Ali Şeriati, 23 Kasım 1933 yılında İran’ın Horasan Eyaleti’nin Sebzivar ilçesine bağlı Kahek köyünde dünyaya geldi. Ancak ata yurdu, çocukluğunun da geçtiği ve bir çöl yerleşkesi olan Mezinan köyüdür. Babası Muhammed Taki, siyasi gelişmelere karşı duyarlı bir din âlimiydi. Şeriati 1939 yılında Meşhed’te İbn-i Yemin İlköğretim Okulu’na kayıt oldu. Bir ara ülkedeki siyasi kargaşadan dolayı köyüne dönüp öğrenimine ara verdi. Bu süre zarfında ailesinin yaşadığı köyde medrese eğitimi gördü. Ortaokul yıllarında Mevlana, Hallac ve Cüneyd-i Bağdadi gibi tasavvuf büyüklerinin eserleriyle, lise yıllarında ise Batı felsefesi ve siyasi düşüncesi ile tanıştı. 1950’de Meşhed’te Öğretmen Okulu’na girdi ve 1952 yılında bu okuldan mezun oldu. Aynı yıl bir liseye öğretmen olarak atandı ve Müslüman Öğrenciler Derneği’ni kurdu. Bu dönemde Şeriati, Müslüman toplumların karşılaştığı sorunlara çözüm bulmaya çalışıyor; modern sosyoloji ve felsefenin kavramlarından yararlanarak, Afgani ve İkbal'in bakış açısına paralel bir içerikle yazılar yazıyordu. Meşhed’te günlük yayın yapan Horasan adlı gazete bunlardan biriydi.
Şeriati, 1950’li yılların başında, dönemin başbakanı Musaddık’ın liderlik ettiği milli harekete destek verdi. 1952 yılında, Milli hareketi destekleyen bir gösteriye katıldığı için gözaltına alındı. Bu gözaltı onu toplumsal konularda daha duyarlı hale getirdi. Bu sosyal kargaşa ortamında Cevdet Es-Sahar’dan Ebu Zer Gıfari adlı eserini Arapça’dan Farsça’ya tercüme etti. Ahmetabad’ta bir süre ilkokul öğretmenliği yaptı. 1955 yılında Meşhed Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1956’da daha sonraları ilkokullarda uzunca bir süre ders kitabı olarak okutulacak olan Dini Ahlak Eğitimi adlı eseri yazdı. Aynı süreçte Mekteb-i Vasıta ve Ebu Zer kitabını da yayımladı. Eşi Puran Şeriati ile Edebiyat Fakültesi’nde tanıştı ve 1958 yılında evlendiler. Bu evlilikten üç kız (Sara, Susan, Muna), bir erkek (İhsan) çocukları oldu. 1958 yılında, Edebiyat Fakültesi’ni birincilikle bitirdi. Bu başarısından dolayı, 1959 yılında burslu olarak Paris’teki Sorbon Üniversitesi’ne gönderildi. Paris’te önce Fransızca öğrendi ve henüz bu dili öğrenme aşamasında Alexis Carrel’den Dua adlı eseri tercüme etti. Bu arada varoluşçuluk akımından etkilenmeye başladı. 1962 yılında Jean Paul Sartre ile tanışması, bu etkiyi en üst noktasına taşıdı. Öğrenim yılları boyunca farklı kesimden aydınlarla sıkı ilişki içerisinde oldu. College de France araştırma merkezinde Georges Gurvich ile sosyoloji, Solciologie Religeuse araştırma merkezinde ise Jaques Berque ile din sosyolojisi üzerine çalışmalarda bulundu. Çoğu zaman asıl doktora programını ihmal edip, sosyoloji ve din üzerine yaptığı araştırmalara yoğunlaştı. Paris’te öğrenciliği sırasında Cezayir Kurtuluş Hareketi’ne destek verdiği gibi, İranlı Öğrenciler Konfederasyonu, Özgürlük Hareketi, Milli Cephe gibi örgütlerle de yakın ilişki içerisinde oldu. 1964 yılında Belh’in Faziletleri Tarihi adlı teziyle doktorasını tamamladı. Aynı yıl İran’a döndü. Fakat İran istihbarat servisi (SAVAK) onu ülkeye giriş yapar yapmaz tutukladı. Uzun süren sorgulama döneminden sonra Kızılkale Hapishanesi’ne gönderildi. Burada 6 ay kadar hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. 1965 yılında Eğitim Bakanlığı’nda ders kitaplarını hazırlama komisyonunda çalıştı. Sonrasında 1966 yılında Meşhed Üniversitesi’ne tarih hocası olarak atandı. O, bu dönemde kitap tercümeleri yapıyor, yakın çevresinin düzenlediği ev toplantılarına katılıyordu. Bu çalışmalarından rahatsız olan SAVAK fakülte yönetimine baskı uyguladı ve nihayet 1971 yılında üniversite ile ilişkisi kesildi.
