Yorum

GÜLEN VERSUS ERDOĞAN - KİM ZARARLI ÇIKAR BU ‘KAVGA’DAN?

Gülen cemaati ile Başbakan Erdoğan arasındaki ilişkilerin son birkaç yıldır iyi olmadığı biliniyordu. Ancak Hakan Fidan meselesiyle ayyuka çıkan, dersanelerle ilgili hükümet düzenlemesine Cemaat’in tepkisiyle iyice gerginleşen ilişkiler, Fethullah Hoca’nın son ‘beddua’ çıkışıyla zirve yapmış görünüyor. Başbakan geri adım atmayacağını, “devlet içinde devlet” olmaya çalışan ‘çete’leri temizleyeceklerini söylerken, Fethullah Gülen, Cemaat’e yönelik uygulamayı yapanların “evlerine ateş düşmesini”, “ocaklarının başlarına yıkılmasını”, “yer ile yeksan olmalarını” vs. istiyor. Tabiatıyla, gelinen bu noktada, “ipler kopmuş oluyor.” Bundan sonra ilişkilerin yeniden düzelmesi mümkün mü? Bu yönde bazı girişimlerin olabileceği düşünülebilirse de, ilişkilerin eski haline dönmesi zor görünüyor. Peki, bu noktaya niçin gelindi? Bahar havasının estiği onca yıldan sonra, Cemaat ile Başbakan arasındaki ilişkiler niçin bozuldu? Bunu, yaklaşan seçimlerle mi ilişkilendirmek gerekiyor, yoksa olan-biteni tipik bir ‘güç savaşı’ olarak mı nitelemek daha doğru? Bu sorulara cevap ararken, öncelikle, durumu “Gülen Erdoğan’a Karşı” noktasına getiren gelişmeleri iyi yorumlamak gerekmektedir.

Bilindiği gibi, Gülen Cemaati ile Milli Görüş hareketinin sosyolojik tabanı ve kültürel beslenme kaynakları aynı değildir. Her ikisi de ‘muhafazakar’ çevrelerden destek almasına ve özde ‘gelenekçi’ bir çizgide yer almalarına rağmen, Gülen cemaatinin dini anlayışını büyük ölçüde Said-i Nursi’nin görüşleri belirlemekte, Milli Görüş hareketi ise ‘karma’ sayılabilecek kaynaklardan beslenmektedir. Gülen cemaatine göre, modern çağın öncelikli meselesi “imanı kurtarmak” iken, Milli Görüş hareketinin kurucusu Erbakan, bir yandan tasavvufi çevrelerle yakın ilişki içindedir (nitekim Nakşibendi şeyhi Mehmet Zahit Kotku’ya intisap etmiştir), diğer yandan da ‘politik fayda’ getireceğine inandığı farklı çevrelerden istifade etmeyi de ihmal etmemektedir (12 Eylül darbesinden önce Milli Görüş’ün gençlik teşkilatı olan Akıncılar’ın yoğun olarak Müslüman Kardeşler’in fikir önderlerinin kitaplarını okudukları bilinmektedir). Hakeza her iki hareketin siyasete bakışları ve hareket tarzları da birbirinden farklıdır. Gülen cemaati ‘parti politikası’na karşı iken, Milli Görüş, başından beri, amaçlarına ‘parti’ aracılığıyla ulaşmayı tercih etmiştir. Dolayısıyla, Gülen Cemaati ile Milli Görüş’ü, ‘ayrı kulvarlarda’ hareket eden iki ayrı hareket olarak nitelemek mümkündür. Fakat biliyoruz ki, iki hareketin yolları bazen de kesişebilmektedir. Nitekim, Erbakan 1970’li yıllarda, Nur Cemaati’yle ilişki kurmuş ve Cemaat’e bağlı bazı isimleri MNP ve MSP kadrolarına katmıştır (Hüsamettin Akmumcu MNP’nin kurucularındandı; A. Tevfik Paksu ise AP-MSP-MHP-CGP koalisyon hükümetinde Çalışma Bakanı idi). Cemaat ile Milli Görüş’ün arasının 1977’de muhalif Nurcu (ve Kadiri) vekillerin yayınladıkları ve Erbakan’ı “istişare etmemek, yalan söylemek ve emaneti