Yorum

GÜLEN VERSUS ERDOĞAN: SÜREÇ BİTİYOR MU?!

M. Kürşad Atalar

Türkiye ‘olağandışı’ günler yaşıyor. 15 Temmuz ‘darbe girişimi’nin ardından, ülke siyasetinin yeni ve ciddi gelişmelere gebe olduğu görülüyor. Hükümet, ‘varlığına yönelik’ tehdidi bertaraf etmek için, OHAL kanunu çerçevesinde, ordudan sivil bürokrasiye varıncaya kadar, hemen her alanda önemli sonuçları olabilecek yasal düzenlemeler yaparken, demokrasileri ile övünen Batılı ülkeler, darbe girişiminde bulunanları suçlamak yerine, daha ziyade, ‘sorunun kaynağı’ olarak gördükleri Erdoğan’ı hedef tahtasına koyuyorlar. Ve tabiatıyla bu durumda “Türkiye nereye gidiyor?” sorusuna cevap aramak önem arz ediyor. Çünkü bu tablo, bugünden bakıldığında, gerginliklerin artacağı görüntüsünü veriyor. Peki, gelişmeler bu yönde mi olacak, yoksa 15 Temmuz, ülke tarihinde bir ‘milad’a mı işaret ediyor? Bu soruya cevap vermek için yakın geçmişe kısaca bakmamız gerekiyor.        

Bendeniz, malum olduğu üzere, 17-25 Aralık operasyonundan sonra, Umran dergisinde, yaşanan hadiselerin ardındaki dinamikleri yakalamaya çalışan ve muhtemel gelişmeleri ‘stratejik’ açıdan değerlendiren iki yazı kaleme aldım. Bunların ilki, Ocak 2014’te (yani ‘operasyon’un hemen ardından) “Gülen versus Erdoğan: Kim Zararlı Çıkar Bu Kavgadan?”, ikincisi ise, yaklaşık bir buçuk yıl sonra (Haziran 2015 seçimlerinin ardından) Temmuz 2015’te “Gülen versus Erdoğan: Kim Zararlı Çıktı Bu Kavgadan?” başlığıyla yayınlandı. Yazılarımı okuyanların da göreceği gibi, burada yapmaya çalıştığım şey, temelde bir ‘analiz’di. O yüzden aynı konu ile ilgili olmasına rağmen iki yazı arasındaki süre görece uzun oldu. Zira bendeniz, güncel gelişmeleri bir köşe yazarı edasıyla yorumlamak yerine, meselenin özünü anlamaya ve buradan hareketle olabilecek gelişmeleri kestirmeye çalışıyordum. Bunu, bilgim ve tecrübelerim ölçüsünde yapmaya çalıştım ve bu yazılarımda özetle şöyle bir değerlendirmede bulundum: “bütün bu olan-bitenin ardında, Erdoğan’ın ‘sınırı aşması’ yatıyor. Batı, böyle düşündüğü için, Erdoğan’ı cezalandırmaya çalışıyor ve bu noktada, ülkede en iyi örgütlenmiş yapı olarak Gülen cemaatini kullanıyor.” Bu değerlendirmenin ardından da bir öngörüde bulundum ve dedim ki: “eğer hadiselerin ardındaki ana dinamik bu ise, ülke siyasetindeki gerginlik artacaktır; zira her iki taraf da geri adım atmayacak gibi görünüyor.” Bu iki yazıda yapmış olduğum değerlendirmenin özeti budur. Bu konudaki görüşümü Kasım 2015 seçimlerinden sonra da değiştirmedim ve bu yüzden, AKP’nin yenilgi tattığı Haziran 2015 seçimlerinden sonra gelişmeleri değerlendiren bir yazı kaleme almış olmama rağmen, galip çıktığı Kasım 2015 seçimlerinden sonra yeni bir değerlendirme yapmayı gerekli görmedim. Çünkü hadiselerin seyrini takip etmek gerektiğine inanıyordum. Bu dönemde “öngörülerin boş çıktı; bu kavgadan Erdoğan değil, daha çok Gülen cemaati zararlı çıktı” diyenler olduysa da, bunlara kulak asmadım. Zira ‘ana dinamik’ noktasında hata etmediğime inanıyordum. Bu konuyla ilgili olarak daha sonra da adaletedavet.com sitesinde birkaç yazı kaleme aldım ve görüşümü orada da savunmayı sürdürdüm. Ve sonunda 15 Temmuz hadisesi patlak verdi! Şimdi, bu yeni ve önemli gelişmeyi yorumlamak gerektiğine inanıyorum; çünkü 17-25 Aralık operasyonundan sonra işleyen süreçte önemli bir ‘dönüm noktası’na gelindiğini düşünüyorum!

