1925 yılında Bosna’da dünyaya gelen Aliya İzzetbegoviç, ilk ve orta öğrenimini Saraybosna’da gördü. Küçüklüğünden beri dini bir çevrede büyüyen ve dine karşı ilgili olan İzzetbegoviç, lise yıllarında İslamî etkinliklerde bulunan Mladi Musilmani (Genç Müslümanlar) teşkilatına üye oldu ve çalışmalarına aktif bir biçimde katıldı. İzzetbegoviç, daha o yıllarda Ali Mutevelliç’e ait İslam’ın Işığında ve Osman Nuri Haciç'e ait Hz. Muhammed ve Kur'an gibi eserler yardımıyla İslamî bilince ulaşmıştı. O dönemde Saraybosna, Almanların desteğiyle kurulan Hırvat devletinin işgali altındaydı. İzzetbegoviç, 1943’te liseden mezun olduktan sonra Hırvatlar tarafından askere alınmak istenince, Saraybosna’dan kaçıp Gradaçaç’a gitti. 1943 ve 1944 yılları arasında burada kaçak olarak yaşadı. Saraybosna’ya gizlice girip çıkan İzzetbegoviç, 1945’te Tito’nun ordusu (Partizanlar) Saraybosna’yı ele geçirince, yakalandı ve zorla askere alındı. Askerliğinin sonuna doğru, Mladi Musilmani üyesi olmak, Tito’nun fikirlerini eleştirmek ve Sovyet karşıtı gizli propaganda yapmak suçlarıyla, 1 Mart 1946’da tutuklandı ve 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapisten çıktıktan sonra tekrar Saraybosna Üniversitesi’ndeki çalışmalarına dönen İzzetbegoviç ziraat ve hukuk alanında eğitim gördü ve 1956 yılında hukuk dalında Master derecesi aldı. 1963 yılında avukatlık sınavını veren İzzetbegoviç, özel bir firmada 25 yıl hukuk danışmanı olarak çalıştıktan sonra emekli oldu. İzzetbegoviç, daha sonra bütün zamanını ve enerjisini felsefi ve İslami konularda araştırmalar yapmaya adadı. Yugoslavya’da yayınlanan çeşitli gazetelere ve İslam ülkelerindeki çeşitli yayınlara sürekli yazılar yazdı. Makalelerinden bazıları Saraybosna’daki bazı İslamî okullarda ders kitabı olarak okutulacak şekilde derlendi. 1970 yılında ünlü İslam Deklarasyonu’nu yayımladı. Bildiride, tüm dünya Müslümanlarına, yeniden dirilişin öncüleri olma noktasında kendilerine düşen tarihi rolü üstlenmeleri çağrısında bulunuluyordu. Kitapta, ağırlıklı olarak, Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerde İslamî mücadelenin nasıl verilmesi gerektiğine ilişkin görüşler yer almakla birlikte, farklı etnik grupların yaşadığı coğrafyalarda Müslümanların tavrının nasıl olacağına dair görüşlere de yer veriliyordu. İzzetbegoviç, kendisinin tüm dünyada daha iyi tanınmasını sağlayan eseri Doğu ve Batı Arasında İslam’ı ise 1980 yılında tamamladı. Eserin yayınlanmasından sonra 1983 Ağustos’unda tutuklandı. Saraybosna bölge mahkemesinde yargılandı ve 14 yıla hüküm giydi. Karara itiraz eden İzzetbegoviç’in cezası 9 yıla indirildi. Kasım 1988’de yurt dışından Yugoslavya devletine yapılan baskılar artınca, Parlamento kararıyla serbest bırakıldı. 1989 yılında hapisten çıktıktan sonra Mladi Musilmani’deki eski arkadaşlarıyla yeniden toplanıp, dağılma sürecine giren Yugoslavya’da Müslümanların zarar görmemesi için yeni bir teşkilatlanma faaliyetine girişti. Bu maksatla, Mart 1990’da Demokratik Eylem Partisi’ni (SDA) kurdu ve genel başkanı seçildi. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’ndaki siyasi çalkantıların ardından Yugoslav Komünist yönetimi çökünce, yapılan ilk serbest seçimlerde İzzetbegoviç, Bosna-Hersek Cumhuriyeti devlet başkanı seçildi. Sırpların Bosna-Hersek Cumhuriyeti’ne karşı başlattığı ve Hırvatistan’ın da karıştığı savaş boyunca Sırp ve Hırvat güçlere karşı yürütülen bağımsızlık savaşına liderlik yaptı. Dirayetli liderliği ile çok kısa sürede işgale uğrayacağı düşünülen Bosna’yı ayakta tutmayı başardı. 1995 yılında savaşa son veren Dayton Antlaşması’nın imzalanmasından sonra 1996’da yapılan seçimlerde Üçlü Başkanlık Konseyi’ne seçildi. Devlet Başkanlığı dönemi boyunca Uluslararası gücün baskılarına direnen İzzetbegoviç, 2000 yılında sağlık nedenlerini gerekçe göstererek başkanlık görevinden çekildi. 2003 yılında vefat etti ve vasiyeti üzerine şehit dava arkadaşlarının gömülü olduğu Kovaçi Mezarlığı’na defnedildi.