ehline vermemek”le itham eden bildiriden sonra bozulduğunu ve bir daha da düzelmediğini biliyoruz. Fakat Başbakan Erdoğan’ın “Milli Görüş gömleğini üzerinden çıkarması”ndan sonra, iki camia arasında yeniden bir ilişkinin kurulduğu ve AKP iktidarları döneminde bu ilişkinin giderek güçlendiği de bir vakıadır. Son iki-üç yıla kadar Erdoğan ile Gülen Cemaati, kelimenin tam anlamıyla, “ittifak içerisinde” hareket etmişlerdir. Bu, elbette ki amaçların ‘kesişmesi’ nedeniyle böyle olmuştur. Fakat AKP hükümetinin, sadece Nur Cemaati ile iyi ilişkiler kurduğu da sanılmamalıdır. AKP, son 10 yıl içerisinde bütün cemaat, tarikat ve (dernek, vakıf vs.) yapılarla sıcak ilişki geliştirmeye çalışmış ve bunda büyük ölçüde de başarılı olmuştur (% 50 civarında oy almasını başka türlü izah etmek mümkün değildir). Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: bu, tipik manada bir ‘çıkar ilişkisi’dir ve karşılıklı nemalanma devam ettiği sürece bu ilişki de devam eder. Çıkarların çeliştiği yerde ise, ‘niza’ ortaya çıkar. Son yaşanan gelişmelerde olan da, bundan başkası değildir.

Peki, çıkarlar nerede çelişmiştir? Bu sorunun cevabını, ‘büyüyen’ iki yapının kendi pozisyonlarına ilişkin değerlendirmelerinde bulmak mümkündür. Gülen Cemaati AKP’ye verdiği desteğin karşılığını “yeterince alamadığını” düşündüğünde, AKP de Gülen Cemaat’ini ‘hak ettiğinden fazlasını’ talep etmekle suçlayınca, ipler kopmuştur. Meselenin özü budur. Dolayısıyla, bugünkü yaşanan ‘kavga’yı, aslında, sürecin ‘kaçınılmaz’ sonucu olarak görmek gerekir. Çünkü iki tarafın da ‘büyümeye’ devam etmesi, zaman içerisinde kırılganlık riskini artırmış ve nihayet bir ‘alan çakışması’ meydana gelmiştir. Bu durumda ya taraflar taviz vermeye razı olacaklardır ya da ‘kavga’ çıkacaktır. Taraflar taviz vermeye yanaşmadığı için de, neticede ‘çatışma’ kaçınılmaz olmuştur. Burada şu hususun da altını çizmek gerekir ki, bir siyasi partinin lideri olarak Erdoğan’ın belirli oranda iktidar paylaşımına razı olmaması düşünülemez. Zira siyasi partilerin ‘oy’a ihtiyacı vardır ve AKP de en nihayetinde bir siyasi partidir. Ancak öyle görünüyor ki, sorun, Cemaat’in, Erdoğan’ın verebileceğinden yahut razı olacağından daha fazlasını istemiş olmasıdır (en azından Erdoğan’ın algısı bu şekildedir). Hatırlanacağı gibi, Cemaat ile Erdoğan’ın arasını açan şey, 12 Eylül referandumundan sonra, Cemaat’in Erdoğan’a yönelik olarak: “bizim sayemizde orada oturuyorsunuz” mealinde sözler sarf etmesiydi. Erdoğan da, bu sözleri, Cemaat’in “sınırı aştığının” bir delili olarak algılamış ve önce Milli Eğitim Bakanlığı’nda ardından da Emniyet’teki Cemaatçi olarak bilinen bürokratlara karşı bir tasfiye operasyonu düzenlemişti. Burada şu sorunun sorulması gerekmektedir: Cemaat niçin Erdoğan’ın vermeye razı olmayacağı şeyleri istemektedir? Bu sorunun iki muhtemel cevabı olabilir: ya Cemaat, siyasi bir ‘manevra’ yaparak, diğer grupların arasından sıyrılıp kurulu düzen içerisinde en güçlü yapı olmaya çalışmaktadır ya da (bir süredir