Mevdudi, 1903 yılında, o dönemde Hindistan’a bağlı bir eyalet olan Haydarabad’ın Evrengabad kasabasında doğdu. Üç kardeşin en küçüğüydü. İlk eğitimini, kendi evinde ve Çisti tarikatına mensup bir avukat olan babasından ve onun özel olarak tuttuğu çeşitli öğretmenlerden aldı. Ancak daha sonra resmi eğitim almak üzere Furkaniye Medresesi’ne kaydoldu. 12 yaşında iken, ailesinin Haydarabad’a taşınması üzerine, buradaki Dar’ul-Ulûm’a devam etti. Burada Farsça, Arapça, Urduca dillerinin yanı sıra mantık, hadis ve fıkıh ilimleri okudu. Babasının ölümü üzerine, eğitimini tamamlayamadan okuldan ayrıldı. 14 yaşında Kasım Emin’in Yeni Kadın adlı kitabını ve Molla Sadra’nın Esfer adlı eserinden 3500 sayfalık bir bölümü Urduca’ya çevirdi. Babasının ölümünden sonra ekonomik sıkıntılar yaşayan Mevdudi, 1918 yılında Delhi’ye gitti ve burada gazetecilik hayatına başladı. Bijnore dergisinde yazıları yayınlanan Mevdudi, 1920 yılında Taç gazetesinin yazı işleri müdürü oldu. Ancak sömürge yönetimini eleştiren bir yazısı dolayısıyla gazete kapatıldı. 1921 yılında Cemiyet-i Ulema-i Hind tarafından yayınlanan Müslim gazetesinin yazı işleri müdürlüğüne getirildi. Burada yazdığı yazıları daha sonra kitaplaştırıldı. 1925 yılında ise Cemiyet gazetesinin yazı işleri müdürü oldu. Ateşli yazılarıyla dikkati çeken Mevdudi, genç yaşlarından itibaren İkbal’in etkisi altındaydı ve Müslümanların yaşadığı zillet halini İslam’dan uzaklaşmaya bağlıyordu. Ona göre çözüm, Öze Dönüş ile mümkündü. Siyasi konularda Cemiyet-i Ulema ile anlaşmazlığa düşen Mevdudi, Cemiyet’in 1925 yılında Kongre ile birleşme kararı alması üzerine, gazeteden ayrıldı. 1926 yılında Delhi’deki Dar’ul-Ulûm Fetihpuri’den Aklî ve Naklî İlimler diploması, 1928 yılında da aynı hocadan Tirmizi’nin Câmi’i ve İmam Malik’in Muvatta’sı üzerine uzmanlık belgesi aldı. 1928 yılında Haydarabad’a dönen Mevdudi, 1930 yılında İslam’da Cihad adlı eserini yazdı. 1933 yılında Tercüman’ü’l-Kur’ân adlı dergiyi çıkarmaya başladı. 1937 yılında Muhammed İkbal ile tanıştı ve onunla yeni bir Anayasa metni hazırlamak üzere çalışma kararı aldı. Ancak İkbal’in hastalığı nedeniyle bu teşebbüs fiiliyata geçemedi. 1938 yılında İkbal’in önerisiyle, eğitim ve araştırma yapmak amacıyla Doğu Pencap’taki Patankot’ta kurulan Darülislam adlı enstitüde görev aldı. Fakat siyasi çalışmalar yapma konusunda bazı kurucularla anlaşmazlığa düşünce, enstitüden ayrılarak Lahor’a döndü.