Öncelikle ifade edilmelidir ki, Aliya İzzetbegoviç, ilkin bir ‘eylem adamı’dır. Onun bir ‘düşünce adamı’ kimliği de vardır ve bu yönü de hayli güçlüdür. Ancak, kimilerinin ifade ettiği gibi, o, esas itibarıyla düşünsel meselelerle uğraşan ve şartların zorlaması ile aktif siyasi hayata girmiş biri değildir; bilakis gençliğinden itibaren daimi surette bir mücadele içerisinde olmuştur. Bunun nedeni de bellidir. O, etrafı ‘düşmanlarla’ çevrili Müslüman bir coğrafyada yaşamaktadır ve İslamî bilince sahip duyarlı bir kişi olarak, inançları uğrunda mücadele verilmesi gerektiğini bilmektedir. Bu nedenle henüz lise yıllarında Balkan Müslümanlarının haklarını korumak için mücadele veren Genç Müslümanlar Örgütü’ne üye olmuş ve aktif bir şekilde de çalışmalarına katılmıştır. O, Müslüman dünyasının uyanışının, ancak yeni Müslüman entelijansiyanın önderliğinde ve organize bir çaba sonucunda mümkün olabileceğine inanmakta ve bunun için ‘çalışma’nın önemine sürekli vurguda bulunmaktadır (İslam Deklarasyonu’nda bu yönde birçok ifade bulunmaktadır). Bu temel düşüncesi nedeniyledir ki, Bosna’daki Müslüman toplumun İslamî yönden bilinçlenmesi ve organize bir faaliyet yürütmesi için sürekli bir gayret içerisinde olmuş ve Bosna Savaşı’nda da sorumluluğunu müdrik bir entelektüel olarak üzerine düşeni yapmıştır. O, şartlar zorladığı için Bosna toplumunun siyasi liderliğini yapmamıştır; bilakis, Bosna Müslümanlarının haklarını korumak adına bilinçli bir mücadele yürütmüştür. Elbette ki düşünce adamı kimliğinin de siyasi liderlik pozisyonunun güçlenmesinde etkisi olmuştur; ancak, toplumunun liderliği mevkiine yükselmesinde asıl faktör, mücadeleci kimliğiyle toplumunun güvenini kazanmış olmasıdır. Zira önemli görüşler ileri sürmüş nice düşünce adamı vardır ki, toplumlarının siyasi hayatında hiçbir rol üstlenememişlerdir. Bunun nedeni, onların, düşünceyi, ‘eylem’ için bir ön şart olarak görmemeleridir. Bu tür kişiler ‘fildişi kuleler’den konuşan aydınlardır ve toplumlar da genel olarak bu kişilere, siyasi roller yüklemezler. İzzetbegoviç ise, ‘düşünce’yi ‘eylem’ için bir ön şart olarak gören, ancak bizatihi ‘çaba’ olmaksızın da amaca ulaşılamayacağını bilen bir kişidir. O, gerek İslam Deklarasyonu’nda gerekse Bosna Savaşı sırasında çeşitli vesilelerle defaatle ifade ettiği gibi, tecdid hareketinin başarısının iki ana unsura bağlı olduğuna inanmaktadır. Bunların ilki, ‘eğitim’, ikincisi de ‘organize çalışma’dır. Müslüman dünyası, ona göre, cahilleştikçe gerilemiş ve sonunda da izmihlale uğramıştır. Uyanış hareketinin başarıya ulaşması için yapılması gereken tek şey, örgütlü bir çalışma yürütmektir. Ancak bu, ‘halkla birlikte’ olmalıdır. Ona göre, halktan kopuk hareketler başarıya ulaşamaz. Bilakis, daha sonra halk üzerinde tahakküm kurmaya çalışan zorba güçlere dönüşürler. Her ne kadar İzzetbegoviç, Genç Müslümanlar Örgütü’nün dağıtılmasından sonra uzun bir süre bu görüşünü uygulama imkanı bulamamışsa da, düşünce planında bu fikrini hiç terk etmemiştir (Genç Müslümanlar Örgütü’nün dağıtılmasından