Öncelikle “geçmişe baktığımızda ne görüyoruz?” sorusuna cevap arayalım: 2012 Hakan Fidan olayıyla başlayan, 17-25 Aralık 2013 operasyonlarıyla netlik kazanan, Gezi Olayları, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi, Haziran 2015 ve Kasım 2015 seçimleriyle devam eden süreçte net olarak görülen bir şey vardır ki o da şudur: Gülen cemaati, Batı medyası, sağ ve soldaki partiler ve seküler aydınlardan vs. oluşan ‘İttifak’ ile Erdoğan arasındaki gerginlik sürekli artmakta ve taraflar (münavebeli olarak mağlubiyet tatmalarına veya galibiyet kazanmalarına rağmen) mücadeleyi bırakmamaktadırlar! Aradan geçen 3-4 yıllık süreci bu şekilde özetlememiz mümkündür. Kabaca bakıldığında, Hakan Fidan olayı, 17-25 Aralık operasyonu ve Gezi Olayları’nda daha çok zarar gören taraf Erdoğan’dır. Çünkü özellikle ‘yolsuzluk’ iddiaları nedeniyle kamuoyundaki imajı yara almıştır. Ancak bu yara, dikkat edilirse, fazla büyük değildir! Zira Erdoğan bu hamle karşısında geri adım atmamış ve özellikle de uygulamış olduğu ekonomi politikaları nedeniyle, kamuoyu desteğini arkasında tutabilmiştir. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucu bunu göstermektedir! Bu seçimde Erdoğan, seçmenin yüzde 52’sinin desteğini alarak, doğrudan halk tarafından seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı olmuştur. Bu da ‘İttifak’ın almış olduğu bir mağlubiyettir. Fakat ‘İttifak’ bu mağlubiyeti aldım diye mücadeleyi bırakmamış ve tepkinin şiddetini daha da artırmıştır. Özellikle 17-25 Aralık operasyonunun gerekçesini oluşturan ‘yolsuzluk’ iddiaları ve Saray üzerinden Erdoğan’a yöneltilen eleştiriler süreç içerisinde Erdoğan’ın imajına ciddi zarar vermiştir. 13 yıllık tarihinde sürekli seçimleri kazanan AKP’nin Haziran 2015 seçimlerinde ilk kez yenilgi almasının sebebi budur. Seçim sonucunun bu şekilde çıkmasında HDP’nin önemli bir rolü olduğuna da kuşku yoktur. Çünkü ‘İttifak’, ancak HDP’nin yüzde 10’luk barajı geçmesi halinde AKP’nin tek başına iktidar olamayacağını görmüştür ve bu kartı kullanmıştır. Bu yüzden, Haziran 2015 seçimlerinden çıkan sonucu da bu kez Erdoğan iktidarının almış olduğu bir mağlubiyet olarak değerlendirmek mümkündür. Bu, hem Türk siyaset tarihinde önemli dönüm noktalarından birini temsil etmektedir, hem de devam edegelen süreçte ciddi bir ‘kırılma noktası’na işaret etmektedir. Önemli bir dönüm noktasıdır; zira 13 yıldır tek başına iktidar olan bir parti, ilk kez bu seçimde bu şansı elinden kaçırmıştır. Ciddi bir ‘kırılma noktasına’ işaret eder, zira hemen ardından Güneydoğu bölgesinde teröre karşı şiddetli bir askeri operasyona gidilmiş ve “analar ağlamasın” sloganıyla 2 yıl boyunca tek bir silah sesinin duyulmadığı Çözüm Süreci rafa kaldırılmıştır! Bu süreç zarfında çıkan çatışmalarda, medyanın verdiği rakamlara göre, Haziran 2016 itibarıyla PKK’nın kaybının yedi bine yaklaştığı görülmektedir. Cumhurbaşkanı’nın dillendirdiği rakama göre de (1’e 10 nisbeti göz önünde bulundurulacak olursa) güvenlik kuvvetlerinin kaybı da yedi yüze yaklaşmıştır. Yaklaşık bir yıl içinde kaydedilen bu rakamlar, ülkenin bu coğrafyasında yürütülen terörle mücadele tarihinin tümü göz önünde tutulduğunda bile, çok yüksektir. Ayrıca il ve ilçe merkezlerinde yürütülen operasyonlarda ağır silahların kullanılması nedeniyle, binalar ve sokaklar ağır hasara uğramış ve ciddi bir göç hadisesi meydana gelmiştir. Naçizane kanaatime göre, bütün bu yaşananları, sadece ‘terörle mücadele’nin bir sonucu olarak görmek mümkün değildir. Güneydoğu operasyonlarının Haziran 2015 seçimleriyle bir irtibatı vardır ve o da kanımca şudur: seçimlerde ‘İttifak’ın kendisine ciddi anlamda zarar verdiğini düşünen Erdoğan, gördüğü zararın büyüklüğüyle orantılı olarak, İttifak’a benzer bir zarar tattırmak istemiştir. Ve ‘riski’ üstlenip, siyasi bir ‘manevra’ yaparak Güneydoğu’da PKK’ya karşı büyük bir operasyon başlatılmasına yeşil ışık yakmıştır. Burada amaç, hem Haziran 2015 seçimlerindeki mağlubiyetin baş sorumlusu olarak gördüğü HDP’yi cezalandırmaktır, hem de ‘milliyetçi’ oyları AKP’ye kazandırmaktır. Böylece Haziran 2015 seçimlerinde ‘İttifak’ın yapmış olduğu hamleye, ‘karşı hamle’ ile cevap verilmiş olacaktır! 2015 yılının Haziran ve Temmuz ayları boyunca hükümet kurma çalışmalarının devam etmesi ve fakat bir koalisyon hükümeti kurulamamasını da, yine Erdoğan’ın yapmış olduğu ‘manevra’ ile ilişkilendirmek mümkündür. Buradaki amacın da, sürecin sürüncemeye bırakılarak ‘erken seçim’in zorunlu hale gelmesi olduğu, daha sonraki gelişmelerden anlaşılmaktadır. Nihayet hedeflendiği gibi Kasım 2015 yılında bir erken seçim yapılmış ve Erdoğan, yapmış olduğu ‘riski yüksek’ manevranın sayesinde bu seçimden başarıyla çıkmış; AKP de, Haziran 2015’te kaybettiği oyları tekrar geri alıp hükümeti tek başına kurabilecek sayısal çoğunluğa ulaşmıştır. Görüldüğü gibi, Kasım 2015 seçimlerinden AKP’nin başarıyla çıkması da sürecin giderek gerginleşmesinin bir neticesidir. Bu seçimlerde ise mağlubiyeti tadan taraf ‘İttifak’ olmuştur! Fakat seçimde yenilgi aldı diye ‘İttifak’ mücadeleyi bırakmış mıdır? Hayır. Kasım 2015 seçimlerinden başarıyla çıkan Erdoğan’ın ‘Başkan’ olmak için AKP üzerinde kurduğu baskı, Başbakan Davutoğlu’nun görevden alınması, Erdoğan’ın mer’i Anayasa’ya uymayacağına dair yapmış olduğu açıklamalar ve FETÖ olarak isimlendirilen Cemaat’e yönelik tasfiye faaliyetlerinin hız kazanması, ‘İttifak’ın propaganda malzemesi olmaya devam etmiş ve taraflar mücadeleyi bırakmak yerine, gayelerinin peşinde daha da hızlı adımlarla koşmaya devam etmişlerdir. Bu da tabiatıyla ülkedeki gerginliği artmıştır. ‘Kutuplaşma’ sözcüğünün Kasım 2015 seçimlerinden sonra bütün medyada çok sık dillendirilmiş olması, bunun kanıtıdır.