Şeriati, 1967 yılında Hüseyniye-i İrşad’ta dersler vermeye başladı. Bu konuşmalar, daha sonra kitap halinde yayınlandı. O, burada ders verdiği dönemde, kurumu geliştirmeye çalıştı ve bir kütüphane oluşturdu. Sürekli, İrşad’taki konuşmalarının birer vaaz olmadığını, kendisinin de bir din görevlisi gibi görülmemesi gerektiğini vurguluyordu. 1973 yılında, Hüseyniye-i İrşad SAVAK tarafından kapatıldı. Şeriati üzerindeki baskı giderek artıyordu. O ise, gizli ev toplantıları düzenleyip, Şah yönetimine karşı mücadelesini sürdürdü. 1973 yılında Şeriati’yi bulamayan SAVAK, babasını ve bazı akrabalarını gözaltına aldı; bunun üzerine SAVAK’a bizzat kendisi teslim oldu ve 18 ay sürecek zindan hayatı başladı. Çoğu zaman karanlık bir hücrede tek başına kalıyor ve her gün periyodik olarak işkencelere tabi tutuluyordu. 1974 yılının Mart’ında İran Şah’ı OPEC üyesi ülkelerin toplantısına katılmak üzere Cezayir’e gitti. Dönemin Cezayir Dışişleri Bakanı ve zamanında Paris’te Şeriati ile birlikte okumuş olan Abdullatif Humeyseti, Şah’tan eski sınıf arkadaşı Ali Şeriati’yi serbest bırakmasını istedi. Şah bu ricayı kırmadı ve ülkesine döndükten sonra Şeriati’yi serbest bıraktı. Ancak o, sürekli gözetim altında tutuluyor ve serbest hareket edemiyordu. SAVAK’ın göz hapsi yüzünden İran içerisinde normal bir hayat sürdüremeyeceği kanaatine varınca, ailesi ile birlikte Avrupa’ya göç etmeye karar verdi. Zorlu bir sürecin ardından SAVAK’ı da atlatarak Mayıs 1977’de, İran’dan havayolu ile Belçika’ya, oradan da İngiltere’ye geçti. İran‘da bulunan eşi ve çocuklarını da İngiltere’ye getirtmeye çalışan Şeriati, 19 Haziran 1977’de, tek başına kaldığı evinde cansız vaziyette bulundu. Naaşı 27 Haziran 1977’de Şam’da Hz. Zeynep’in türbesine defnedildi.