Mevdudi, Muhammed Ali Cinnah’ın başında bulunduğu Hindistan Müslümanları Birliği’ne karşı mesafeli idi. Ona göre, bu hareketin liderlik kadrosu, İslamî bir devleti yönetecek İslamî hassasiyetlere sahip değildi. Ayrıca o, Cemiyet-i Ulema-i Hind’e de benzer nedenlerle karşı çıkıyordu. Döneminin iki önde gelen siyasi yapısı ile anlaşmazlığa düşen Mevdudi, Ağustos 1941’te Cemaat-i İslami’yi kurdu. 1947 yılında Hindistan’ın bölünmesi ihtimali belirince, Pakistan’ın kurulması fikrini destekledi. Ancak Müslüman Birliği’ne karşı mesafeli tavrını korudu. Ona göre Pakistan Müslümanlar adına kurulmuştu ama bir İslam devleti değildi. Zira anayasası Kur’an’a ve Sünnet’e göre hazırlanmamıştı. Pakistan’ın bir İslam devleti olması için mücadeleye başlayan Mevdudi, bu amaçla yaptığı faaliyetler yüzünden sık sık tutuklandı ve hapsedildi. O, İslam-karşıtı fikirleri nedeniyle Kadiyaniler olarak bilinen Ahmediye Cemiyeti’ne karşı da 1953 yılında bir kampanya başlattı. Gösteriler yayılma eğilimi gösterince askeri yönetim sıkıyönetim ilan etti ve Mevdudi ölüm cezasına çarptırıldı. Ancak, gelen baskılar üzerine bu kez yargılama sivil bir mahkeme tarafından yapıldı ve cezası ömür boyu hapse çevrildi. Yüksek Mahkeme ise beraatına hükmetti. 1958 yılında darbe yapan Eyüp Han anayasayı yürürlükten kaldırdı ve siyasi partileri kapattı; bu arada Cemaat-i İslâmi’nin faaliyetlerine de son verildi. Mevdudi, bu dönemde yurt dışına çıktı. Lübnan ve Suriye’ye giderek İhvan-ı Müslimin’in ileri gelenleriyle görüştü. Daha sonra Suudi Arabistan, Suriye, Ürdün ve Mısır’a gitti. Siyasi faaliyetlere konan yasağın kalkması üzerine ülkesine döndü. 1963 yılında Lahor’da düzenlenen bir toplantıda suikasta uğradı, ancak yara almadan kurtuldu. Darbe yönetimi tarafından hazırlanan anayasaya karşı çıkması üzerine 1964 yılında yeniden tutuklandı. Dokuz ay hapis yattıktan sonra serbest kaldı. 1965’te Hindistan’ın Pakistan’a saldırması üzerine, Mevdudi, Pakistan’ı savunmanın bütün Müslümanlara farz-ı ayn olduğunu ve ülke savunmasına katılan herkesin de mücahit olduğunu ilan etti. Hindistan’ın Keşmir’e saldırısı sırasında da aynı tavrını sürdürdü. 1970 yılında Cemaat-i İslami genel seçimlere katıldı ancak milletvekili çıkaramadı. 1972 yılında ünlü tefsiri Tefhim’ul-Kur’an’ı tamamladı. Aynı yıl sağlığının bozulması üzerine cemaatin liderliğini bıraktı. 1975 yılında Cemaat’in seçimlere katılmaktan vazgeçmesini önerdiyse de, parti kurulları bunu kabul etmedi. Daha sonraki dönemde Zülfikar Ali Butto yönetimine karşı sert muhalefet yürüten Mevdudi, Butto’ya karşı darbe yapan Ziya’ül-hak’a ise destek verdi. 1978 yılında son kitabı olan Siret-i Server-i Alem adlı iki ciltlik kitabını tamamladı. Mevdudi, tedavi için gittiği Amerika’da 1979 yılında vefat etti. Cenazesi Pakistan’a getirilerek Lahor’da defnedildi.
Mevdudi, Müslüman dünyasının tam bir ‘izmihlal’ hali yaşadığı bir dönemde dünyaya geldi. Düşüncelerinin şekillenmeye başladığı yıllarda Müslüman Dünyası’sının neredeyse tamamı sömürgeci güçlerin işgali altındaydı. Osmanlı Devleti yıkılmış; Halifelik ilga edilmiş; Halifeliği yeniden tesis etmek için verilen çabalar da akim kalmıştı. Siyasal alandaki çöküşün yanı sıra, toplumsal alanda da muazzam bir gerilik ve sefalet söz konusuydu. Müslüman toplumlar cahildi, fakirdi ve uyuşuktu. Daha kötüsü ‘ilim’ alanında yaşanıyordu. Müslüman toplumların âlimleri düşünce üretemiyor ve toplumun sorunlarına