Söyleşi

DÜŞÜNCENİN OKULLAŞMASI ÇALIŞTAYI (2018-ANKARA)

(CEVAPLAR)*

* Düşüncenin Okullaşması Çalıştayı (2018)’nda yapılan konuşmaların tam metni birkaç hafta önce sitemizde yayınlanmıştı. Şimdi de bu konuşmalarda dile getirilen görüş, eleştiri veya önerilere ilişkin kanaatlerimizi içeren metni yayınlıyoruz. Burada şöyle bir üslup benimsenmiştir: önce her bir konuşmanın ana tezi tek bir cümlede özetlenmeye çalışılmış, ardından da katılımcının bu tez bağlamında ortaya koyduğu görüş, öneri yahut eleştirilere cevap vermeye gayret edilmiştir. Önceki katılımcıların dillendirdiğine benzer eleştirilerde bulunan sonraki katılımcıların görüş ve eleştirilerine ise, tekrara düşmemek için cevap verilmemiştir. Cevaplara yönelik olarak gerek katılımcılardan gerekse okurlardan yeni eleştiriler gelirse, onlara dair de yeni bir tartışma başlatılabilir.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

BÜNYAMİN ZERAN:

"Tepkisel yaklaşım doğru değildir; karşıt olmaktan ziyade üretmek önemlidir."

KÜRŞAD ATALAR: Modernite ile hesaplaşma düşüncesi karşıtlık üzerine kurulu değildir. Öncelikle bir analiz ve değerlendirmeye dayanır. Eğer modernite/postmodernite de İslam’a aykırı boyutlar varsa bunlarla mücadele edilmelidir. Hesaplaşma bu yüzden gereklidir. Kanımca Batı Düşüncesi temel kavramları ve yönelimleri itibarıyla İslam’la çelişir; bu çelişkiyi kitlelere göstermek de tebliğ vazifesinin gereğidir. Bununla birlikte, Gazali’nin dediği gibi "kavanoz irin dolu diye, içindeki altın yüzüğü de kavanozla birlikte çöpe atmamız gerekmez." Sadece teknik alanda değil, diğer alanlarda da Batı Düşüncesi’nin "beşer tecrübesi" olarak görülebilecek boyutları vardır ve bunlardan istifade edilebilir. Fakat bir düşünceye "yön veren" kavram ve kurumlar sorunlu ise, bunları ikincil konuma itip benimsenebilecek boyutlar öne çıkarılamaz. Bu, yanlış bir mücadele yöntemidir. Nitekim Gazali de mantık ilmi konusunda Aristo’yu överken, 3 konuda onu küfre düşmekle suçlamıştır. Ama düşünce tarihine baktığımızda, Gazali övgüsüyle değil yergisiyle daha çok tanınmaktadır. Çünkü övgü konusu olan şey beşeri alanla, yergi konusu olan şey ise itikatla ilgilidir. Tabidir ki, itikatla ilgili hususa daha çok önem verilecektir. Modernite/postmodernite konusunda da benzer bir yaklaşımı sergilemek en doğrusudur. Etkileşime gelince, bu hususta da şunlar söylenebilir: Esasen tarihin her döneminde kültürler birbirleriyle etkileşim içinde olmuşlardır. Örneğin klasik dönemde Müslüman toplumu, Yunan ve Hint düşünceleriyle etkileşime girmiş ve bu nedenle düşünce tarihimizde filozofi ve tasavvuf olarak bilinen iki okul ortaya çıkmıştır. Birbiriyle savaşan toplumlar bile bir şekilde etkileşim halinde olmuşlardır. Yunanlılar Perslerle, Kartacalılar Romalılarla, Osmanlılar Avrupalılarla vs savaşmasına rağmen, doğrudan veya dolaylı yollardan birbirlerini etkilemişlerdir. Hakeza dünyayı istila eden Batılı sömürgeciler gittikleri ülkelerin kültürlerinden, geleneklerinden vs etkilenmişlerdir. Örneğin 15. yüzyılda Dante’nin söylemindeki İslam’a yönelik düşmanca ifadeler, 19. yüzyıl oryantalistlerinden Goldziher’de yoktur. Massignon, Gibb, Hourani gibi 20. yüzyıl oryantalistlerinin söylemi ise daha da yumuşamıştır. Kanımca bunun temel sebebi, İslam’ı tanıma düzeyinin artmasıyla Batılı insanın zihnindeki bazı önyargıların kırılmasıdır. Özellikle de postmodern dönemde sadece sıradan insanların değil, birçok tanınmış ismin Müslümanlığı kabul etmesinin sebebi de budur. Buradan da şu netice çıkar: İslam’a yönelik önyargılar kırıldığında insanlar doğruyu bulabilmektedirler. Nitekim tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Moğollar ve Haçlılar Müslüman topraklarını işgal etmişler, fakat kalıcı etki bırakamamışlardır. Hatta Moğollar Müslümanlaşmış, Haçlılar ise "geldikleri gibi gitmişlerdir." Yani geride Hıristiyanlaşmış geniş kitleler bırakamamışlardır. Ama Müslümanlar hangi coğrafyaya yayılırsa yayılsın, orada geniş kitleler Müslümanlığı kabul etmiş, geri çekilmek zorunda kaldıklarında bile yerel halk dinlerini terk etmemiştir. Zannımca "küreselleşme" çağında İslam’ın Batılı insan nezdinde şansı daha da fazladır. Çünkü iletişim imkanları gelişmiştir ve her fikir çok kısa sürede dünyanın her köşesine yayılabilmektedir. Müslümanlar olarak bu imkanı iyi kullanabilirsek, İslam güneşinin Batı’da da doğmaması için hiçbir sebep yoktur. Düşüncenin okullaşması tezinde vurgulanan hususlardan biri de budur. Düşünceyi yetkin bir şekilde temsil edebilirsek, kitlelerin İslam’a teveccühü artacaktır.