Ali Şeriati, pek çok yorumcunun da ifade ettiği üzere, çok-yönlü bir kişiliğe sahiptir. Hem Batı düşüncesinin temel problemlerine ilişkin özgün çözümlemeleri vardır, hem de kendi kültürünü iyi bilmektedir. Ancak geniş kitlelerin aşina olmadığı bir muhteva ile konuşup yazdığı ve kimi zaman da ‘sembolik’ bir dil kullandığı için, çoğu kez farklı şekilde algılanmıştır. Kimilerine göre o, ‘sosyalist’ bir aydındır, kimilerine göre ise ‘birey’in kurtululuşunu hedefleyen çağdaş bir ‘arif’tir. Kimileri, onu, ‘Sünni’ bir siyer yazarı yahut ‘gizli’ bir Vehhabi olarak görürken, kimileri de Şiiliğin onun kimliğinin bariz vasfı olduğunu ileri sürmektedir. Bu karşıt bakışlar, öylesine te’lif edilemez tanımlamalara neden olmaktadır ki, bazen, zihinlerde onun tutarlı bir düşünceye sahip olmadığı şüphesini bile uyandırabilmektedir. Ancak ifade edilmelidir ki, bunun nedeni, temelde, onun ilgi sahasının geniş olması ve ‘aydın sorumluluğu’na sahip bir Müslüman olarak yazıp konuşmuş olmasıdır. O, yaşadığı çağın sorunlarına ilişkin ‘kapsamlı’ bir tahlil yapılması gerektiğini düşünmekte ve bu nedenle ‘çağdaş insan’ın ideolojik sorunlarının tümüyle ilgilenmektedir. Bu çabası, doğal olarak, hem geleneği hem de moderniteyi iyi bilip her ikisini de yetkinlikle eleştirebilecek şekilde kitlelere hitap etmeyi gerekli kılmaktadır. Bu, Şeriati’den önceki Batılılaşmış elitlerin yahut geleneksel ulemanın yap(a)madığı bir şeydir. Bu yüzden, farklı eğilimleri bulunan çevreler, kendi pozisyonları ve karşıtlarıyla kıyaslayarak ona ilişkin bir tanımlamada bulunmakta, buradan da birbirine zıt tipolojiler ortaya çıkabilmektedir. Yani problem, Şeriati’de değil, onu değerlendirenlerin ‘algı’larındadır. Bu algılar da, çoğunlukla, konuya nüfuz edememekten ve kullanılan dile aşina olmamaktan kaynaklanmaktadır. Hiç kuşkusuz, Şeriati düşüncesinin bir ‘karakter’i (dolayısıyla da bir ‘Şeriati kimliği’) vardır. Yani ‘doğru bir okuma’ ile onun düşüncelerinin ‘öz’ünü kavramak mümkündür. Bunu yapmanın en güvenilir yolu da, onun görüşlerini yaşadığı dönemin şartlarıyla birlikte ve ‘bütüncül’ bir gözle değerlendirmektir.
Bilindiği gibi, Şeriati, Müslüman Dünyası’nın her bakımdan çöküş hali yaşadığı bir dönemde yaşamıştır. Müslüman toplumlar (buna İran da dahildir) cehalet içerisindedirler ve sömürgecilerin tahakkümü altında yaşamaktadırlar. İran’da şahlık rejimi, sömürünün devamı yönünde Batılı güçlerle ortak çalışmakta ve halkın yoksulluk ve cehaleti de günden güne artmaktadır. Bu durumda düşünen ve sorumluluk sahibi her insanın yapacağı şey bellidir ve o da sömürüye ve cehalete karşı mücadele vermektir. Kanımca, Şeriati tipolojisinin özü budur. O, bu yüzden, bir yandan Allahperest Sosyalistler, Musaddık’ın Milli Cephesi ve İran Özgürlük Hareketi ile ilişki kurup Şahlık rejimine karşı mücadele vermiştir, öte yandan, gerçek ‘devrim’i doğuracak ‘aydınlanma’yı sağlamak için düşünsel bir ‘cihad’a girişmiştir. Onun Batı düşüncelerini derinlemesine tahlil etmesinin ve