Söyleşi

DÜŞÜNCENİN OKULLAŞMASI ÇALIŞTAYI (2018-ANKARA)

(CEVAPLAR)*

* Düşüncenin Okullaşması Çalıştayı (2018)’nda yapılan konuşmaların tam metni birkaç hafta önce sitemizde yayınlanmıştı. Şimdi de bu konuşmalarda dile getirilen görüş, eleştiri veya önerilere ilişkin kanaatlerimizi içeren metni yayınlıyoruz. Burada şöyle bir üslup benimsenmiştir: önce her bir konuşmanın ana tezi tek bir cümlede özetlenmeye çalışılmış, ardından da katılımcının bu tez bağlamında ortaya koyduğu görüş, öneri yahut eleştirilere cevap vermeye gayret edilmiştir. Önceki katılımcıların dillendirdiğine benzer eleştirilerde bulunan sonraki katılımcıların görüş ve eleştirilerine ise, tekrara düşmemek için cevap verilmemiştir. Cevaplara yönelik olarak gerek katılımcılardan gerekse okurlardan yeni eleştiriler gelirse, onlara dair de yeni bir tartışma başlatılabilir.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

ADEM ÇAYLAK:

"Çağı anlamak için kutsal metne değil, doğaya/hayata bakmak gerekir."

KÜRŞAD ATALAR: Adem hocamın bu görüşüne, tabiatıyla, katılamıyorum, çünkü "kutsal" olduğu iddia edilen (Tevrat, İncil vb) diğer metinlerle Kur’an’ı bir görmüyorum. Benim inancıma göre Kur’an, her şeyden önce, bir "Hakikat Kitabı"dır. Tevrat ve İncil’in orijinali elimizde olsaydı, onlara da aynı gözle bakardım. Bu kitaplara insan eli değdiğinin birçok kanıtı gösterilebilir ama konu zaten bilindiği için fazla üzerinde durmayı gerekli görmüyorum. Bununla ilgili olarak, sadece Galileo’nun Düşes Christina’ya yazdığı mektuba bakmak bile yeterli olur diye düşünüyorum. Malum olduğu üzere, Galileo bu ünlü mektubunda düşese bir tavsiyede bulunuyor ve mealen diyor ki: "İncil’de yer alıp da vakıayla ters düşen hususlar ancak yorum yoluyla makulleştirilebilir." Zaten hermenötiğin Batı’da ilk ortaya çıkış nedeni de bundan başkası değildir. Tarihselciler, benzer bir iddiayı Kur’an için de dile getiriyorlar ama Kitab-ı Mukaddes’te elde ettikleri başarıyı Kur’an’da bir türlü yakalayamıyorlar! Bu yöndeki çabaların bundan sonra da netice vereceğini sanmıyorum. Okuyanlar bilir, Kur’an metni gerçekten "eşsiz"dir: biricik üslubunun ötesinde, beşerin tahayyül sınırlarını aşan birçok ifadeyi barındırır. Bunların bir beşerin sözü olabilmesi için, Muhammed’in tahminlerinde hiç yanılmayan bir falcı, meteorolog, kahin vs olmak gerekir ki, dünya tarihi (peygamberler hariç) böylesi bir insanın yaşadığını bize söylemiyor. Nostradamus bile olsanız, illa ki yanılırsınız yani!  Dolayısıyla, Kur’an’ın öncelikle bir Hakikat Kitabı olduğuna inanan birinden "kutsal metinlere değil, hayata bakalım" önerisini desteklemesi beklenemez. Ama meselenin bir de yorumlamayla ilgili tarafı bulunuyor ki, burada kısmen Adem hocama katılıyorum. Şöyle ki: tarihimiz boyunca Kur’an’a "kara kaplı kitap" muamelesi yapan bir anlayışın olduğu ve bunun eleştirilmesi gerektiği açıktır. Çünkü bizzat Kur’an-ı Kerim "hayata, evrene, olaylara bakın, ibret alın" tavsiyesinde bulunuyor. Fakat bu bakış nasıl olacaktır? İşte bu, yorum, anlayış, tarz meselesidir. Yanlış bakarsanız, yanlış sonuç çıkarırsınız. Nitekim her insan göğe bakar, ama Biruni gibi, Einstein gibi sonuç çıkaramaz; her insan tarihe bakar, ama İbni Haldun, Hegel gibi tarih felsefesi yapamaz, vs. Burada Kur’an’ın "ilm" dediği (çağdaş dönemde "bilgi" olarak adlandırılan) kavramın merkezi önemi olduğu çok açıktır. Kur’an, "ilim temeline dayanmayan" hiçbir şeye kıymet vermez. Buna "iman" kavramı da dahildir. İlim/bilgi söz konusu olunca ise karşımıza devasa bir "bilim" alanı çıkmaktadır. Şurası çok açıktır: bilimi son tahlilde insan yaptığı için, bilim adamının ortaya koyduğu her ürün, bulgu, vs "bilgi" kategorisine girmez. Bunlar, en nihayetinde bilgi olduğu iddia edilen şeylerdir. İddia ise doğru da olabilir, yanlış da. Eğer insanlığın tecrübî bilgisi tarihsel süreç boyunca giderek artıyorsa (ki öyledir), çağdaş dönemde ulaşılmış olan bilgi düzeyinin önceki dönemlere nazaran daha fazla olduğuna kuşku yoktur. Bu şu demektir: Galileo’nun tabiat bilgisi Aristo’nunkinden, Einstein’in fizik bilgisi de Newton’unkinden fazladır! Buna felsefe alanı da dahildir. Fakat fizik alanındaki bilgi artışı deneye dayalı olduğu için, hakka isabet oranı, felsefe alanından daha yüksektir. Felsefe alanındaki avantaj ise şudur: Eflatun ancak kendisinden önceki dönemin bilgisine sahip iken, Derrida Eflatun’dan bu yana gelen felsefi düşüncenin tamamından haberdardır! Kısacası, bilim/bilgi alanında doğruya isabet etme ihtimali tarihsel süreç içerisinde artmaktadır, ama bunun da garantisi yoktur. Yine tecrübeyle sabittir ki, "kesin doğru" denilen nice "bilimsel yasa" daha sonra yanlışlanmıştır. Felsefe ise, bu ihtimale daha açık bir alandır. Çünkü akıl, tabir-i caizse, doğru çalıştığında (yani doğru önermelerle hareket ettiğinde) doğru sonuç veren bir alettir. Yanlış veri kullanır, yanlış önermelerle yola çıkarsa, yanlış sonuçlar verir.