Bünyamin kardeşimin: "moderniteden önce gelenek eleştirilmelidir" şeklinde özetleyebileceğim görüşüne yönelik olarak ise şunları söyleyebilirim: gelenek eleştirisi, "öze dönüş" çabasının en önemli iki ayağından birini teşkil eder. Bunların ilki modernite/postmodernite eleştirisidir, diğeri de gelenek eleştirisidir. Çünkü ikisiyle de amaçlanan aynıdır: İslam’a bulaşmış olan kirlerden onu temizlemek! Ama ilkinin şöyle bir önceliği vardır: gelenek son tahlilde bizim "iç" meselemizdir; modernite/postmodernite ise tüm dünyayı etkilemektedir. Yani küresel anlamda hakim paradigma odur. Gelenek eleştirisinin başarılı olması durumunda, bundan sadece Müslüman Dünyası etkilenir, ama hakim paradigma fikri müsabakada mağlup edilebilirse, bunun geniş kitleler üzerindeki etkisi çok büyük olur. Bu, tıpkı Hz. Musa’nın önce Firavun’a gitmesine benzer. Burada verilen ince mesaj şudur: "davetim evrenseldir!" Çünkü Firavun o dönemin en güçlü devletinin yöneticisidir. Firavun’un köleleştirdiği İsrailoğulları’na mensup birisi olarak Hz. Musa’nın Firavun’a: "gel davetime icabet et" şeklinde bir çağrıda bulunmuş olması, paradigmal üstünlüğün kendisinde olduğuna dair güçlü bir tez içerir ki, Firavun da bu mesajı almış ve "inbat kabiliyeti bulunan" Hz. Musa’nın davetinin toplumda yayılmaması için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Kanımca, çağdaş dönemde de aynı yöntem uygulanmalıdır. Ama bu arada elbette gelenek eleştirisi de yapılmalıdır. Çünkü geleneğin kitleler üzerindeki olumsuz etkisi bazı yönlerden hakim paradigmanınkinden daha fazladır. Çünkü pratik hayat hakim paradigmanın etkisine açık olarak akmaktadır ama kitlelerin zihinlerini de daha çok gelenek etkilemektedir. Şeriati’nin İran’da mollalara, Özkan’ın da Türkiye’de gelenekçi çevrelere karşı verdiği mücadeleyi yanlış yorumlamamak gerekir. Yani buradan: "gelenek eleştirisi başarıya ulaşırsa yapılacak fazla bir şey kalmaz" şeklinde bir anlam çıkmaz. Bilakis her iki sembol şahsiyet de nihai mücadelenin hakim güçlere (sömürüye, hakim paradigmaya, vs) karşı verildiğinin bilincindedirler ve hayat hikayeleri de zaten buna tanıklık etmektedir. Şeriati’nin Şahlık düzeniyle, Özkan’nın da laik cumhuriyetle tecrübe ettikleri hatırlanacak olursa, kastım daha iyi anlaşılacaktır.