geleneği kıyasıya eleştirmesinin nedeni budur (Biz ve İkbal adlı eserinde aynen şunları söylemektedir: “Batı’ya ve Batılılaşmaya karşı mücadele vermek için Batı’yı iyi bilmek gerekir.”) O, ‘sorumlu’ bir aydın (ruşenfikr) olarak ‘gerçek sorunlar’a gerçekçi çözümler bulmaya çalışmaktadır. Onun anlayışında, ‘sömürü’ gerçeğine gözünü kapayan bir din ‘gerçek din’ olamaz. Gerçek din, ezilenin, mahrumların yanındadır; adalet ve ‘eşitlik’ için savaşım verir. Şeriati, bu noktada konformizmi öneren geleneksel din anlayışının ‘sömürü’ye ‘dolaylı’ katkısına dikkat çeker ve bunu şiddetle eleştirir. Ona göre, çözüm, ne Batılı ideolojilerin ardından gitmek ne de durağanlığı besleyen ‘geleneksel din’in (İran örneğinde ‘ruhaniler’in) önerisini benimsemektir. Çözüm, sömürüye son vermek için sömürgeciyi iyi tanımak, dinamizmi doğurmak için dini ‘ideolojik’ bir okumaya tabi tutmaktır (Şeriati, ‘ideoloji’ terimini olumlu bir içerikle ve bağlısından inancı doğrultusunda fedakarlık isteyen düşünce sisteminin karşılığı olarak kullanır. Kültür ve İdeoloji adlı eserinde, ne bilim adamlarının ne de filozofların kurulu düzenleri köklü bir eleştiriye tabi tutamayacağını, bu fedakarlığı ancak ideologların yapabileceğini söyler ve şunları ilave eder: “insanlık tarihinde, muhteşem kıyamları, savaşları, mücadeleleri ve özverileri organize eden, sürükleyen ve onlara ilham olan daima ideologlar olmuştur.”) Bu, Şeriati’ye göre, çağdaş dönemde tam da İkbal’in yapmaya çalıştığı şeydir. İkbal, bir yandan Batı’yı iyi tanımakta, fakat ‘garpzedeler’ gibi ona teslim olmamakta, öte yandan da, İslam’ı iyi bilmekte ve geleneksel düşünme kalıplarından sıyrılarak dini ‘dinamik’ bir okumaya tabi tutabilmektedir. Şeriati, bu özelliği nedeniyle, İkbal’i ‘Ali ayarında’ (ve ‘tam’) bir Müslüman olarak görür. Aslında, onun bu ifadesi, kendi ‘kimliği’nin ipuçlarını da ele vermektedir. Zira o da, İkbal gibi, yaşadığı çağda ‘sorumlu bir aydın’ (yani çağının ‘Ali’si) olmaya çalışmaktadır. Nitekim, ona göre, İkbal: “sadece sömürüye karşı savaşan bir Müslüman önder değil, Batı’nın felsefi akımlarını, aklını ve mantığını, kültürünü, kısaca her şeyini tanıyan, Doğu-ruhlu bir düşünür, Müslüman İran’ın derin irfanına dalmış, Arap edebiyat ve kültürünü çok iyi bilen, İslam felsefesine, tarihine ve düşünce yapısına hakkıyla vakıf, Mevlana’ya âşık, Kur’an’la her bakımdan ülfet kurmuş, Kur’an’ın ruhunu, dilini ve derin dünya görüşünü içine iyice sindirmiş ve varoluş felsefesi, insan ve dünyadaki yaşamı konusunda özlü yorumlar getirmiş mü’min bir devrimci, içinde yaşadığımız dünyanın felsefesi ve düşünce çıkmazlarını bilen, özellikle de sosyal ve maddi perişanlıklar içinde yüzen Üçüncü Dünya toplumlarının dünyaya egemen olan düşünce ekollerinin etkisindeki aydınları için kaynağını Kur’an’ın oluşturduğu bir kurtarıcı, yani tüm insani boyutlarda gelişmiş bir Müslüman”, “bir taraftan çok derin ve doğru düşünen, öte yandan bilginin nurlu ışığında aşkın ateşiyle kavrulan, ıslah, inşa ve