iktidar çevrelerinin dillendirildiği gibi) “uluslararası bir komplonun parçası olarak” hükümeti yıpratma politikasına hizmet etmektedir. Kanımca, iki ihtimali de yabana atmamak gerekir. Zira kimi iddialara göre, Gülen cemaati, artık, büyüme aşamalarının sonuna yaklaştığını düşünmektedir. Bu, şu anlama gelir: gelinen son aşamada, nihai başarının önünde duran hiçbir engele tahammül gösterilmeyecektir! Buna Başbakan da dahildir. İkinci ihtimale gelince, burada öncelikle şu hususa değinmek gerekmektedir: uluslararası çevreler, son birkaç yıldır Erdoğan’ın çizdiği ‘otokratik lider’ imajından memnun değildirler ve ona ‘sınırları’nı hatırlatmak istemektedirler. Gülen Cemaati, bu noktada, ‘işlevsel’ görünmektedir; zira mevcut bürokratik mekanizmaları kullanarak iktidar partisine zarar vermek kolay değildir; ancak ‘muti’ bağlılardan oluşan ve kamuda etkinliği bulunan bir örgütlü yapı, bu riski göze alabilir! İşte bu noktada Cemaat, uygun bir ‘aparatus’ olarak ortaya çıkmaktadır. Burada, Cemaat’in plan doğrultusunda ve ‘emir-komuta zinciri’ içerisinde hareket edeceği de sanılmamalıdır; bilakis, Cemaat, ‘gönüllü’ hizmet kabilinden bu planın içerisinde yer alabilecektir. Bu da ancak, Cemaat’in bir ‘saldırı’ karşısında ‘savunma refleksi’ geliştirmesiyle meşruiyet kazanır. Zaten AKP’nin son 2-3 senedir Cemaat’e karşı uyguladığı politikalar, bu ‘savunma’ya yeterince haklılık gerekçesi sunmaktadır.

Bundan sonraki gelişmelere ilişkin olarak ise şunlar söylenebilir: öyle görünüyor ki, Cemaat ile Erdoğan arasındaki ilişkiler eskisi gibi olmayacak ve her iki taraf da zarar görecektir. Fakat zararın daha büyüğünü Erdoğan’ın görmesi muhtemeldir. Zira Erdoğan, son tahlilde, bir siyasi partinin lideridir ve siyaset alanında değişiklik yapmak, (Cemaat’in faaliyetlerini yoğunlaştırdığı) toplumsal alana nispetle daha kolaydır. Üstelik Erdoğan’ın imajı, son birkaç yıldır giderek bozulmaktadır. Önce liberal çevrelerle arasına soğukluk girmiş, şimdi ise en önemli müttefiklerinden birini kaybetme noktasına gelmiştir. Bu durum, Başbakan’ın zaman zaman soğukkanlılığını kaybetmesine yol açmakta, bu da sonuçta onun imajına zarar vermektedir (Son yolsuzluk operasyonunda Amerika’yı da ‘uluslararası komplo’nun failleri arasında sayması bunun iyi bir örneği olarak görülebilir). Burada, bazı köşe yazarlarının dile getirdiği bir ihtimalden de bahsedilebilir: buna göre, Başbakan zaten Amerika tarafından gözden çıkarılmıştır ve o da bunu bilmektedir. Başbakan’ın hırçınlığının asıl sebebi budur. Eğer bu ihtimal doğru ise, bu takdirde, Erdoğan’ın zaten yapabileceği fazla bir şey yoktur. Tek seçeneği, olabildiğince direnmektir. Fakat yakın tarihimizden pek çok örnekten de bildiğimiz gibi, direnme tercihi pek işe yaramamaktadır (bilakis kimi zaman süreci ‘hızlandırıcı’ bir etkisi dahi olabilmektedir!) Bilindiği üzere, BOP projesi bağlamında Ortadoğu’da birçok ülkede rejim değişikliğine gidileceği belli olduktan sonra, yerel liderlerin ‘direnişi’ fayda vermemiştir. Zira ‘Büyük Plan’ buna engel olmaktadır. O yüzden, (Hüsnü Mübarek gibi) bazı liderler fazla direnmeden yönetimi bırakmışlar; (Kaddafi gibi) ölümüne direnen bazı liderler de ‘zor kullanılarak’ iktidardan alaşağı edilmişlerdir. Fakat burada şunu da ifade etmek gerekmektedir ki, Türkiye, Ortadoğu’daki sıradan ülkelerden biri değildir; Amerika’nın stratejik ortağıdır; Müslüman dünyasının (Batılı analistlerin diliyle ifade edecek olursak) “demokrasi ile yönetilen tek ülkesi”dir ve üstelik BOP projesinin yürürlükte olduğu şu dönemde bölgedeki dengeler çok hassastır. Dolayısıyla, eğer Erdoğan’a yönelik bu türden bir ‘plan’ varsa, bunun uygulaması, Libya’daki gibi (hatta Mısır’daki gibi) olmaz. Burada daha ‘usturuplu’ bir tarz benimseneceği kesindir. Naçizane kanaatime göre, uluslararası çevreler, gerek Gezi Olayları gerekse son yolsuzluk operasyonu ile Erdoğan’a ‘açık bir mesaj’ vermişlerdir ki o da şudur: “herkesin bir sınırı vardır; siz de sınırlara uyacaksınız.” Başbakan’ın süreç içerisindeki söz ve tavırlarına bakıldığında, yapılanları ‘blöf’ olarak gördüğü ve ‘rest’ çekme yaklaşımını benimsediği görülmektedir. Erdoğan’ın ‘Gezi Badiresi’ni atlattığı ve Gülen Cemaati’yle yaşadığı son sıkıntının da üstesinden geleceğine dair yapılan yorumları ise fazla ‘iyimser’ bulmak gerekir. Çünkü zaman artık eskisi kadar AKP’nin lehine işlememektedir. Erdoğan’ın yerel ve küresel camiadaki destekçilerinin sayısı giderek azalmaktadır. Henüz ‘net bir vazgeçme’ durumu söz konusu olmamakla birlikte, özellikle de son 2 senelik süreç içerisinde, trendin ‘olumsuz’ yönde olduğunu gözlemlemek mümkündür. Siyasi dengeler açısından böyle olduğu gibi, ekonomik eğilimler açısından da durum, eskisi gibi değildir. Ekonomi çevrelerinde, bilhassa FED’in tahvil alımına ilişkin son kararının, Türkiye gibi ‘çevre’ ülkelerde olumsuz etkileri olacağı, sıcak para girişinde sıkıntılar yaşanabileceği, politika faizlerinin artması durumunda ise olumsuzluğun daha da artacağı vs. sıklıkla dillendirilmektedir. Üstelik AKP bir ‘iktidar yıpranması’ da yaşamıştır. 11 yıllık tek parti iktidarı, Türkiye şartlarında oldukça uzun bir süre sayılmalıdır. Bu, farklı siyasi çevrelerin bunca sene ‘iktidarın nimetleri’nden uzak kalması anlamına gelir ki, Türk siyasetinin dengeleri, bu tür ‘aşırı’ tazyikleri fazla kaldırmaz. AKP dışındaki partilerin tabanından gelen baskılar giderek artmaktadır ve bu partilerin yöneticileri talepleri karşılamak adına ‘ekstra’ tedbirler almayı bile düşünebilirler. Örneğin yaklaşan seçimlerde sağ ve sol partiler arasında ‘gizli’ (hatta ‘açık’) ittifaklar kurulabilir. Çünkü tek parti iktidarının ömrü uzadıkça, diğer partilerin ‘ilkeli’ hareket etme zorunluluğu da görece azalmaktadır. Türkiye’de siyaset artık neredeyse tamamen ‘çıkar’ temelinde yapıldığından, yeni dönemin ‘ilkesiz’ siyaset için oldukça uygun bir vasat oluşturacağını şimdiden öngörmek mümkündür (eski MHP’li Mansur Yavaş’ın CHP’nin Ankara Büyükşehir Belediyesi adayı olması bunun tipik bir örneği olarak gösterilebilir).