İşte 15 Temmuz hadisesi bu vasatta gerçekleşmiştir. Her ne kadar, Ağustos ayında yapılacak YAŞ toplantısında Cemaat’in ordudaki uzantılarının tasfiye edileceğinin önceden bilinmesi nedeniyle bu darbe girişiminin gerçekleştirildiği iddia edilse de, olayı buna bağlamak doğru değildir. Zira meselenin ardında başka amaçlar vardır ve bunlar, basit bir ‘orduda tasfiye’ girişimiyle izah edilemez. Bu amaçların ne olduğu da, bu darbe girişiminin net bir şekilde gösterdiği gibi, artık ayan beyan ortadadır! Bu noktada, en önemli delilin, darbe girişiminin üzerinden iki haftadan fazla zaman geçmesine rağmen, hiçbir Batılı ülkenin temsilcisinin, Türkiye’ye ‘geçmiş olsun’ ziyaretine gelmemesidir! Erdoğan da bunu açıkça dile getirmiş ve bu konuda Batılı ülkeleri ‘ikiyüzlü’ davranmakla ve hatta “darbecileri desteklemekle” suçlamıştır. Hadisenin bir ‘tiyatro’ olduğuna dair Batı medyasında çıkan haberleri ve hatta Viyana havaalanındaki bir duyuru panosunda tatilini Türkiye’de geçirmek isteyen Avusturyalılara hitaben: “Türkiye’ye gitmek, Erdoğan’a destek vermek anlamına gelir” şeklinde bir ifadenin yer almasını da Batılı ülkelerin bu konudaki ‘net’ tavrının bir göstergesi olarak almak mümkündür. Burada başka bazı kanıtlar da ortaya konulabilir ama darbe sonrası süreçte yaşananlar şunu göstermiştir ki, Erdoğan ile Batı’nın arasının düzelmesi bundan sonra da zor görünmektedir. Dolayısıyla muhtemel gelişmeleri tartışırken, bu hususun göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