Adem hocam, konuyla ilgili olarak Müslümanların baştan beri doğaya/hayata bakışında sorun olduğunu iddia ediyor ve diyor ki: "hayatı ve günü okumak, hayatın dinamiği üzerinde bilgiyi inşa etmek gerekir." Bu cümlede ifadesini bulan görüşü, benzer sözlerle Hayri hocam ve Murat kardeşim de dile getirdi ama bence Adem hocamın vurgusu biraz daha farklı. Nitekim Adem hocam, her iki katılımcıdan farklı olarak, doğaya/hayata yaklaşım konusunda Müslüman tarihinin genelinde Platoncu yaklaşımın hakim olduğunu, bunun yerine Dionysosçu/Apolloncu yaklaşımın benimsenmesi gerektiğini savlıyor. "Platoncu yaklaşım" dediği şeye tam olarak bir açıklık getirmese de, sözlerinden, bununla tümdengelim yöntemine işaret ettiği anlaşılıyor. Dionysosçu yaklaşımla kast edilen ise, tümevarım yöntemi gibi görünüyor. Eğer bu çıkarımım doğruysa, Adem hocamın mitolojiye olumlu referans vermesini de anlamak mümkün olabiliyor. Çünkü malum olduğu üzere mitolojide şöyle bir bilindik mevzu vardır: Zeus’un Prometeus’u Kaf Dağı’nda zincire vurmasının nedeni, tanrılara özgü bilginin insanoğluna geçmesini önlemektir. Eğer Prometeus bunu başarırsa, insanoğlu Tanrılara kulluktan vazgeçip özgürlüğüne kavuşabilir! Yani insanın mücadele ederek (tümevarım yöntemini kullanarak, hayata/vakıaya bakarak, vs) elde ettiği bilgi, onun tanrılara karşı özgürleşmesini sembolize eder! Adem hocam, mitolojiye gönderme yaparken bunu mu kast ediyordu bilemiyorum ama konuşmasının genel muhtevasına bakıldığında bu sonucun çıkarılabileceği açıktır. Adem hocam, konuşmasının bir yerinde "benim zındıklığıma verin" mealinde espritüel bir ifade kullanarak bu sözlerin nasıl anlaşılabileceğine dair bir öngörüsü olduğunu göstermiş oluyor ama biz meselenin o yönüne odaklanmak yerine, savunulan tezin doğru olup olmadığına bakmalıyız. Çünkü düşünsel tartışmalarda önemli olan kimin söylediği değil, ne söylendiğidir.