inkılâp düşüncesine sahip bir aydın”dır. Dikkat edilirse, Şeriati, bu cümlelerde, İkbal’in şahsında aslında kendisini (yani ‘olmak istediği şey’i) tarif etmektedir. Yaşam serüvenine bakıldığında, yapmaya çalıştığı şeyin tam da bu olduğu görülür. Bir farkla ki, o da, Şeriati’nin, ‘olmak istediği şey’ hususunda İkbal’den daha başarılı olduğudur. O, sömürüye karşı savaşım verme konusunda da, Batı’yı ve geleneksel düşünceyi tanıyıp her iki alana ilişkin özgün yorumlarda bulunma konusunda da İkbal’den daha ileri bir noktadadır. Evet, İkbal, çağdaş dönemde Ümmet’in uyanışına vesile olan ‘ıslah’ ve ‘öze dönüş’ sürecinin ilk evresinin önemli sembol isimlerindendir, fakat düşünce sistematiği ‘sentezci’dir, üslubu da ‘savunmacı’dır. Şeriati ise, aynı sürecin ‘gelişme’ evresinin sembol şahsiyetlerindendir ve “İslam’ın saldırıya geçtiği dönem”in bir aydını olarak daha ‘özgüvenli’ bir dil kullanmaktadır. Bunun nedeni, elbette ki, Şeriati’nin ‘düşüncenin gelişmesi sürecinin ileri bir aşamasında’ yaşamış olması ve Batı’yı ve geleneksel düşünceyi İkbal’den daha iyi tanımasıdır. İkbal, Batı düşüncesinin felsefi ve teolojik boyutlarıyla daha çok ilgilenmiş iken, Şeriati, sosyolojiden tarih felsefesine, antropolojiden psikolojiye kadar birçok Batılı disipline nüfuz edebilmiş ve bu bilgi sayesinde de moderniteyi ‘daha yetkin’ bir şekilde eleştirebilmiştir. Ayrıca her iki aydın da “dini düşünceyi” yeniden inşa etme çabası göstermekle birlikte, İkbal bu çabayı daha çok kelam ve fıkıh gibi klasik ilimler bazında yürütürken, Şeriati, konuya daha ziyade sosyolojik ve tarihsel açıdan bakmış ve dini düşünceyi ‘ideolojik’ bir okumaya tabi tutmuştur. Şeriati’ye göre, toplumun ‘ıslah’ı için bu şarttır; aksi takdirde ‘devrim’ yapmak için gelmiş olan din, durağanlığı besleyen felsefi bir tartışma konusuna dönüşür.
Özetle, Ali Şeriati’yi, yaşadığı çağın sorunlarına karşı duyarlı ve bunlara çözüm bulmaya çalışan sorumlu bir ‘aydın’ olarak nitelendirebiliriz. O, çağın en önemli (aktüel) sorununun ‘sömürü’ olduğunu düşünmekte ve çözümün ‘devrimci’ bir duyarlılıkla sömürgecilere karşı mücadele vermekten geçtiğine inanmaktadır. Ancak, Şeriati’ye göre, devrimci duyarlılık, öncelikle bir ‘bilinci’ gerektirmektedir ve bu bilinç olmadan, sahici manada bir ‘devrim’in gerçekleşmesi mümkün değildir. Toplumbilim Üzerine adlı eserinde, “yeterince konuştuk, hadi artık eyleme geçelim” diyenleri ‘bönlük’le suçlayan Şeriati, “konuşalacak şeylerin henüz bitmediğini” ve şimdiye kadar yapılanların “ağlayıp-sızlamaktan ibaret olduğunu” ifade etmektedir ki, bu, onun, (yaşadığı dönem itibarıyla) ‘düşüncede devrim’in henüz gerçekleşmediği kanaatinde olduğunu göstermektedir. Ona göre, sadece İran’da değil Müslüman dünyanın genelinde bir “şeyler yapmak ümidiyle yola koyulanlar”ın başarısız olmalarının ya da pek az bir şey başarabilmelerinin sebebi, işe koyulduklarında “ne yapılması gerektiğini” bilmemeleridir. Dolayısıyla, Şeriati’ye göre, asıl problem, eylemsizlik değil, eylemi