Burada tabiatıyla şu soru önem arz ediyor: acaba darbe girişiminin ardından CHP ve MHP’nin Erdoğan’a vermiş olduğu desteği nasıl yorumlamak gerekir? Bu destek ‘İttifak’ın çatladığı ve Erdoğan’ın süreç sonunda zafere ulaşmış olduğu anlamına mı gelir? Bendeniz, bu sorunun cevabını ararken aceleci olunmaması gerektiğini düşünüyorum. Zannımca, CHP’nin tavrını durumun ‘hassasiyeti’ ile izah etmek mümkündür. Zira süreç içerisinde Erdoğan’a karşı en sert muhalefeti yapan HDP bile darbe girişimine karşı çıkmış ve mecliste hazırlanan ortak bildiriye imza atmıştır! Bu şartlar altında ‘demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan’ partilerin darbecilerin yanında yer alması zaten olabilecek bir şey değildir. Fakat bu, CHP’nin muhalefeti tümden bırakıp iktidarın yanında yer alacağı anlamına gelmez. Süreç içerisinde iktidara ‘tam destek’ veren MHP’nin tavrını bile bu şekilde yorumlamak doğru olmaz. Şu an itibarıyla, MHP ile AKP arasında olan, tipik bir ‘ittifak’ ilişkisidir. Yani çıkarlar örtüştüğü için, MHP, iktidar partisinin icraatlarına destek vermektedir. Ayrıca darbe girişimi öncesinde Güneydoğu’da yapılan operasyonlar ve darbe girişimi sonrası AKP’nin yapmış olduğu faaliyetlerin büyük çoğunluğu, MHP’nin öteden beri desteklediği şeylerdir. Yani darbe girişiminden sonra iktidara destek olan MHP’nin tavrını dahi ‘İttifak’tan kopma olarak görmek zordur. Zira halihazırdaki parti yönetiminin desteği bir şekilde sürse bile, Saray’ın uygulamalarına itiraz eden bir ‘muhalefet’ bloğunun bu parti içerisinde olduğu bilinmektedir. Darbe girişiminin artçı sarsıntılarının devamı süresince sesini çıkaramayacak olsa da, bu bloğun ilerleyen aylarda yeniden eski ‘muhalif’ tavrına dönmesi mümkündür (Bu arada şunu da ifade etmekte fayda vardır ki, darbe girişiminden iki hafta sonra CHP ve MHP’nin Salı günü Meclis’te düzenledikleri grup toplantılarında göstermiş oldukları tavır, ileride ‘muhalif’ pozisyonlarını sürdüreceklerine dair işaretler taşımaktadır). HDP’ye gelince, bu partinin Erdoğan’la arasının düzelmesi zayıf bir ihtimal olarak görünüyor. Gerçi Erdoğan, özellikle de Çözüm Süreci’ni nihayete erdirme noktasında net örneğini sergilediği gibi, yeni bir ‘manevra’ ile ‘yumuşak’ bir siyaset izleme taktiğine de başvurabilir; en azından bunu, düşünebilir. Fakat bundan böyle HDP ile Erdoğan arasındaki ilişkilerin yeniden düzelmesi noktasında fazla iyimser olmamak gerekiyor. Çünkü bunu sadece Erdoğan değil, ‘İttifak’ın en önemli unsuru olarak görülmesi gereken Üst Akıl da istemiyor. Hal böyle olunca, HDP ile Erdoğan’ın barışması ihtimalinin zayıf olduğunu söylemek, daha makul bir yaklaşım gibi görünüyor.

Peki, Erdoğan, her şeye rağmen, bu süreç içerisinde Batı ile barışmayı yeniden düşünmek isteyebilir mi? Bunu isteyebileceğini söyleyebiliriz. Malum olduğu üzere, Erdoğan, 15 Temmuz’a gelinceye kadar çeşitli defalar bu isteğini dışa vurmuş, fakat beklediği cevabı alamamıştı. Batılı hükümetler ve özellikle de Batı medyası, bu noktada çok net bir tutum takınmışlardı. Zannımca, bundan sonra da çok farklı bir gelişmenin olmasını beklememek gerekiyor. 15 Temmuz’dan sonra Erdoğan’ın bu niyetini yeniden izhar edeceği dönemler görebiliriz, fakat netice alması zor görünüyor. Çünkü o da biliyor ki, 3-4 yıldır fiilen yaşanan bu sürecin ardındaki asıl güç, Batı’dır. Bunu, darbe teşebbüsünden sonra kendisi de açıkça ve defaatle kamuoyuna ifade etmiştir. Bu durumda, geriye tek bir ihtimal kalıyor: gerilimin daha da artması. Zira az önce resmetmeye çalıştığım gibi, taraflar mücadeleden vazgeçmiyor ve mücadele de giderek sertleşiyor!