Bendeniz Adem hocamın konuyla ilgili gözleminin esasta isabetli olmadığını düşünüyorum. Şöyle ki: Müslüman tarihinde "hayata bakış" konusunda çarpık bir anlayış olduğu doğrudur, fakat iddia edildiği gibi bu yaklaşım yaygın bir epistemolojik meşruiyete ulaşamamıştır. Bu konuda belki de en çok eleştirilen sembol şahsiyetlerden biri olan Gazali’nin düşüncesinde dahi böyle bir tazammun yoktur. Gazali (ve onun gibi düşünenler) filozofların "hayata dair" tezlerine karşı çıkarken, bunların özellikle teolojiyle ilgili görüşlerinin bazı noktalardaki isabetsizliğine (bir çok hususta da ispatlanamaz oluşuna) dikkat çekmekte, gözleme/bilime dayalı iddialara yönelik olarak ise nötr (hatta olumlu) bir tavır takınmaktadırlar. Bunun sebebi de bellidir: o dönemde bilim henüz gelişmemiştir ve Aristoteles gibi filozoflarca dile getirilen "tezler" çoğunlukla (ister istemez) kanıtlanmamış önermeler olarak kalmaktadırlar (Nitekim bu hususu, Leviathan adlı ünlü kitabında Hobbes da dile getirmiş ve skolastik düşünmenin zirvesi olarak gösterilen Aristo’yu o da eleştirmiştir!). Gazali’nin Tehafüt’te ortaya koyduğu 3’lü tasnife bakıldığında şu açıkça görülür: doğruluğu kanıtlanmış bilimsel teze Müslüman kelamcının itiraz etmesi ne mümkündür ne de böyle bir yaklaşım kabul görmüştür. O halde, Müslüman tarihinde "hayata bakışı çarpık olan" kimdir? Net olarak söyleyelim: bilim alanındaki çalışmaları "faydasız ilim" görenlerdir. Bunlar sadece "bir lokma, bir hırka" anlayışına sahip tasavvufçular arasından çıkmaz, "gölge etme başka ihsan istemez" anlayışıyla hareket eden filozoflar arasında da böyleleri vardır. Hatta "küçük güzeldir" diyen bazı postmodern çevreleri bile bu kategoriye dahil etmek mümkündür!

Çalıştay bağlamında katılımcılardan bazılarının görüş beyan ettiği önemli konulardan birisi de "bilginin İslamileştirilmesi" idi. Bu hususta üniversitedeki öğrencilik yıllarından beri eleştirel bir tutum takındığını belirten Adem hocama göre, bu kavramın "hayata bakmamız lazım" anlayışı çerçevesinde sorgulanması gerekiyor. Yani Adem hocam, terkibin "bilgi" kısmına değil de "İslamileştirme" kısmına itiraz ediyor. Burada tabii Raci Faruki, İsmet Özel ve Fuat Sezgin (hatta Gazali) bağlamında dile getirilen tezlerin tartışılması gerekiyor. Sezgin’e göre, bilim, Müslümanlar da dahil olmak üzere bütün insanlığın katkıda bulunduğu, insanlığın ortak mirasıdır. Dolayısıyla, bu hususta "İslamileştirme" yönünde bir tutum takınmaya gerek yoktur. Faruki’ye göre, bilim insanlığın ortak mirasıdır ama İslam’a uymayan yönleri de vardır. Bunları İslamileştirmek gerekir. Özel’e göre ise, teknik alan dahil Batı bilimine ihtiyatla yaklaşmak gerekir; çünkü üzerinde "kültür" damgası vardır. Gazali’ye gelince, Müslümanca tavır "irin dolu küpün içinden altın yüzüğü çıkarmaktır." Dolayısıyla, en doğru yaklaşım "seçicilik"tir. Bana daha sıcak gelen yaklaşım da Gazali’ninkidir. Çünkü herhangi bir hususta bir fikir ortaya atılıyorsa, farklı kültürel arkaplanı var diye ona baştan önyargılı yaklaşmak doğru olmaz. Nitekim tarihimizde Müslüman toplumların farklı kültürel çevrelerce üretilmiş olan felsefe ve tasavvuf ekolleriyle diyaloğu (genel olarak) bu şekilde gerçekleşmiştir. Müslümanlar, bu akımlara karşı baştan önyargıyla yaklaşmamışlar, tezlerine bakıp gerekirse olumlamışlar, gerekirse de reddetmişlerdir. Zannımca tarihimizde genel tavrın bu şekilde tecelli etmiş olması da Müslümanların Hakikat İddiası noktasında özgüvenli olduklarını göstermektedir. Nasıl ki kaba güce kendini güçsüz hisseden zorbalar başvuruyorsa, Hakikat İddiası noktasında önyargı, tecrit yahut sınırlandırma vb uygulamalara da epistemolojik açıdan kendini zayıf hissedenler başvurur. Bununla birlikte tabii ki karşıt tezle anlamlı bir fikri mücadeleye girebilmek için, onu iyi tanımak gerekir. Bu, "tam tanıma" meselesiyle ilgili (tarihimizde de tanışmanın ilk evrelerinde sıkça karşılaştığımız) bir sorundur, ama zamanla rakip paradigmaya aşinalık kesbedince de ortadan kalkmıştır. Zannımca, çağdaş dönemde epistemoloji alanında yaşadığımız sorun da esasen buradan kaynaklanmaktadır. Çağdaş dönemde de hakim paradigmayı "iyi tanırsak" zamanla ona da layıkı veçhile cevap verme imkanını bulabiliriz.