doğuracak ‘bilgi’ye sahip olmamaktır. Bu noktada Şeriati ilginç bir ifade kullanmakta ve “İslam’a bağlanışımızın üzerinden yüzlerce yıl geçmiş olmasına rağmen, ne yazık ki hâlâ yapmamız gereken şey, dinimizi öğrenmek için kolları sıvamaktır” demektedir. Şeriati’nin Batı düşüncelerinin yanı sıra geleneksel düşünceyi de derinlemesine inceleyip eleştirmesinin nedeni de, esas itibarıyla, bu düşüncesidir. O, geleneksel din anlayışında köklü bir değişim gerçekleşmeden, sahici ve kalıcı bir devrimin vuku bulamayacağına inanmamaktadır. Bu yüzden, başta Ali Şiası- Safevi Şiası adlı eseri olmak üzere birçok konuşması ve konferansında kurumsallaşmış Şia’yı eleştirmiş, kitlelerin durağanlığından Safevi Şiası’nı sorumlu tutmuştur. Onun, Şia düşüncesinin tarihsel şahsiyetleri olan Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve Ebu Zer-i Gifari’yi ‘devrimci’ (ve ‘gerçek’) İslam’ın sembolleri olarak tanıtması da bundan dolayıdır. Kısacası, Şeriati düşüncesinde Müslüman dünyasının sahici dönüşümü, ‘öze dönüş’ ile mümkündür. Ancak, ilkin bu ‘öz’ü doğru tanımlanmak gerekmektedir. Bu öz, İran ulusalcılarının önerdiği gibi, İslam-öncesi İran’ının kültürü olamaz; zira bu, çağdaş dönem İran halkının gerçek hissiyatını yansıtmamaktadır. Sosyolojik bir gözle bakıldığında dahi, ne Zerdüştlüğün ne de Maniheizm’in İran halkını sömürüye karşı seferber edebilmesi mümkün değildir. Fakat İslam bunu yapabilir. Zira İran halkı, geleneksel biçimde de olsa, hâlâ Kur’an’a inanmakta, Muhammed’i, Ali’yi, Hüseyin’i ve Ebu Zer’i sevmektedir. Bu sevgi, ‘ideolojik’ bir okuma yapıldığında, ‘dinamik’ bir mahiyet kazanabilir. Bunun için yapılması gereken, ‘kendi özümüz’e, yani ‘gerçek İslam’a dönmektir. Şeriati’ye göre, bu İslam’ı, Ali Şiası temsil etmektedir. Bu İslam, zalime karşı mazlumun, zengine karşı yoksulun yanındadır. Bu İslam, Firavun, Karun ve Belam’ın temsil ettiği üçlü zulüm bloğuna karşı tarih boyunca mücadele vermiş olan peygamberlerce temsil edilmektedir ve bu kervanın asr-ı saadetteki en iyi temcilcisi Hz. Ali’dir. Ali, gerçek İslam’ın bütün özelliklerini bünyesinde toplamış ‘örnek şahsiyet’tir. Ali’yi anlamak, dini anlamak demektir (Gerçi Hz. Hüseyin ve Ebu Zer de onun eserlerinde zaman zaman örnek şahsiyetler olarak anılmaktadır; ancak onların örnekliği ‘kısmî’dir. Ebu Zer, ‘gerçek İslam’ın yoksulluk ve servet karşıtı duruşunun sembolik ismidir; Hz. Hüseyin ise, çaresiz kalındığında ‘şehadet’i ile zalimleri utandıran devrimcilerin sembolüdür. Fakat Ali, zulme maruz kalan kitlelerin ‘her bakımdan’ örnek alabileceği bir kişidir). O, hem bir bilgedir; hem de ‘devrimci’ bir önderdir. O, “minberde sözün, mihrapta ibadetin, yeryüzünde işin, savaş sahnesinde cesaretin, İslam’da bilginin, toplumda sorumluluğun, yaşamda abidliğin, çağında devrimin, idarede adaletin, evinde besleme ve eğitimin örneği ve üstadı… ve her yerde Allah’ın kuludur.” O yüzden, çağdaş dünyada sömürüye son vermek için, Ali gibi olmak, Ali gibi yaşamak lazımdır.