Burada tabii ki “darbeden daha sert ne olabilir?” diye de sorulabilir ve bu noktada şunlar düşünülebilir: medyada bazı yorumcuların dile getirdiği gibi, 15 Temmuz kalkışmasının, bir sonraki ve daha şiddetli bir teşebbüsün ilk ayağı olması mümkündür. Bununla amaçlanan da, iktidarın ilk darbe girişiminden sonra alacağı sıkı tedbirlerle muhalifler üzerindeki baskıyı iyice artırması ve böylece ülkenin ‘sosyolojik’ açıdan daha sıkıntılı bir evreye girmesidir. Bu bağlamda dile getirilen ‘iç savaş’ ve ‘işgal’ ihtimallerini ise bendeniz zayıf görüyorum. Ne ülke içi ne de küresel siyasal konjonktür buna müsait değildir. Kısa zamanda böyle bir şeyin olabileceğine dair bir emare de görünmemektedir. Fakat darbe girişimine maruz kalmış bir yönetimin ne yapacağını kestirmek zor olmasa gerekir! Eğer bu iş, bir ‘plan’ çerçevesinde yapılıyorsa ve darbe girişiminin ‘başarısız olma ihtimali’ de bu çerçevede öngörülmüşse, bu girişimden sonra yönetimin ne tür tedbirler alabileceği (veya bunların toplumda ne gibi ‘sıkıntılar’ doğurabileceği) de önceden düşünülmüş olmalıdır. Darbe sürecinde yaşanan ‘acemilik’lere bakıldığında, bunun, ‘üzerinde düşünülebilecek bir ihtimal’ olduğu söylenebilir. Fakat bu çapta bir girişimden sonra (alınan sıkı tedbirler dolayısıyla) kısa zaman içerisinde yeni bir darbe girişiminin olması zordur. Bu durumda, daha güçlü bir ihtimal olarak şu düşünülebilir: henüz tam olarak çatırdamadığı görülen ‘İttifak’ (belki başka bazı güçlerin de yardımıyla) bir süre sonra yeniden toparlanabilir ve Erdoğan-karşıtı faaliyetlere hız verilebilir. Bu da, bundan sonra ‘imaj bozma operasyonu’nun (farklı bir şekilde) hız kazanacağı anlamına gelir. Zaten 17-25 Aralık’tan sonra ‘İttifak’ tarafından yapılan bütün faaliyetleri bu ifade içerisinde anlamlandırmak mümkündür. Burada amaç, Erdoğan’ın toplum tabanındaki desteğini azaltmaktır. Haziran 2015 seçimleriyle bu, bir ölçüde, başarılmıştı. Bu başarısız darbe girişiminden sonra üzerinde odaklanılacak şey de, muhtemelen, bu olacaktır. Yeni dönemde yapılacak ‘imaj bozma operasyonu’nun önceki dönemden ‘fark’ını belirleyecek olan şey de, ‘daha sert’ yöntemlere (örneğin, uydurma haberler, şantaj kasetleri yayınlamak, muhalif partilerin meclis faaliyetlerini bloke edici tavırlar sergilemesi, toplumsal sorunların kaşınması, vb) başvurulması olabilir.

Bütün bunlar niçin birer ‘ihtimal’ olarak düşünülebilir? Çünkü süreç içerisinde ‘sertlik’ giderek artıyor. Bu gözlemimiz doğruysa, tarafların bundan sonraki hamlelerinin de (öncekilerle kıyaslandığında) daha ‘sert’ olması beklenmelidir. Eğer ‘İttifak’ koçbaşı olarak Cemaat’i kullanıp sert bir hamle yapmışsa (yani darbe girişiminde bulunmuşsa), buna mukabil Erdoğan cephesi de ‘sert’ hamle(ler) yapacaktır. OHAL kapsamında kamuda yapılan ‘temizlik’ operasyonu, ordu ve istihbaratta yapılan tasfiyeler ve yeni düzenlemeler bunun kanıtı olarak alınabilir. Bu operasyonunun daha ileri bir noktası Cemaat’in yurtiçi ayağının ‘tasfiyesi’ de olabilir. Buna Gülen’in iadesi de dahildir. Normal şartlarda Amerika’nın Gülen’i Türkiye’ye teslim etmesi zor iken, bu kez durum farklıdır. Çünkü hükümet de, eğer bu isteği karşılanmazsa, ‘stratejik ortaklık’ bağlamında bazı yükümlülüklerini yerine getirmekten vazgeçebilir. Bendeniz bu noktada, Amerika’nın Gülen’den vazgeçebileceğini, ama ‘stratejik ortaklık’tan vazgeçmeyeceğini düşünüyorum. Amerikan Genel Kurmay Başkanı’nın darbe girişiminden sonra, hükümet yetkilileriyle görüşmeden önce İncirlik Üssü’ne gitmesi olayında da bu yönde verilmiş bir ‘ince mesaj’ olduğunu savlıyorum. Amerikalı general böyle yaparak, kamuoyuna “bizim için daha önemli olan topraklarınızdaki üslerimizdir, sizin darbe girişimine maruz kalmanız değil” mesajını vermiştir. Bunu Erdoğan’a yönelik bir tepki olarak yorumlamak mümkün olduğu gibi, “ülkedeki çıkarlarımızdan vazgeçmeyeceğiz” mesajının ‘uygun bir lisanla’ verilmesi olarak değerlendirmek de mümkündür. Eğer Amerika, Türkiye’deki çıkarlarından vazgeçmeyecekse ve bunun için Gülen’in iadesi ‘zorunlu’ hale gelmişse, Amerika Gülen’i iade eder. Başka bir ülkeye iltica etmesine de göz yumabilir, ama bu durumda stratejik ortaklığın bozulma riski doğarsa, ‘iade’ daha güçlü bir ihtimal olarak karşımıza çıkar. Çünkü Amerika için ‘vazgeçilmez’ aktör yoktur. Hele ‘kullanım süresi’ bitmişse, çok rahatlıkla o aktöre: “bugüne kadar yapmış olduğunuz ‘hizmet’lerden dolayı teşekkür ediyoruz, ama artık sizinle işimiz bitti” diyebilir! Çünkü bu aynı zamanda bir ‘güç gösterisi’dir. Yani böylece kimseye muhtaç olmadığınız imajını verirsiniz. Bu da küresel siyasette size önemli bir psikolojik üstünlük sağlar. Bu bağlamda, hükümetin yapacağı ‘sert’ hamlenin karşılığında Gülen’in iade edilebileceğini de bir ihtimal olarak aklımızda tutmamız gerekiyor. Fakat Gülen’in iadesinin, bu kavgada Erdoğan’ın zaferi anlamına geleceği söylenemez. Çünkü asıl aktör Gülen değildir! Asıl aktör, (Erdoğan’ın da dediği gibi) eğer Üst Akıl ise, bu durumda, Batı Cephesi’nin bundan sonra ne yapacağına bakmak gerekir. Burada da ‘güçler dengesi’nin belirleyici olacağı söylenebilir. Eğer Erdoğan’ın gücü Batı’yı yenmeye yeterse, Erdoğan’ın (veya AKP iktidarının) devam edeceği de söylenebilir. Bunu, Erdoğan’ın şahsının iktidarı olarak değil, 14 sene zarfında ülkede tesis olunmuş iktidar düzeneğinin devamı olarak anlamak gerekir. Eğer Erdoğan, bu düzeneğin değişmesi yönünde bir ‘hamle’ yaparsa, Batı da buna mukabil bir ‘yumuşama’ya gidebilir. Ancak gelişmelere baktığımızda, bu ihtimalin zayıf olduğunu da söylememiz gerekiyor.