Bünyamin kardeşim diyor ki: "okula gerek var mı? Bireysel çalışmalar daha yararlı olabilir." Bu konuda Gelecek İçin Manifesto kitabında bir açıklamada bulunmuştum. Bu vesileyle bir kez daha tekrar edeyim: bendeniz okullaşmanın illa bir kurum altında yapılacak faaliyetler sonucunda gerçekleşeceğini iddia etmiyorum. Sadece kurumsal faaliyetlerin yararlı olacağını, süreci hızlandıracağını vs. söylüyorum. Yoksa yapabiliyorsa, tek bir kişi bile düşünceyi okullaştırabilir. Ama çağdaş dönemde (ideoloji alanında bile olsa) bilgi yekunu göz önünde tutulduğunda tek bir kişinin bu işin altından çıkabilmesi de zor görünüyor. O yüzden sık sık "otorite olmuş alim veya alimler" klişesini kullanıyorum. Tarihte bu iş genellikle şahıslar üzerinden yürüdü, şimdi ortak çalışma yapma ihtiyacı sanki daha bariz bir şekilde ortaya çıkmış gibi görünüyor. Fakat şurası da unutulmamalı: otorite olmuş alimi de sonuçta toplum üretiyor. Yani düşüncenin gelişmesi yönünde toplumun bir teveccühü olmasa (otorite olmuş alimden önce de o konularda düşünen insanlar olmasa) zirve noktasında düşünce üreten kişilerin ortaya çıkması da zordur. Ebu Hanife’yi fıkıh alanında, Marks’ı da sosyalizm alanında sık sık örnek göstermemin sebebi budur. Dolayısıyla, çağdaş dönemde düşüncenin okullaşması da pek çok kişinin katkılarıyla olacaktır. Bu bağlamda gelişme döneminin üç ismi olarak Kutup-Mevdudi-Şeriati triosu, düşüncenin gelişme sürecinin sembol şahsiyetleri olarak sürece çok olumlu katkılarda bulunmuşlardır. Onlar (veya daha başkaları) olmasaydı, bizler bugün bu konuları tartışamazdık bile. Fakat okullaşma başka bir evredir. Düşünce alanında yetkinliğe ulaşmadan o seviyeyi yakalamak mümkün olmaz.

Bünyamin kardeşimin: "ilmin olduğu yerde itaatin de olacağı tezi doğru değil" şeklinde yönelttiği eleştiriye daha önce cevap verdiğim için burada ek olarak sadece şunları söyleyebilirim: bendeniz "ilim mutlaka itaat doğurur" demiyorum, bir nevi "asıl zafer fikri mücadeleyi kazananındır" diyorum. Hak gün gibi ortaya çıkmış, fakat insanların çoğu (üstelik bile bile) buna inanmıyorsa, burada zafer yine de Hakk’ı savunanındır; sayısal çokluğun önemi yoktur. Öyle olmasa, Cehennem’in kafirlerle dolacak olması, Batıl’ın Hakk’a üstünlüğünün kanıtı olurdu! Söylemek istediğim özetle budur. Hak ortaya çıksın da, insanlar inanmış veya inanmamış olsun. Kendileri bilir. (Türkçe’de yaygın olan tabirle "paşa gönülleri bilir.") Biz ancak "kalpleri korkuyla titreyenlere" bir şeyler anlatabiliriz. Laf anlamayana (örneğin, En Büyük Laf Anlamayan olan Şeytan’a) anlatılacak bir şeyin olmaması, lafın anlatılmaması gerektiği anlamına gelmez. İnat ve kibrin çaresi yoktur. Bunların çaresi, ‘Cehennem" veya "kara toprak"tır.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

©2023 - Düşüncenin Okullaşması. Tüm Hakları Saklıdır.