Görüldüğü gibi, Şeriati’nin asıl yapmak istediği şey, kendi toplumunda ‘gerçek İslam’ konusunda bir ‘bilinç’ oluşturmaktan ibarettir. O, ‘sorumlu bir aydın’ olarak, öncelikli görevinin “toplumu uyandırmak ve eğitmek” olduğuna inanmakta ve bütün mesaisini buna ayırmaktadır. Onun ‘zamansız devrimler’e karşı olmasının sebebi de budur. Zira nesilleri eğitmek yoğun emek gerektirir ve bu, tabiatıyla, uzun zaman alır. Aceleci davranıp, “iki-üç nesilde gerçekleşecek bir devrimi on yıllık bir süreye sıkıştırmaya çalışmak” devrim sürecine zarar verir. Bu yüzden, ‘aydın’ın siyasal önderlik talebinde de bulunmaması gerekir. Zira uyanış gerçekleştiğinde, toplum, kendisine “önderlik yapacak kahramanları” zaten yetiştirecektir. İşte bu, Şeriati’nin niçin İran Devrimi’nin kurucu kadrosunda yer almadığını da (kısmen) açıklamaktadır. O, toplumundaki ‘uyanış’ın henüz ‘istenilen düzeyde’ olmadığını düşünmekte ve bu yüzden ‘entelektüel’ faaliyetlere odaklanmaktadır.
…
Ali Şeriati, Çağdaş Müslüman Düşünce’nin ‘gelişim’ evresinin üç önemli şahsiyetinden biridir (diğer ikisi Mevdudi ve Kutup’tur). Bu evrede düşünde, başlangıç döneminin ‘savunmacı’ üslubundan kurtulup ‘özgüvenli’ bir karakter kazanmıştır. Mevdudi ve Kutup, bir yandan Müslüman Dünyası’nda ‘ıslah’ ve ‘ihya’nın gerekliliğine vurguda bulunurken, öte yandan Müslümanların siyasi bilincinin gelişmesi noktasında önemli katkıda bulunmuşlar ve İslam’ı ‘ideolojik’ bir içerikle çağın insanının dikkatine sunarak, Müslüman Dünyası’nda bir süredir devam eden ‘kimlik krizi’nin nihayete ermesini sağlamışlardır. Böylece Müslüman Dünyası’nda İslam’ın ilkeleri çerçevesinde faaliyet gösteren İslami Hareketler uygulama alanı bulabilmişlerdir. Mevdudi-Kutup düşüncesinnde, değişimin ‘motor gücü’ bu tür yapılanmalardır. Toplumlar, İslami ilkeler çerçevesinde çalışan bu yapılar sayesinde bir gün nefislerinde olanı değiştirecekler ve İslam toplumsal ve siyasal hayatta hakim olacaktır. Ali Şeriati ise, bu noktada, Mevdudi ve Kutup’tan kısmen farklı düşünmektedir. O da Müslüman Dünyası’nın (hatta bütün yerkürenin) sömürüden kurtulması için mücadele vermenin olduğunu düşünmekte ve ayrıca Müslüman Dünyası’nda da ‘ıslah’ çabalarının devam etmesi gerektiğine inanmaktadır. Fakat Şeriati, sömürüye son vermek için moderniteyi ‘iyi tanımayı’ da bir şart olarak görmektedir ki, bu, onun Çağdaş Müslüman Düşünce’nin ‘gelişim’ evresindeki ‘biricik’ pozisyonunu belirleyen şeydir. Ne Mevdudi ne de Kutup, Batı düşünceleriyle Şeriati kadar ilgilenmemişlerdir. O ise, ‘başarı’yı biraz da buna bağlamaktadır. Bu noktada Şeriati’nin hakkı teslim edilmelidir. Zira Batı, dünyayı (özelde de Müslüman Dünyası’nı) sömürürken, sadece askeri-teknolojik üstünlüğünü kullanmamış, ayrıca ‘ideolojik’ bir saldırı da başlatmıştır ve bu saldırıya karşı yine ‘ideolojik’ bir cevap verilmediği sürece uzun vadeli amaçlara ulaşmak mümkün değildir. Bu bağlamda, Mevdudi ve Kutub’un çağrısının ‘sınırlı’ bir kesimi (yani ‘geleneksel