Peki, bütün bunlar, “Çanlar Erdoğan için çalıyor” demek için yeterli midir? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle küresel politikalar üzerinden bir değerlendirmek yapmamız gerekiyor. Malum olduğu üzere, küresel siyasetin dinamiklerini ‘merkez’ ülke(ler) belirler. ‘Çevre’ ülkelerin pozisyonu, büyük ölçüde, kendilerini bu dinamiklere göre ‘ayarlama’ esasına dayalıdır (küresel siyasete karşı çıkan ‘haydut’ devletler bu kuralın nispeten istisnası sayılabilirler). Türkiye, Amerika’nın ‘stratejik’ ortağı olarak, küresel siyasete eklemlenmiş bir ülke olduğu için, tabiatıyla, merkez ülkelerin belirlediği sınırlar içerisinde hareket etmek durumundadır (AKP iktidarı döneminde bu ‘sınırlar’ı zorlayacak bazı kısmi politikalar uygulansa da, bu durum esas itibarıyla değişmemiştir). Dolayısıyla, Türkiye’de bundan sonraki süreci de, esas itibarıyla, küresel dinamiklerin belirleyeceğini söylemek yanlış olmaz. O halde, öncelikle bu dinamikleri doğru değerlendirmek gerekmektedir. Bu bağlamda ele alınması gereken ilk konu, Batı’nın (yahut Amerika’nın) Ortadoğu bölgesine yönelik olarak izlediği ‘küresel politika’dır. Artık herkesçe bilindiği üzere, Batılı ülkeler, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye çalışmakta ve bunun için ‘eski rejim’i değiştirip yerine Batı’nın bölgedeki çıkarlarını bir süre daha ‘garanti’ altına alacak yeni yönetimler ihdas etmeye gayret göstermektedirler. Planın adı BOP’tur ve 2010 yılından beri fiilen yürürlüktedir. Plan doğrultusunda bölgedeki bazı rejimler değişmiş; bazıları da sırasını beklemektedir (Suriye’yi bunlar arasında sayabiliriz). Amaç, despot rejimlerin neden olduğu ‘gaz basıncı’nı azaltmak ve bölge ülkelerinin ekonomilerini küresel ekonomiye eklemlemektir. Bunun için yapılacak şey ise bellidir: siyaset alanı ‘ılımlı İslam’a bırakılacaktır. Zira bölge halkları arasında Batılı ideolojilerin bir cazibesi kalmamıştır. İslamcılık bir biçimde ‘ideolojik üstünlüğü’ ele geçirmiştir. Siyasi üstünlüğü de ele geçirmemesi için, bir ‘tedbir’ almak gerekmektedir ki, o da, iktidarı ‘güvenli’ ellere teslim etmektir. On yıllardır baskıcı rejimlerin zulmünü gören halklar, ‘yeni rejim’ ile birlikte gelecek olan göstermelik ‘özgürlükler’e itiraz edemeyeceği için, ‘Ilımlı İslam’a razı olacaklar; böylece ‘tehdit’ bertaraf edilmiş olacaktır. Bölge ülkeleri arasında, bu sürecin start verildiği ilk ülkenin Türkiye olduğunu söyleyebiliriz (BOP’un resmen ilan edildiği tarih 2004 yılıdır; AKP ise 2001’de kurulmuştur!). Süreç boyunca ‘eski rejim’in taraftarları önemli ölçüde zayıflatılmış ve muhafazakar