Burada şu noktaya da değinmemiz gerekiyor: güçler dengesine bakıldığında, Erdoğan’ın bu mücadeleden nihai anlamda başarıyla çıkma şansı zayıf görünüyor. Fakat eğer 15 Temmuz darbe girişiminde ‘kısmen’ görüldüğü gibi, halk “pazara kadar değil, mezara kadar” yöneticisinin arkasında durursa, burada Üst Akıl’ın mağlup olabileceği de söylenebilir. Buna dair yakın tarihten en iyi örnek İran Devrimi’dir. Amerika, açık düşman ilan etmesine rağmen, Humeyni’yi devirememiştir. Bunun sebebi, Humeyni’nin arkasında, öyle veya böyle, halk desteğinin olmasıdır. Aynı şey, Türkiye’de de olursa, Üst Akıl burada da kaybedebilir. Bendeniz, Erdoğan’ın arkasında, Humeyni İran’ında olduğu gibi bir ‘halk desteği’ olduğunu düşünmüyorum. Evet, Erdoğan’ın arkasında da bir halk desteği var, fakat bu, nihai zaferi kazanmaya yetecek bir destek olarak görülebilir mi? Burada büyük bir soru işareti olduğu açıktır. Çünkü en azından halkın yüzde 50’si, Erdoğan’ın son birkaç yıldır uygulamış olduğu politikalardan ciddi rahatsızlık duymaktadır. Darbe girişimi dolayısıyla, bu rahatsızlığın bittiği de söylenemez. Ayrıca Türkiye’nin, ülke olarak İran’dan farkı vardır: İran, ‘devrim’ yapıp Amerika’ya kafa tutmuştur; Türkiye ise hala Batı Kulübü’nün içerisinde yer almaktadır; Amerika ile ‘stratejik ilişkileri’ vardır ve NATO üyesidir! Dolayısıyla, Amerika’nın (kendisiyle bağlarını koparmış bir ülke olarak) İran’da ‘ülke içi’ imkanları kullanması zor iken, bir çok açıdan hala küresel sisteme bağlı olan Türkiye’de bu imkanları kullanma şansı vardır! Durum böyle ise, Erdoğan’ın başarı şansının yüksek olduğunu söylemek de zor görünmektedir. Fakat şu düşünülebilir: Türkiye, öteden beri yapılan anketlerde Ortadoğu ülkelerinde Amerikan-karşıtlığının en yüksek olduğu ülkelerden biri olarak çıkmaktadır. Bu son gelişme ile birlikte bu eğilim daha da artmıştır. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise, Amerika’nın Türk halkının gözündeki imajı daha da kötüleşmiştir. Eğer bundan sonraki dönemde Amerika Türkiye’ye yönelik politikalarında daha fazla hata yaparsa, bu durumda Erdoğan’ın arkasındaki halk desteği de artabilir. Bu, tabii ki, şarta bağlı bir durumdur. Olup olmayacağı konusunda bugünden kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Fakat olursa, bu durumda, süreçten Erdoğan’ın başarıyla çıkma şansının artacağı da söylenebilir.