yaklaşık yirmi yıl sonra yayınlanan İslam Deklarasyonu’nda konuyla ilgili yer alan açık ifadeler bunun kanıtıdır). Nihayet Bosna Savaşı sırasında, bu görüşünü hayata geçirme imkanı bulmuş ve halkının desteğini almış bir lider olarak Bosnalıların hakları uğrunda onurlu bir savaşım vermiştir (İzzetbegoviç’i, bu yönüyle, Çağdaş Müslüman Düşünce içerisinde Humeyni ile aynı çizgide yer alan bir siyasi lider olarak görmek mümkündür. Humeyni de, Müslüman Kardeşler Hareketi’nin şahsında somutlaşan ‘çekirdek kadro’ modelinden ziyade ‘değişim’in halkla birlikte verilecek bir mücadele ile gerçekleşebileceğine inanmaktadır ve o da İran İslam Devrimi sırasında bu fikrini hayata geçirme imkanı bulmuştur). Onun Bosna Savaşı sırasında göstermiş olduğu liderlik performansı ve mücadele hayatı süresince iki kez hapse mahkûm edilmiş olması da, onun tipik manada bir ‘eylem adamı’ olduğunu kanıtlamaktadır.
Eylem adamı kimliğinin yanısıra düşünce adamı kimliğinin de olması nedeniyle İzzetbegoviç’i ‘bilge kral’ olarak gören yaklaşıma gelince, bunu iki açıdan onaylamak mümkün değildir. Öncelikle bu tabir, Eflatun’un ‘filozof kral’ kavramından mülhemdir ve içerik itibarıyla da ‘sorunlu’dur. Eflatun’a göre, ya filozoflar kral olmalıdır ya da krallar filozof. Onun hayal ettiği ideal bir toplumsal düzende, toplum üç ana gruba bölünür: tarım ve zanaat işiyle uğraşanlar, askerler ve yöneticiler. Askerler ve yöneticiler çocukluktan itibaren hem bedenen hem de zihinsel olarak eğitilirler. Daha zeki olanlar, büyüdüklerinde yöneticilik için ayrılırlar, kalanlar asker olurlar. Her türlü erdeme sahip ve hakikat peşinde giden bu yöneticiler mülk sahibi olamazlar, aileleri yoktur ve evlenmezler. En iyi nesilleri oluşturmak için bedenen en sağlıklı çocukları doğurmaya elverişli kadınlarla çiftleşirler. Sakat doğan çocuklar öldürülür; kalanlar, asker yahut yönetici olmak üzere eğitime alınırlar. Burada amaç, toplumun önderliğinin daimi surette zinde güçlerin elinde kalmasıdır! Dikkat edilirse, içinden ‘filozof kral’ın çıkacağı bu toplumun (en azından) ailevi temelleri bozuktur. Sadece bu nedenle bile, bu toplumsal yapının bir sonucu olan ‘filozof kral’ tabirini meşrulaştırmak mümkün değildir. İkincisi, kavram ütopiktir ve gerçek hayatta karşılığı da çoğunlukla yoktur. Yöneticide aranan birinci özellik, malum olduğu üzere, ‘idare edebilme kabiliyeti’dir; filozofluk asli şart değildir. Tarih boyunca da yöneticiler genellikle filozoflardan çıkmamıştır. İyi eğitimli yöneticiler olmuştur; ancak bu, onların yönetimlerinin de ‘iyi’ olması sonucunu (zorunlu olarak) doğurmamıştır. Nitekim Eflatun, ideal devlet ütopyasını gerçekleştirmek üzere çeşitli kereler denemelerde (örneğin Sicilya’da) bulunmasına rağmen, hep başarısız olmuşur. İzzetbegoviç’e gelince, o, yöneticilik kabiliyeti olan entelektüel bir kişiliktir. Bilgisi doğru kararlar almasına yardım etmektedir; ancak başarısında dirayetli liderliğinin payı belirleyicidir. Onu bir ‘bilge kral’ olarak değil, Kur’anî bir tabirle, ‘hikmetli’ bir lider olarak