muhafazakar kitleyi) muhatap aldığı, Şeriati’nin muhatabının ise genel kitle olduğu söylenebilir. Kanımca bu fark, Şeriati’yi Çağdaş Müslüman Düşünce’nin gelişim evresinin bir ‘alt-ileri’ aşamasına yerleştirmektedir. Zira o, çağında varolan ama Mevdudi ve Kutub’un yeterince göremediği bir ‘sorun’u görmüştür ki o da şudur: modernite sadece Batı insanını değil, Müslüman Dünyası’ndaki kitleleri de (ideolojik açıdan) etkilemektedir. O halde, başarıya ulaşmak için buna karşı yine ‘ideolojik’ bir cevap vermek gerekir. Bunun yolu da, Batı düşüncelerini iyi bilmekten geçer. Şeriati, bu hususun bilincindedir; yazılarında ve konuşmalarında sık sık modern ideolojilere atıfta bulunmasının nedeni de budur. O, böyle yaparak, İslam’ın bir ‘ hakikat iddiası’ olduğunu, bu noktada güçlü olduğumuz takdirde hakimiyet iddiamızın da kitleler nezdinde itibar göreceği mesajını (özellikle ve öncelikle de okumuş-eğitimli kesimlere) vermeye çalışmaktadır. Bu noktada Şeriati’nin pozisyonu, klasik dönemden Gazali’nin pozisyonuna benzetilebilir. Gazali de kendi dönemindeki ‘çağcıl’ bir sorunu görmüş ve felsefeye karşı ‘felsefi’ bir cevap vermenin gerekli olduğunu fark ederek Tehafüt’el Felasife’yi yazmıştır. Bu kitabın yazılma gerekçesi Kelam’ın filozoflara karşı yeterli cevabı verememiş olmasıdır ki, Gazali bunu otobiyografisinde net olarak ifade etmektedir. Şeriati de, benzer şekilde, sömürüden kurtulmak için ‘aktif faaliyet gösteren yapılar’ı yetersiz bulmakta ve sorunun kökeninde ‘bilgi’ ve ‘bilinç’ meselesinin yattığını söylemektedir. Kanımca, bu tespit Gazali’ninkiyle tıpatıp örtüşmektedir. Her ne kadar Şeriati, Gazali’yi ‘aşksız bilgi’nin klasik dönemdeki sembollerinden biri olarak nitelese de, ‘yapmak istediği şey’ açısından bakıldığında, iki sembol şahsiyeti de ‘sorumlu aydın’ kategorisine sokmak mümkündür. Her iki de, kitlelerin İslam’a yönelmesine engel olduğunu düşündükleri ideolojilere (klasik dönemde ‘felasife’, modern dönemde ‘modernite’) karşı düşünsel bir mücadele verilmesini ‘ilmi’ bir sorumluluk olarak görmüş ve ‘hakikat iddiaları’nı ispatlı şekilde ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu noktada ikisinin de ‘başarılı’ olduğunu söyleyebiliriz, ancak Gazali’nin performansının daha iyi olduğu bir vakıadır. Şeriati, aynı hissiyatla ve aynı bilinçle hareket etmiş; ancak düşüncelerini Gazali kadar ‘sistematik’ bir şekilde ifade edememiştir. Bunda, elbette, yaşadığı dönemin siyasal şartlarının da etkisi vardır. Fakat sonuç değişmemektedir. Onun düşüncelerinin daha çok üniversite gençliği veya aydın kesimde yankı bulması moderniteye karşı cevap verme konusunda görece başarılı olduğunun bir kanıtı olarak alınabilir. Ancak bu, ‘moderniteyi mağlup etme’ye yetmemektedir. Modernite henüz Müslümanlarca ‘ispatlı’ bir şekilde mağlup edilememiştir. Bu, ancak ‘düşünce okullaştığında’ mümkün olacaktır.
Not: Daha fazla bilgi için, Çağdaş Müslüman Düşünce/Sembol Şahsiyetler, Pınar Yayınları, 2015 adlı kitaba bakınız.