15 Temmuz hadisesiyle ilgili diğer ihtimal ise, darbe girişiminin gerçekten başarmak için yapılmış olmasıdır. Şu ana kadar eldeki veriler, durumun böyle olduğunu gösteriyor. Ancak burada da başka bazı şeyler düşünülebilir ki, bunları da şöyle sıralamak mümkündür: hatırlanacağı gibi, 2003 Tezkere Krizi’nde de benzer bir durum yaşanmıştı ve (Erdoğan ile yakın çevresi Tezkere’nin geçmesini istemesine rağmen) konjonktür gereği ve diğer siyasal partilerin de sıkı çalışması sonucu Tezkere meclisten geçmemişti. Fakat Amerika, Tezkere meclisten geçmedi diye, işin peşini bırakmadı; B planını uyguladı ve Irak’a güneyden girerek kısa bir süre sonra Saddam rejimini devirdi. Böylece bütün dünyaya da şu mesajı vermiş oldu: “ben Türkiye’ye mahkum değilim; Irak’a kuzeyden giremiyorsam, güneyden girerim ve istediğimi de kısa sürede alırım!” Belki bunun için daha fazla bedel ödedi, daha fazla harcama yaptı veya daha fazla vakit kaybetti. Ama böyle yapmak suretiyle, hem Türkiye’ye hem de dünyaya bir mesaj vermiş oldu. Bu, ‘süpergüç’ olmanın maliyetidir! Bu bağlamda düşünüldüğünde, eğer 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında Üst Akıl var ise başarısız darbe girişiminden sonra da Amerika’nın bir B Planı olabileceği hesaba katılmalıdır. Yani başarmak amacıyla planlanmış olmasına rağmen, bu darbe girişimi başarısız olmuşsa, burada bir başka ‘plan’ın devreye girebileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Bunun niçin düşünmemiz lazım? Çünkü Üst Akıl, Erdoğan’ın tüm girişimlerine rağmen, ona ‘yeşil ışık’ yakmıyor. Hatta onu daha çok ‘hırçınlaştıracak’ şeyler yapıyor. Yani, Üst Akıl, Erdoğan’ın peşini bırakmıyor! (Nitekim Davutoğlu’nun görevden alınmasından sonra Yıldırım hükümetinin Rusya, Suriye ve Mısır’la ilişkileri düzeltme yönünde atmış olduğu adımlar buna örnek gösterilebilir. Darbe girişiminin, bu çabaların üzerinden 2 ay bile geçmeden gerçekleşmesi manidardır!)

Toparlayacak olursak, ‘analiz’ çabamız bizi, şöyle bir sonuca götürmektedir: bilindiği gibi, ‘imaj bozma’ operasyonlarından sonuç almak için normal seçim süreçlerinin işlemesi gerekir. ‘Darbe’ girişimine maruz kalmış bir ülkede ise, kısa vadede ‘normal’ seçim süreçlerinin işlemesi zordur. Bu bakımdan, Türkiye’nin kısa vadede “seçim süreçlerinin normal şekilde işlediği bir ülke” haline gelmesi zordur. Bunun olabilmesi için, çok ‘radikal’ adımlar atılması gerekir. Örneğin, Erdoğan, FETÖ meselesinden dolayı “Rabbimize ve halkımıza hesap vermek zorundayız” şeklinde bir ifade kullanmaktadır. Bunun ne anlama geldiğini henüz bilmiyoruz. Eğer buradan “yeni bir seçime gidelim” şeklinde bir sonuç çıkarılacaksa, bendeniz, bunun, yine de derde deva olabileceğini sanmıyorum. Çünkü ‘İttifak’, artık ‘seçim süreçleri’ yoluyla ülkede bir değişimin olmasını pek mümkün görmüyor. Zannımca son darbe teşebbüsü de bunu gösteriyor! Buna rağmen, yine de yapılacak bir ‘erken seçim’in bazı açılardan ‘sıkışmış gaz’ın alınması işlevini görebileceği söylenebilir. Fakat kalıcı netice almak bakımından bu önlemin çok yararlı olabileceğini sanmıyorum. Burada siyasi sistemde veya eğitim alanında ‘köklü’ reformlar yapmanın işe yarayabileceği ise söylenebilir. Örneğin, kamuda ‘liyakat’ sisteminin getirilmesi bir çare olabilir. Çünkü samimi bir şekilde bu tedbir uygulanabilirse, ülkedeki birçok sorun otomatikman düzelir. Fakat ‘pratik siyaset’in cari kurallarına bakıldığında, bunun olması zor görünüyor. Zira halihazırdaki siyaset ‘çıkar’ ve ‘yandaş’ ilişkisine göre yürümektedir ve mevcut partilerin hepsi de, öyle veya böyle, bu mekanizmadan beslenmektedirler. Bunu değiştirmek için, geniş çaplı bir ‘toplumsal mutabakat’ gerekir. O da artık bu ülkede son zamanlarda pek kalmamıştır. Fakat “bir musibet bin nasihatten iyidir” diye düşünenlere biz yine de önermiş olalım: ülkede ‘iç barış’ı sahici bir şekilde sağlamak istiyorsanız, alınacak en etkili önlemlerden biri, kamuda gerçek manada bir ‘liyakat sistemi’ni getirmektir.