Adem hocamın: "hesaplaşmadan ziyade anlamak, açıklamak ve etkileşime girmek gerekir. Aksi takdirde, tarihte olduğu gibi kendi içimize kapanırız" mealindeki sözlerine yönelik olarak da şunları söylemek isterim: kanımca, tarihimizde içe kapanmanın nedenleri daha başkadır. Konuyu Ümit hocamın eleştirisine cevap verirken: "her ümmetin bir eceli vardır" ayeti bağlamında tartışmıştım. Bence Müslüman Dünyası’nın belirli bir tarihten sonra "içsel dinamikleri" tükendiği için içe kapanma hali ortaya çıkmıştır. Birileri kapı kapatıyor diye insan içtihat etmekten, düşünmekten vazgeçmez. Halife veya sultan emirname yayınlayıp belirli bir düşünme tarzını yasaklayabilir; ama toplum iç dinamiklerini tüketmemişse, düşünme eylemi son bulmaz. Nitekim tarihimizdeki Mutezile ve Ehli Hadis tecrübeleri bunun en iyi kanıtlarından biri olarak gösterilebilir. Her ikisi de "devlet ideolojisi" olma şansını yakalamış, her ikisi de hakim oldukları dönemde rakip ideolojiye baskı uygulamış, ama bu baskı var diye insanlar düşünmeyi bırakmamışlardır. Öyle olsaydı, bu iki ekolden birinin hiç var olmaması gerekirdi! Düşünceler, esas itibarıyla, "yanlışlandıklarında" sonlanırlar. Yani "Hakk gelince, Batıl zail olur." Hak gelmemişse veya Hakkı temsil ettikleri iddiasında olan insanlar, onu layıkıyla temsil edemiyorsa, Batıl’ın hükümran olmasına şaşmamak gerekir.

Bu noktada Hayri hocamın dile getirdiği Adem hocamın ise biraz daha açarak ifade ettiği: "özgür düşünebilen farklı kesimlerle diyalog halinde düşünce üretilebilir" görüşüne dair de şunları söyleyebilirim: Etkileşim elbette mümkündür. Çünkü tezi olan her insanı dinlemek gerekir. Fakat kabul etmek, onaylamak ve tabii ki "beraber yürümek" başka bir şeydir. İnsan, esas itibarıyla, inandığı gibi yaşayan bir canlıdır. Neye inanıyorsa, onun gereğini yapar. O yüzdendir ki "beyan asıldır." Ama bir "beyan"ın olabilmesi için de öncelikle düşünsel itminana ulaşmak gerekir. Aksi takdirde, söylenen söz ve yapılan iş, ağızda buruk bir tat bırakır, ondan beklenen sonucu doğurmaz. Dolayısıyla farklı inançlara, düşüncelere sahip insanlar birbirleriyle diyalog kurabilir, fikri mevzuları tartışabilir, birbirlerinin görüşlerini red veya kabul edebilirler. Ama "eylem" alanında ortaklık ayrı bir iştir. Kişi ancak gönüldaşıyla yan yana, omuz omuza yürüyorsa maksimum düzeyde performans gösterebilir. Aksi olan her durumda, performanstan bir kayıp yaşanacaktır. Bu da bizim "iman" kavramıyla açıklamaya çalıştığımız şeyi izah eder: kişi "inanıyorsa güçlüdür."