tanımlamak daha doğru olur. Malum olduğu üzere, “kendisine hikmet verilen kişi”ye büyük bir hayır verilmiştir; zira o, sebep ve sonuçlar arasındaki bağlantıyı doğru bir şekilde kurar ve bunun sonucu da çoğunlukla ‘başarı’ olarak tecelli eder. İzzetbegoviç, Bosna toplumunun liderliğini yürüttüğü dönemde, gerçekten ‘başarılı’ bir liderlik örneği sergilemiştir. Örneğin savaş boyunca Boşnakları acımasızca katleden Sırp ve Hırvatlar’a karşı ‘misli mukabele’ yapılmasını önerenlere: “biz savaşı haklılığımızla kazanacağız” şeklinde cevap vermesi ve bu konudaki dirayetini sürekli koruması, onun ‘hikmetli’ bir siyasi kişilik olduğunu gösterir. Gerçekten de, bu ‘stratejik’ tercihin, Bosna’nın savaşın ‘gerçek galibi’ olmasında payı büyüktür. Aynı şekilde ‘hikmet’ kişiyi ‘öngörü’ sahibi de yapar. Nitekim İzzetbegoviç, ikinci mahpusluk yıllarının sonuna doğru Yugoslavya’nın dağılacağını öngörmüş ve bu görüşünü hapisteki arkadaşlarına da açarak şimdiden tedbir alınması gerektiğini söylemiştir. Hapisteki arkadaşlarının kahir ekseriyetinin bu öngörüyü ‘gülünç’ bulmasına rağmen, birkaç yıl sonra gelişmeler onun görüşü doğrultusunda olmuştur. Zira o hapisteyken dahi dünyadaki gelişmeleri takip etmekte; SSCB’de uygulanan Perestroyka ve Glasnost politikalarının bir sonucu olacağını görmekte ve ardından da bir ‘siyasal değerlendirme’ yapmaktadır. İzzetbegoviç’in savaş çıkmadan önce, halkı örgütleyip silahlandırma yönünde çalışmalar yapması da, onun ‘hikmetli’ liderliğinin bir başka örneğidir. O, Sırplardaki ‘milliyetçi’ duyguların depreştiğini görmüş ve bunun sonucunun nereye varacağını önceden kestirmiştir. Siyasi yorumcuların da kabul ettiği gibi, onun almış olduğu bu tedbir sayesinde, Bosna Sırp işgaline karşı direnebilmiştir. Hikmet, nihayet, kişiyi, ‘gerçekçi’ kılar. O, savaş yılları sırasında, güç dengesinin açık biçimde Bosna’nın aleyhine olduğunu bilmekte ve stratejisini de ona göre belirlemektedir. İzzetbegoviç, zorlu direniş yıllarında, hep, ‘barış’ taraftarı bir politika izlemiştir ve kimilerince de bu politikası nedeniyle eleştirilmiştir. Halbuki o, burada ‘gerçekçi’ davranmaktadır; zira savaşın devamı için zorunlu olan silah gücü açısından Sırplar ve Hırvatlar çok üstündürler ve bu şartlarda ‘normal’ bir savaşın yürütülmesi mümkün değildir. O, (yakın dönemde Saddam ve Kaddafi örneklerinde görüldüğü gibi) ‘çılgın’ bir lider değildir; bilakis Humeyni gibi ‘gerçekçi’ bir siyasal önderdir. Humeyni de İran’ın topyekûn yıkım tehdidiyle karşılaştığı bir dönemde, “zehir içmekten beter” olarak nitelediği Ateşkes’i imzalamıştır. Bu tavır, ‘sorumlu liderliğin’ tavrıdır ve halkın gerçek önderliğini de bu tür liderler hak etmektedir. İzzetbegoviç de, zorlu savaş yıllarında böylesi bir liderlik örnekliği sergilediği için, savaş sonrasında halkının desteğini alarak Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin Başkanlığı’na seçilmiş ve bu görevini de başarıyla yürütmüştür.
Not: Daha fazla bilgi için, Çağdaş Müslüman Düşünce/Sembol Şahsiyetler, Pınar Yayınları, 2015 adlı kitaba bakınız.