Bunun yanında ‘eğitim’ alanında sahici bir İslami bilincin kazandırılmasına yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Zira bugün yaşanan sorunun kökeninde, esasen, ‘çarpık İslam anlayışları’ yatmaktadır. Kim ne derse desin, asıl sorun budur. İslam anlayışı çarpık olduğu için, şahıslar da ‘çarpık çurpuk’ işler yapmaktadır. Bunun doğal sonucu da, Hakk’a uygun değil, Güç’e uygun işler yapılması olmaktadır. Bu yüzden her cemaat veya grup, ‘kendi çıkarı’nı gütmekte; kendi özel amaçları doğrultusunda çalışmaktadır. Bu sorun, bütün cemaat, yapı ve organizasyonlarda Hakk kavramının merkezi önemine dair bir bilincin yerleşmesiyle çözülür. Yani kişiler Hakk’ı cemaat çıkarının önünde tutmadıkça, bugün yaşanan sorunun çözümünü bulmak mümkün olmayacaktır. Bendeniz iddia ile söylüyorum ki, bugün Cemaat’in sahip olduğu ‘güce’ yarın başka bir cemaat sahip olsun, onun da “aklına karpuz kabuğu düşecektir.” Bundan kimsenin kuşkusu olmasın! Çünkü bu, aynı zamanda bir ‘iktidar ilişkileri’ meselesidir. Her yapı, büyümek ister. Bundan doğal bir şey olamaz. Önemli olan, bunun kuralına göre olmasıdır. Yani hakka, hukuka riayet ederek olmasıdır. Eğer bu kuralı çiğniyorsanız, orada ‘Orman Kanunu’ hükmünü icra eder! Bu kanunda ise, kuralları ‘Hakk’ değil ‘güç’ belirler. Peki, bu bilinç insanlara nasıl kazandırılacaktır? Bunun en iyi yolu, beyinlerin ‘bilgi’ ile sulanmasıdır. Çünkü bilinç, ancak bilgi ile oluşur. Burada yapılacak en doğru şey de, bilgilenmeyi tabandan başlayarak yapmaktır. Bugün ülkedeki eğitim sisteminin kaliteli olduğunu, liseden mezun olan bir gencin Amerika ve Avrupa ülkelerinin lise mezunları kadar kaliteli bir eğitim aldığını kimse iddia edemez. Aynı iktidar döneminde bakan değiştiğinde değişen bir eğitim sisteminden yetişen insanların kaliteli bir eğitim aldığı söylenebilir mi?! Bunu bırakalım, Türkiye’deki üniversitelerden kaç tanesi, dünyanın en kaliteli eğitim veren ilk 500 üniversitesi arasına girebiliyor? Bunun örneklerini saysanız bitiremezsiniz. Bu gerçeği kabul edip ona göre bir takım tedbirler almaktan başka çare yoktur. Bu toplum, özellikle de ‘taban’, dünyadaki birçok örnekle kıyaslandığında, maalesef, ‘cahil’ kategorisine girer. Bu cehalet ortadan kaldırılmadıkça, uzun vadede bu toplumun kalkınması, gelişmesi, güçlü olması mümkün değildir. Bunun yolu ise, naçizane kanaatime göre, öncelikle ve acilen ‘siyaset kurumu’nun ıslah edilmesinden geçer. Çünkü siyaset kurumundaki bir aksaklık, ülkedeki her sorunu (öyle veya böyle) etkiler. Bu bağlamda yapılacak şey, siyaseti, ‘sanal’ olmaktan çıkarmaktır. Siyaset, toplumdaki ‘gerçek’ çıkarları veya emelleri temsil eden bir kurum olarak işlev görmelidir. Yani, açık ve net söylemek gerekirse, ideolojik mahiyeti olan, ‘gerçeklik’ konusunda sahici bir iddiası bulunan her grubun siyaset alanında temsiline izin verilmelidir. Şiddete başvurmadıkça, her ideolojik eğilim, görüşlerini rahat bir şekilde anlatabilmelidir. Buna Şeriat Partisi, Komünist Parti veya Vicdani Retçiler Partisi vs. de dahildir! İnsanların kendilerini ifade etmesinin önüne engel konulmamalıdır. Eğer konulursa, insanların en azından ‘performansı’ düşer. Hiçbir insan, inanmadığı bir şeyi, şevkle yapmaz. Zoraki yapılan işlerden de hayır gelmez! Performansın en yüksek olduğu insan tipi, ‘kesin inançlılar’dır. Hangi davaya inanırsa inansın, inancına güvenen insanın performansı yüksek olur. Bırakınız insanlar inandıkları gibi davransınlar, bırakınız insanlar düşüncelerini birbirlerine rahatça anlatsınlar! Aksi takdirde ‘münafık’ üretirsiniz. Ve bu tip sadece kendisine temsil imkanı bulamayan filan veya falan cemaatin içerisinde yer almaz, toplumun her kesiminde karşınıza çıkar. Böyle insanlardan oluşan bir toplum ise, tabiatıyla, dünyadaki rakipleriyle yarışamaz. Bizim de bugünkü halimiz bundan başkası değildir. Yine ve daha yüksek bir tonla söylüyorum: bu toplum artık Hakka tapmamaktadır! Belki İstiklal Savaşı verilirken öyleydi. Ama şimdi “Hakka değil Güce tapıyor!” Maalesef gerçek budur. Ve bu gerçeği görmeden atılacak her adım da akîm kalmaya mahkûmdur.

* Bu yazı 05 Ağustos 2016 tarihinde kaleme alınmıştır.


Facebook'ta Paylaş Tweetle