Dil tartışması bağlamında Adem hocamın: "din dilini bırakmak için kavramları Koselleck’in yaklaşımıyla anlamlandırmamız gerekir" tezine dair ise şunları söyleyebilirim: Koselleck, bilebildiğim kadarıyla, dil ve tarih alanında Weber’ci nesnel analizin imkanını sorgulayan ve Gadamer’in bağlamsal yaklaşımına benzer bir yaklaşımı savunuyor. Buna kavramlar sosyolojisi mi denir, bilemiyorum. Belki kavramlar arkeolojisi demek daha doğru olur. Kavramların anlam içeriklerinin zaman içerisinde değişimini inceleyen Kosellecek’in yaklaşımı bence epeyce "tarihselci" tınılar taşıyor. Ben ise, malum olduğu üzere, kök-anlam yöntemini savunuyorum ve burada savunulan görüş, tarihsel süreçteki anlam değişikliklerinden ziyade, zamana dirençli bir kök-anlama odaklanmayı öneriyor. Çünkü (basitçe ifade edecek olursak), eğer iddia edildiği gibi, kavramlar zaman içerisinde anlam değişikliğine uğruyor ve bu değişim çoğu zaman büyük boyutlarda oluyorsa, buradan şöyle bir netice çıkar: bugünün Müslümanı Kur’an kelimelerinin hiçbirisinin "gerçek" anlamını bilemeyebilir, zira on dört asır içerisinde her bir kelimenin anlam içeriğinde büyük değişimler olmuş olabilir! Bu ise teolojik bir sorun ortaya çıkarır. Hatta buna dayanarak, Mushaf’taki Kur’an’ın "gerçek Kur’an" olmadığı bile söylenebilir. Bir Müslümanın ise bunu kabul etmesi mümkün değildir. Kök-anlam yönteminde, buna mukabil, kavramlar/kelimeler de zaman içerisindeki değişime dirençli bir "kök" mananın bulunduğu tezi savunulmaktadır. Buna göre ise, zaman içerisinde kavramların anlam alanı genişleyebilir, ama kök-anlam değişmez. Bu da mananın esasta korunduğu anlamına gelir. Bu yöntemin detaylarını Kök-Anlam Yöntemiyle Kur’an Tefsiri ve Tefsir’de Yöntem kitaplarımda tartıştığım için, bu konuya burada giremiyorum. İlgilenenler konu bağlamında bu kitapları okuyarak, tez hakkında daha geniş malumata ulaşabilirler.

Son olarak, Adem hocamın "düşünce üretimi için okula/kurumlara da ihtiyaç vardır" mealindeki görüşüne ilişkin olarak da birkaç değinide bulunmak isterim. Bence mevcut okullardaki müfredat programlarına hakim paradigma damgasını vurduğu için, halihazırdaki enstitü ve üniversite modelleriyle okullaşma sürecinde yol almak zordur. Şeriati’nin Hüseyniye-i İrşad’ta denediği model ise akim kaldı. Fakat Şeriati’nin ideolojiye vurgu yapan söylemini koruyan ortak çalışmalar yapılabilir. Bu tür çalışmaları, resmi anlamda müfredatı olan kurumlarda yapmak yerine daha serbest çalışabilen yapılaşmalar üzerinden yürütmek daha makul bir öneri gibi duruyor. Bunun nedeni de şu gözlemim: kurumsallaşma, ancak paradigmal üstünlük sağlandıktan sonra orijinal biçimde gerçekleşebiliyor. Bu olmadığında, bir biçimde karşıt tezin kurumlarına öykünme ortaya çıkıyor. Bu ise, elbette ki bizim arzu ettiğimiz bir şey olamaz. Çünkü düşüncenin okullaşması tezinde öncelikli olan organizasyonel büyüklükler değil, paradigmal üstünlüğün sağlanmasıdır.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

©2023 - Düşüncenin Okullaşması. Tüm Hakları Saklıdır.