temelde (Mevdudi gibi) "ihyacı" bir alim olarak görüyorum (son dönem gayrimüslim araştırmacılardan Henri Laoust’un da yönde bir görüşü var). Tabii Gazali çok yönlü birisidir. Tabiri caizse, her bakan onda farklı bir tipolojiyi görebiliyor. Bu konudaki tartışma da bitecek gibi görünmüyor. Daha önce Gazali ile ilgili fikrimi beyan ettiğim için burada daha fazla kelama gerek görmüyorum. Ümit abinin bu tartışma bağlamında, "ihya çabasında örnek alınacak kişi Gazali değil, Ebu Hanife’dir" şeklinde dillendirdiği görüşe ilişkin olarak ise şunları söyleyebilirim: Ebu Hanife, gerçekten örnek alınacak bir kişidir; ama bu fıkıh alanı için geçerlidir. Kendisi bir hareket lideri, bir siyasi oluşumun önderi veya bir ideolojik yaklaşımın temsilcisi değildir. Sahasında uzman, değerli bir alimdir. O yüzden Gazali örnekliğinde tartıştığımız meselesinin çözümüne dair Ebu Hanife’den bir örneklik çıkarmak zordur. Çünkü burada meselemiz temelde "ithal düşünce"ye nasıl cevap verileceğiyle ilgilidir. Ebu Hanife zamanında böyle bir problem yoktu. Çağdaş dönemde de acil ihtiyaç fıkhi meselelere çözüm bulmak değil, tüm dünyayı etkisi altına almış bir paradigmayla (moderniteye/postmoderniteye) hesaplaşmaktır. Bu yüzden, zannımca, çağımızda öncelikli meselemiz, Ebu Hanife’yi değil, Gazali’yi ortaya çıkarmak, yani "Çağın Gazalisi"ni üretmektir.

Son olarak Ümit abinin "özgürlük" kavramına ilişkin eleştirisi için de galiba bir şeyler söylemem icap ediyor. Bu konuda çok yazıp çizdiğim için (tekrar olacak ama) özet olarak şunları ifade edebilirim: bence bu kavram İslamileştirilemez. Çünkü içerisi anlam yüklüdür. Hem de öylesine yüklüdür ki, dışarıdan müdahaleyi neredeyse hiç kabul etmemektedir. Nitekim İsmet Özel kavrama böylesi bir müdahalede bulunmaya yeltendi (onun formülüne göre bu kavram aslında "öz"ün "gürleşmesi"ne karşılık gelir). İddiası, ilk bakışta, İkbal’in söyleminde "benliğin güçlendirilmesi gerekir" söylemine yakın bir anlamı tazammun ediyor ama Özel acaba bu teşebbüsten bir netice alabildi mi? Bence alamadı. Çünkü Jön Türkler’in Hürriyet olarak tercüme ettiği ve orijinali freedom (veya liberty) olan bu terimin yüklenmiş olduğu meşhur anlamı, Türkçe’nin form kurallarına uymayan ancak böylesi kavramla ifade edebileceklerini biliyorlardı. Özetle, bu kavram, Batı (siyasi) düşüncesinin en merkezi kavramıdır ve böyle olduğu içinde İslamileştirme çabalarına karşı dirençlidir. Ümit abi diyor ki: "Özgürlük ibadetin zıddı değildir, tam tersine, ancak özgür olanların ibadeti makbuldür." Bununla kastı, sanıyorum fıkhi terminolojideki cüz’i irade kavramının tazammun ettiği şeydir. Eğer öyleyse, bu konuda kendisiyle mutabık kalabilirim. Yani Allah’ın iradesi karşısında sınırlı irade sahibi insana "özgür kişi" diyorsa, mana yönünden buna itiraz etmem. Ama fıkhi terminolojimizde cüz’i irade sahibi kişi için sıklıkla kullanılan kelimenin hurr (ki bu da Kur’an’da kullanılan bir kelimedir) değil de "kul" olmasına da dikkat edilmesi gerekiyor! Malum olduğu üzere, Jön Türkler’e kadarki tarihimiz boyunca insan eylemlerini takdir etmek söz konusu olduğunda kullanılan kelime hep bu olmuştur. Bence bunun nedeni "ibadet" kavramının İslam’daki merkezi rolüdür. İslam’daki "kulluk" kavramıyla, Ümit abinin kast ettiği anlamıyla "özgürlük" kavramının tazammun ettiği bazı anlamlar arasında belki bazı ortak noktalar bulunabilir. Ama kullanılagelen, yerleşmiş bir dil vardır ve orada Etienne de la Boute’un da ifade ettiği gibi "gönüllü kulluk" kavramı özgürlük teorisinin karşıtı olarak kullanılmaktadır. Özellikle de Aydınlanma sonrası dönemde bu kavrama yapılan atıflara bakıldığında bu daha net görülebilmektedir. Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ilkeleri adına devrim yapmış Fransa’yla aynı ideali paylaştığını deklare eden ABD’ye bu ülkeden gönderilen sembolik hediyenin adının "eşitlik heykeli" değil de "özgürlük anıtı" olması boşuna değildir. Bu, mana yüklü bir tabirdir ve burada temelde savunulan tez de şudur: "özgür bireyin hayatını belirleyen, aklını kullanarak aldığı kararlardır." Bu tez, açıkçası, dinlerin savunduğu tezle çelişir. Çünkü (batıl veya Hakk olsun) her dinin şöyle bir iddiası vardır: Hakikati insan aklı değil, Tanrı belirler! Dolayısıyla, böylesi olumsuz bir tazammunu olan özgürlük kavramını İslamileştirme çabası başarılı olamayacaktır.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

©2023 - Düşüncenin Okullaşması. Tüm Hakları Saklıdır.