çare bulamıyorlardı. Bu yüzden Batılı ‘cahilî’ düşünceler Müslüman dünyasına yayılmış, özellikle de ‘eğitimli’ kesimi derinden etkiliyordu. Mevdudi, işte bu olumsuz şartlar altında, Müslüman Dünyası’nın sorunlarını teşhis etmeye ve bunlara çözüm bulmaya çalışmıştır. Sorunların kaynağına ilişkin onun teşhisi, Müslüman Dünyası’nın tam anlamıyla bir ‘ihya’ çabasına ihtiyacı olduğudur (İslam’da İhya Hareketleri adlı kitabında bu tezini etraflıca işlemiştir). Ona göre Müslüman Dünyası, tarihte birkaç kez olduğu gibi, modern dönemde de ‘izmihlal’e uğramıştır ve tabiri caizse onu yeniden ‘canlandırmak’ gerekmektedir. Bu noktada Mevdudi, ‘tecdid’ kavramının yardımına başvurur ve bir tarih yorumunda bulunur. Buna göre, Hz. Peygamber, dini sağlam temeller üzerine bina ettikten ve sahabe topluluğu da bu dini aslına uygun olarak yaşadıktan sonra, Ümmet bir takım dahili ve harici sebepler yüzünden dejenere olmuş ve ‘cahiliye’ yeniden hakim olmuştur. Fakat bir hadiste belirtildiği üzere “her yüz yılda bir dini yenileyecek bir müceddid gelecektir” ve tarihin şahitlik ettiği üzere Müslüman Dünyası farklı dönemlerde bu müceddidleri yetiştirmiştir. (Bunlar Ömer bin Abdülaziz, Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Malik, Ahmed bin Hanbel, Gazali, İbni Teymiyye, İmam Rabbani ve Şah Veliyyullah Dehlevi’dir). Bunlar cahiliyeye karşı aktif bir mücadele vermişler; bozulan dini aslına tevdi etmişler ve kitlelerin din anlayışını düzeltmişlerdir. Modern zamanlarda da benzer bir durum söz konusudur ve kitlelerin din anlayışı yeniden bozulmuştur. Bu zamanda da dinin tecdid edilmeye ihtiyacı vardır ve bu noktada yapılması gereken şey, ‘din’i aslına uygun olarak ‘ihya’ etmek ve kitlelerin uyanışı için çaba sarf etmektir (Bu yüzden, Mevdudi’nin ‘ihya’ çabası, Afgani, Abduh ve İkbal’in ‘ıslah’ çabalarının bir devamı olarak görülebilir).
Bu noktada, Mevdudi düşüncesinin merkezi noktalarından biri karşımıza çıkmaktadır. Mevdudi, neredeyse bütün doktrinini ‘din’ kavramının doğru anlaşılmasına dayandırmaktadır diyebiliriz. Ona göre, modern dönemde dini açıdan bir tecdidin gerçekleşmesi için öncelikle kitlelerin ‘din anlayışı’nın düzeltilmesi lazımdır (Mevdudi bu konuya o kadar önem vermektedir ki, İslam’da Hükümet adlı kitabında güncel siyasi mevzulara ilişkin detaylı analizler yapmadan önce, ilk bahis olarak ‘dinin mahiyeti’ üzerine geniş izahlarda bulunmaktadır). Mevdudi’ye göre, ‘din’, sanıldığı gibi, hayatın sadece ‘manevi’ yönünü temsil eden bir ‘inanç sistemi’ değildir. Bu, yanlış bir bakışaçısıdır ve cahiliye döneminde olduğu gibi, modern dönemde de yaygındır. Oysa İslam’a göre ‘din’ hayatın bütün yönlerini kapsayan kapsamlı bir ‘inkılap tasavvuru’dur. O, en önemli ‘ideolojik’ eseri kabul edilen Kur’an’a Göre Dört Terim’de ilah, rab, ibadet ve din terimlerinin mahiyetine ilişkin geniş izahlarda bulunmakta ve bu dört terimin Kur’an mejasının ‘özü’nü temsil ettiğini ifade etmektedir (Bu kitap, Kutub’un Yoldaki İşaretler’i gibi, manifesto kabilindendir ve bütün ‘radikal’ hareketleri derinden etkilemiştir. Kutub dahi, kitabı okuduktan sonra, yazdıklarını yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyduğunu söylemiştir). Bu bağlamda, bir kişinin ‘müslüman’ sıfatını alabilmesi için, sadece ritüeller alanında değil, toplumsal, ekonomik ve bilhassa siyasal alanda Allah’ın otoritesine teslim olması ve hayatın her alanında onun hükümleri doğrultusunda