çevrelerin (demokratik düzenin kurallarına uygun olarak) devlet kademelerinde kadrolaşmalarına göz yumulmuştur. Ortadoğu’daki diğer ülkelerin şartları ise Türkiye ile kıyaslandığında oldukça farklı olduğundan, değişim, Türkiye’ye göre daha ‘sert’ bir şekilde gerçekleşmektedir. Ancak bilinmelidir ki, bu ülkelerde de yönetim (laiklere yahut solculara vs. değil) ‘Ilımlı İslam’a terk edilmek istenmektedir. Tunus ve Mısır örnekleri bunun kanıtı olarak gösterilebilir. Fakat uygulamada sorunlar çıkmaktadır ve bu da doğaldır. Batılı ülkelerin bunu öngöremediğini düşünmek yanıltıcı olur. Sürecin bu ilk evresinde Batılı ülkelerin yaptığı, ‘niyet izharı’ndan ibarettir. Yani Batılı ülkeler, şu an itibarıyla bölgede nasıl bir düzen istediklerine dair taraflara açık işaretler vermekte ve şimdilik bunu yeterli görmektedirler. Ancak bu, ‘Ilımlı İslam’a da ‘sınırlar’ın hatırlatılmayacağı anlamına gelmez. Çünkü halihazırda ‘Ilımlı İslam’ı temsil eden çevrelerin iktidar tecrübesi yoktur ve bu tür durumlarda ‘kontrol-dışı’ hareketler olabilir. Nitekim Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketi bu yüzden uyarılmış ve ordu marifetiyle ülkede bir nevi ‘balans ayarı’ yapılmıştır (benzeri bir uygulamanın geçmişte Türkiye’de de yapıldığını hatırlayalım). İşte tam da bu noktada AKP’nin (ve Erdoğan’ın) akıbetini tartışabiliriz. Öyle görünüyor ki, küresel politikaların belirleyicileri, Türkiye’deki ‘Ilımlı İslam’ uygulamasının da (belirli aşamaları geçmesine rağmen) hala sıkıntıları olduğunu düşünmekte ve buna yönelik bir ‘tedbir’ alma ihtiyacı duymaktadırlar. Bu çevrelerin, giderek daha yüksek bir sesle, Erdoğan’ın “gereğinden fazla büyüdüğünü” ve ‘frenlenmesi’ gerektiğini dillendirmeleri boşuna değildir. Nitekim Gezi Parkı olaylarında, bu mesaj, Erdoğan’a ‘ilk kez’ somut bir biçimde verilmiştir. Son yolsuzluk operasyonunda da, aynı mesajın Başbakan’a daha güçlü bir şekilde verildiği görülmektedir. Peki, bunlar, Erdoğan’ın öyle veya böyle iktidarından olacağı anlamına mı geliyor? Örneğin, kulislerde konuşulduğu gibi, AKP’nin bölünmesi ve Abdullah Gül önderliğinde yeni (ve ‘ılımlı’) bir siyasi oluşuma gidilmesi söz konusu olabilir mi? Bendeniz, AKP içindeki dengelerin henüz buna izin vermeyeceğini düşünüyorum. Şu an itibarıyla ‘sınırların hatırlatılması’ ile yetinecekler gibi görünüyor. Zira bu denli güçlenmiş iktidarların aniden değişmesi, her zaman için ‘sistemik’ tehlikeler doğurabilir. Bu yüzden, sürecin zamana yayılacağını öngörmek daha makul gibi görünüyor.

M. Kürşad Atalar

Ocak 2014 Umran Dergisi


Facebook'ta Paylaş Tweetle