yaşaması şarttır. Mevdudi için, ‘din’ bir ‘yaşam tarzı’dır. Kimliği o belirler ve bunda bölünme de kabul edilmez (milliyetçilik ve laiklik, bu yüzden meşru değildir ve ‘şirk’ anlamına gelir!). Ayrıca o, Müslümanlık iddiasında bulunan bir kişinin “Allah’ın kanunlarına itaat etmemesi” durumunda, bu iddiasının kabul edilemeyeceğini de söyler. Dolayısıyla, Müslümanın her şart ve durumda Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşayacağı bir ‘devlet’inin olması zorunludur. Böyle bir devlet yoksa bunun kurulması için çalışmak Müslümana farzdır. İslam’da cihadın amacı budur (İslam’da Cihad adlı kitabında bu konuyu ayrıntılı bir şekilde ele almıştır). Mevdudi’ye göre, “Allah’ın hükümleri hilafına beşeri kanunlara dayalı olarak kurulan her hükümet haksızdır, batıldır ve gayri meşrudur.” Müslümanlar, bu tür hükümetlere itaatle yükümlü değildirler. Bilakis Müslümanlar, bu tür hükümetleri devirip yerine İslam Devleti’ni kurmakla sorumludurlar. Tarih boyunca bütün peygamberlerin davası bu olmuştur. Musa (AS) Firavun’a karşı çıkarken, İbrahim (AS) Nemrud’a baş kaldırırken, hep aynı ‘dava’ için mücadele etmişlerdir ve o davanın özü şudur: “yeryüzünde Allah’ın hükümleri hakim olmalıdır. Diğer bütün hükümet etme iddiaları haksız yere ilahlık taslamaktan başka bir şey değildir. Din bütünüyle Allah’ın olmalıdır. Buna karşı çıkanlar, zalimler, fasıklar ve kafirlerdir.” (Mevdudi, bu noktada Hz. Yusuf örneğini özellikle işlemekte ve laik yönetimlerde görev almayı meşrulaştırmak için Hz. Yusuf’u örnek gösterenleri takbih etmektedir. Ona göre Hz. Yusuf, Mısır’da ‘çok özel’ bir yöntemle iktidara gelmişti ve yönetimi sırasında da ‘bütün iktidar imkanlarına sahip olarak’ Allah’ın dinini tebliğ etmişti). Peki “dinin bütünüyle Allah’a ait olması için” ne yapılmalıdır? Mevdudi’nin bu soruya cevabı: “pratik bir mücadele vermektir” şeklindedir (O, bu noktada, özellikle de Abduh’tan -kısmen de İkbal’den- ayrılmaktadır). Ona göre, sadece ‘teorik’ çalışmalarla başarıya ulaşılamaz. Dinin tabiatında, “zorlu mücadeleler sonucunda” başarıya ulaşmak vardır. Peygamberlerin hayatı bunun kanıtıdır. Cahiliyenin hakim olduğu modern dönemde Müslümanlara düşen de benzeri şekilde ‘pratik’ bir mücadele vermektir.
…
Mevdudi, gerek düşünceleri gerekse siyasi mücadelesi açısından 20. yüzyılın en önemli ‘ihyacı’ önderlerinden biridir. Afgani ve Abduh’la başlayan ‘ıslah’ süreci, özellikle de onun düşünceleri sayesinde, yeni bir ‘evre’ye girmiş ve Çağdaş Müslüman Düşünce ‘yetkinleşme’ emarelere göstermeye başlamıştır. Afgani-Abduh döneminde düşünce, ‘savunmacı’dır; dil ‘özgüvenli’ değildir. Mevdudi, İslam’ın savunma pozisyonundan çıkıp artık ‘saldırı’ya geçtiği dönemin sembol isimlerindendir. Modern dönemdeki toplumların ‘cahiliye’ olduğu, İslam’ın Allah’a mutlak itaat esası üzerine dayandığı, İslam Devleti için öncelikle bir İslam Devrimi’nin gerçekleştirilmesi gerektiği ve bunun için de İslami Hareket’in kurulmasının elzem olduğu yönündeki düşünceleri, pratik mücadelenin elzem olduğuna inanan bütün ‘ihyacı’ hareketleri derinden etkilemiştir. Onun Kur’an’a Göre Dört Terim kitabında verdiği mesaj öylesine etkilidir ki, kendisiyle birlikte Çağdaş Müslüman Düşünce’nin en önemli sembol şahsiyetlerinden biri olan Kutub dahi, bu kitabı okuduktan sonra bütün eserlerini gözden geçirme ihtiyacı duyduğunu ifade etmektedir. Teslim etmemiz gerekiyor ki, Çağdaş Müslüman Düşünce içerisinde Mevdudi’den önce hiçbir âlim İslam’ın “bütüncül bir ideoloji” olduğu tezini bu düzeyde sarahatle ortaya koy(a)mamıştır. Bu noktada Müslümanların zihinlerinin berraklaşmasını sağlamak Mevdudi’ye nasip olmuştur. Ancak, çağdaş toplumlara ilişkin Mevdudi’nin yaklaşımı orijinal olmakla birlikte, bu toplumların derinlikli analizini yapma noktasında Kutup ondan daha ileri bir noktadadır. Nitekim Kutub, bu analizin sonucu olarak çağdaş toplumların tümünü (buna “İslam adına ve Müslümanlar tarafından” kurulan Pakistan da dahildir) ‘cahiliye’ olarak görüp ‘kopma’ kavramı çerçevesinde bir mücadele stratejisi önerirken, Mevdudi, Pakistan’ın kurulmasından sonra, kavrama ilişkin yorumunu yumuşatmış ve ‘sistem-içi’ mücadele yöntemini benimsemekte bir sakınca görmemiştir. Mevdudi’nin çağdaş dönem düşüncesine katkısı sadece ‘ideoloji’ alanıyla da sınırlı değildir. O, klasik kaynakları yorumlama tarzıyla da özgün bir yaklaşıma sahiptir. Onun kaynakları yorumlama tarzını ‘itidal’ kavramı belirlese de, üslubuna ‘ihyacı’ hassasiyetlerin damgasını vurduğu kesindir. Kur’an’ı bir ‘davet’ kitabı, Sünnet’i de Kur’an’ın pratize edilmiş şekli olarak tanımlaması orjinaldir. Hadisler ve siyerin bile bu açıdan değerlendirilmesi gerektiği yönündeki düşüncesi de temel ‘ihyacı’ amaçlarıyla uyumludur. Onun için İslam Devleti’nin kurulması amacı, her türlü gayenin önündedir. Kur’an ve Sünnet yorumu da bununla uyumlu olmalıdır. ‘Hadisler’i genellikle sübutu yönünden kritize etmeyip metin tenkidine tabi tutmasının ardında da aynı düşünceler yatmaktadır. Tasavvuf’ konusunda ise, tıpkı İbni Teymiyye’de olduğu gibi, itidalli bir yaklaşımı benimsediği görülmekte ve bir ‘iyi’ tasavvufun olabileceğine inanmaktadır. Fakat buna bakarak, onun tasavvufu, “İslam’ın en iyi pratize ediliş şekli” olarak gören klasik sufizmi savunduğu sanılmamalıdır. Bütün ‘ihyacı’ önderler gibi, o da, İslam nizamının tesisi sürecinde tasavvufa esas itibarıyla yer olmadığı inancındadır.
Mevdudi’nin düşünceleri Çağdaş Müslüman Düşünce içerisinde bir ileri aşamayı temsil etmekle birlikte, eksiklikten de hali değildir. Onun yaşadığı dönemde, düşünce, yetkinleşme emareleri göstermekle birlikte, henüz ‘sistematik’ bir karakter kazanamamıştır. Özellikle de düşünsel yetkinliğin önemli bir göstergesi olan ‘orijinal dile vukufiyet’ bakımından Mevdudi düşüncesinin nakısalı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. İslam’ın bir ‘teo-demokrasi’ olarak nitelendirilebileceğini savunurken kullandığı dil onun davetin başarıya ulaşması noktasında ‘terminolojik safiyet’in önemini yeterince idrak edemediğini göstermektedir (Kutup, bu noktada Mevdudi’den daha dikkatlidir ve bunu da Yoldaki İşaretler’de ‘milliyet’ ve ‘uygarlık’ kavramlarını irdelerken göstermiştir). Bu ise, kısmen moderniteye yeterince vakıf olamamasına, kısmen de henüz onun yaşadığı dönemde Ümmet içerisinde ciddi manada bir ‘dil tartışması’ yapılmamasına bağlanabilir. Ayrıca Mevdudi’nin siyasal projesi, Müslüman dünyasının ıslahına yönelik ‘yerel’ bir projedir. Onun devrimci projesinin hedefi cihanşümul bir dönüşümü sağlamak olmasına rağmen (nitekim Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim adlı eserinde bu meseleyi tartışmaktadır), söylemi modernitenin yetkin bir eleştirisini içermediğinden, bu amacına ulaşması zor görünmektedir.
Not: Daha fazla bilgi için, Çağdaş Müslüman Düşünce/Sembol Şahsiyetler, Pınar Yayınları, 2015 adlı kitaba bakınız.